İzlediğimiz maç, ‘Süper Lig’in bilinen karakterinin yeni bir tezahürüydü: Büyük olan ev sahibi saldırır, ‘Anadolu’ mahreçli konuk ise kapanır ve bulacağı ‘olası’ kontra golünün yolunu gözler. Başlangıçta Es Es savunmada bekledi, bir-iki pozisyonda karşı kaleye indi. Fenerbahçe ise rakip alana yıktığı oyunu tabelaya yansıtamıyordu ki, kapı ilk yarının sonunda önce Sow’la aralandı, sonrasında Fernandao dehlizi genişletti.
İkinci yarının başında Causiç’in ‘kendi takım arkadaşları’nın alın terini hiçe sayan hareketleri sonucu kırmızıyı görmesi farkın açılacağı hissini uyandırdı. Ama rakibin 10 kişi kalması asıl Van Persie’nin daha erken sahne almasına yaradı. Ne var ki Hollandalı oyunda kaldığı süre boyunca pek hazır görünmedi. Garanti skor, sıcak hava derken ikinci yarı oyun gevşedi ve maç, ilk yarıda atılan gollerle tamamlandı.
FUTBOL YİNE AYNI
Görünen o ki F.Bahçe iç sahadaki maçlarında böyle oynayacak. Kilidi açtıktan sonra farka gitmeyi deneyecek. Eskişehirspor da orta sıralar için mücadele edecek. Genel resme bakıldığında ise şunu görmek mümkün: Dün anladık ki Türkiye’de farkında olmadan yönetim sistemi değişmiş, futbolda ise pek bir değişiklik yok, ‘Büyükler’ ligi domine etmeyi sürdürecek...
MAÇIN ADAMI: NANI
Pasific Heights’, ‘Unlawful Entry’, ‘The Cable Guy’, ‘Fatal Attraction’, ‘Cache’, ‘What About Bob?’, ‘The Hand That Rocks the Cradle’... Farklı zaman dilimlerinden farklı türlerde bir grup film... Hepsini ortak parantezde buluşturan şey, öyküleri dahilinde ‘Birilerine musallat olma’ meselesine yer vermeleri... Haftanın öne çıkan yapımı ‘Geçmişten Gelen’ (‘The Gift’) de bu gruba katılan en yeni yapım olacak
sanırım...
Filmin oyuncu kadrosunu James Bateman, Rebecca Hall, Joel Engerton ve Busy Philipps oluşturuyor..
Avustralyalı aktör Joel Engerton’ın (ki kendisini ‘Zero Dark Thirty’, ‘Muhteşem Gatsby’, ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’ gibi yapımlardan hatırlıyor olmalısınız) ilk uzun metrajlı (iki de kısa filmi var) çalışması ‘Geçmişten Gelen’, şaşırtıcı bir şekilde son derece etkileyici bir psikolojik gerilim. Şaşırtıcı, çünkü bir ilk filmin bu denli çarpıcı ve derinlikli olması genelde beklenmez... Engerton, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı, ayrıca üç ana karakterden birini yine kendisinin canlandırdığı filminde, kökleri lise çağlarına uzanan bir eski hesabın peşine düşüyor.
O klişe cümlelere sığınarak “Yarın bir gün bir futbolcu sahanın ortasında ölüp gitse ne diyeceksin” diye sormak mümkün ama pardon, senin cevabın da hazır: ‘Fıtrat’... Hımm, anlıyorum seni...
KİTLELERİN AFYONU FUTBOL
GERÇİ her yeni güne acılarla uyanan, her kesimden hayatların ve ocakların söndürüldüğü, gereksiz siyasal inatlar yüzünden kayıpların giderek çoğaldığı bir ortamda futbol sahalarındaki sağlığın en önemi olabilir ki türü bir gerekçeye sığınman da mümkün.
Ya da sistem, çoğu kez olduğu gibi ‘Futbol kitlelerin afyonudur’ gerçeğine sırtını dayamak ve ortamın gerginliğini bu yolla almak istiyor da olabilir...
‘Beyaz’ın deyimiyle ‘O bir yüzme efsanesi...’ Benim çocukluğumun idolü Mark Spitz’di; Phelps, Spitz’in rekorlarını hem havuza hem de tarihe gömdü... 30 yaşındaki sporcu hatırlanacağı gibi 18’si altın 22 madalyayla ‘Olimpiyat Oyunları Tarihi’nin gelmiş geçmiş en başarılı ismi. Muhtemeldir, bir sonraki oyunlarda bu sayıyı daha ileri noktalara taşıyacak ve makası alabildiğince açacak... Lakin bu muhteşem, bu sıra dışı, bu her bir şeyin üstü yetenek, Rusya’nın Kazan şehrinde gerçekleştirilen son ‘Dünya Su Sporları Şampiyonası’na katılamadı. Neden mi? Çünkü geçtiğimiz ekim ayında ikinci kez alkollü olarak araç kullanırken yakalandı ve Amerika Yüzme Federasyonu tarafından 6 ay men cezası aldı.
Bu durumda da ülkesindeki seçmelerini geçmesine rağmen ABD’yi, Kazan’da temsil etme hakkını kaybetti. Peki, ne yaptı Phelps? Bir rehabilitasyon merkezinde 45 gün alkol tedavisi gördü. Önceki gün de tekrar havuza dönerek formda olduğunu hatırlattı. Bu durum, meselelere bu yakadan bakanlar için de başka şeyleri hatırlattı. Ya da en azından bana diyeyim... Neydi Phelps ve hatırlattıkları? Şuydu: Siz her şeyin üstünde bir kişilik olsanız da, tarihi unvanlarla donansanız da, şöhretiniz ülke sınırlarını taşsa da kurallar ‘ne yazık ki’ sizin için de geçerlidir. Siz, bütün bu kurallar dizgesinde herkes kadar eşitsinizdir...
ŞAMPiYONA BU YAPILIR MI?
OYSA aynı meselenin bu topraklarda vuku bulduğunu düşünün. Böyle bir değeri hangi ‘hukuksal normlar’, yeni ülke başarılarından mahrum edebilir ya da ‘rehabilitasyon’ sürecine taşıyabilirdi? Hem böylesi bir ‘rol modeli’ni, kazanacağı ‘olası’ madalyalardan mahrum bırakmak kimin haddine olurdu? (Bu konuda tek kriter devreye girebilirdi, malum ‘alkol kullanımı’ şimdiki zaman ölçülerinde pek de kabul görmeyen bir hareket, dolayısıyla ‘yerli’ Phelps bu nedenle, o da ‘belki’ makul ölçülerde bir cezayla karşı karşıya kalabilirdi).
Malum, özellikle görsel açıdan sinemaya en fazla malzemeyi veren spor dalıdır boks. Bu yüzden kameralar sık sık ringin etrafına kurulur. Bu durumda da farklı kuşaktan oyuncuları sürekli yumruk sallarken görüp dururuz. Jon Voight (‘The Champ’), Sylvester Stallone (‘Rocky’), Robert De Niro (‘Raging Bull’), Daniel Day-Lewis (‘The Boxer’), Denzel Washington (‘The Hurricane’), Mark Wahlberg (The Fighter’), Will Smith (‘Ali’), Russell Crowe (‘Cinderella Man’) bu kulvara ait listenin ilk anda akla gelen isimleri. Haftanın öne çıkan yapımlarından ‘Son Şans’la (‘Souhtpaw’) birlikte ekibe Jake Gyllenhaal da katılıyor.
Antoine Fuqua’nın imzasını taşıyan yapım, Dünya Hafif Sıklet Boks Şampiyonu (kurgusal bir karakter elbet) Billy Hope’un yaşadıklarını anlatıyor. Kurt Sutter’ın kaleme aldığı hikâye, ‘Raging Bull’vari dokunuşlarla bezenmiş. Film zaten güzelliğini yaşanan trajedinin yıkımlarında buluyor. Hope’un çöküşü, en sevdiği varlık olan kızı tarafından itildiği yalnızlık, amatör bir boks kulübünde tekrar var olma ve geçmiş günlerine dönme çabası artı bir anlamda ring üzerinde eski bir hesabı kapatma mücadelesi... Bütün bu ayrıntılar, filmin kayda değer yanları. Öte yandan iş ringe gelince ‘Son Şans’ klişeler denizine dalıyor ve sanki ‘Rocky serisi’nden yeni bir hamle izliyoruz hissiyatına kapılıyoruz.
Ya oyunculuklar? Jake Gyllenhaal, Billy Hope’ta başarılı ama tabii ki performansı ‘Night-crawler’dakiyle kıyas kabul edilemez. Maureen’de Rachel McAdams kısa ve öz takılıyor, Forest Whitaker da antrenör Tick Wills rolüyle meselenin ‘amatör ruhu’na vurgu yapıyor.
Diyelim ki hayat pratiğinizde yok ama en azından bir sinemasever olarak Woody Allen filmlerinden biliyor olmalısınız; ‘Evlilik’ aynı zamanda bir mücadele alanıdır... Haftanın öne çıkan filmi ‘Aç Kalpler’ (‘Hungry Hearts’), öyküsünü bütünüyle bu alanda inşa eden ama ruhen Allen’dan ziyade o çok sevdiği İsveçli büyük usta Bergman’a yakın duran ve fakat doğrusu bütün bu çağrışımlardan öte kendi başına çok çok özgün bir yerin tarifine soyunan, bence çok kıymetli bir sinemasal çaba. İtalyan yönetmen Saverio Costanzo’nun New York’ta geçen filmi, iki genç insanın, Mina ve Jude’un tanışma faslının ardından gelişen ilişkilerini ve sonrasında bu birlikteliğin evlilik çatısı altında bir trajediye dönüşen gelişimini anlatıyor.
Önce kısaca hikâye: Bir Çin restoranının tuvaletinde kapılarını sıkışmasıyla zoraki bir şekilde başlayan tanışıklığın ardından büyükelçilikte çalışan Mina’yla mühendis Jude, çok geçmeden evleniyor. Başta her şey gayet iyi giderken ‘kaza’ sonucu gelen hamileliğin ardından aralarına katılan yeni konuk, evdeki bütün dengeleri değiştiriyor. Mina’nın ‘Bu yaşlı ve kirli dünya’ya getirdiği minik arkadaşa ilişkin aşırı hassasiyeti, onu farklı yöntemlerle büyütme çabası ve giderek psikolojik bir saplantıya dönüşen aşırı koruma içgüdüsü çiftin ilişkilerini sekteye uğratıyor.
François Ozon imzalı ‘Yeni Kız Arkadaşım’ (‘Une nouvelle amie’), Türkiye serüvenine İstanbul Film Festivali’nde başlayıp şansını ticari sinema ağında deneyen yapımların sonuncusu. Bir zamanların harika çocuğu artık orta yaş demlerinde ama üretkenliğini kaybetmeden ilgiye değer filmleriyle yoluna devam ediyor. Fransız yönetmenin bu son çalışması, yakınlarda kaybettiğimiz (2 Mayıs 2015) İngiliz polisiye ve gerilim yazarı Ruth Rendell’ın kısa bir öyküsünden sinemaya uyarlanmış. Filmin konusu kısaca şöyle: Claire ve Laura, çocukluktan beri iki sıkı arkadaştır. Büyürler ve evlenerek birer mutlu yuva kurarlar. Laura, bir çocuk doğurur lakin geçirdiği bir hastalık sonucu hayatını kaybeder. Claire, cenaze töreninde arkadaşına söz verir. Geride kalan kocası David’e ve kızına sahip çıkacaktır. Bir süre sonra David’i ve minik kızı ziyarete gider. Gördüğü manzara şaşırtıcıdır; David kadın elbiseleri içinde kızına bakmaktadır. Claire, başta bu duruma tepki gösterse de sonrasında yumuşar. Kadın kimliğinden dolayı ‘Virginia’ adını verdiği David artık onun yeni kız arkadaşıdır...
5 üzerinden 3,5 yıldız
‘Yeni Kız Arkadaşım’, genel havası itibariyle Ozon’dan çok Pedro Almodovar filmi gibi olmuş. Malum, İspanyol yönetmen de vakti zamanında bir Ruth Rendell uyarlaması (‘Çıplak Ten’-‘Carne tremula’) gerçekleştirmişti ama Ozon’un filmi daha çok ‘İçinde Yaşadığım Deri’yi (‘La piel que habito’) çağrıştırıyor gibi geldi bana. Öte yandan ‘Yeni Kız Arkadaşım’ı Almodovar’la buluşturan en önemli şey sanırım filmdeki melodramatik ton olmuş.
Oyunculuklara gelince; Claire rolündeki Anais Demoustier, malum son dönemin yükselen yıldızı. Geçen hafta ‘Acemi Çapkın’da da izlediğimiz oyuncuya Fransız eleştirmenler çoktan ‘Yeni Isabelle Huppert’ unvanını uygun görmüşler bile. Demoustier, Claire’de gayet iyi. Keza ‘Gadjo dilo’, ‘İspanyol Pansiyonu’, ‘Arsen Lüpen’, ‘Gönül Avcısı’, ‘Günlerin Köpüğü’ gibi yapımlardan hatırladığımız Romain Duris de David/Virginia karakterinde. Her daim beğendiğimiz Isild Le Besco da Laura’da kendisini hatırlatıyor.
Görevimiz Tehlike’ (yani orijinal ismiyle ‘Mission: Impossible’), 1966’da bir TV dizisi olarak popüler kültürün sularında yüzmeye başladığında, dünya iki kutuplu siyasi iklimin gölgesi altında yaşıyordu. Bu genel manzarada CIA, öncelikle Latinler olmak üzere demokratikleşme yolundaki her ülkenin içişlerine müdahale eden, kanlı diktatörlere arka çıkan, darbelere yardım ve yataklık eden bir istihbarat örgütü görünümündeydi. Dizi ise bir anlamda, “Tamam, yer yer arzu etmediğimiz bir imajımız olabilir ama üstün teknik imkânlarımız ve son derece zeki ve yetenekli elemanlarımızla aslında biz bu dünyayı kötülerin elinden kurtarmak için çabalıyoruz”un ifadesiydi. Nitekim bu hedef başarıldı ve ‘Görevimiz Tehlike’, karakterleri, serüvenleri ve Arjantin asıllı Lalo Schifrin’in ünlü jenerik müziğiyle dünya çapında tanındı (Bu coğrafyanın seyircisiyle de, 70’li yılların ortalarından itibaren TRT’nin siyah-beyaz ekranlarında buluştu). Dizi, 80’lerin sonunda tekrar sahne almak istese de geçmişteki ilgiyi görmedi ve yeni hamle, iki sezonluk maceranın ötesine gidemedi.
Sinema ise aynı sulara 1996’da usta yönetmen Brian De Palma’yla döndü. Bu kez ana karakteri Ethan Hunt’ı dönemin yıldız isimlerinden Tom Cruise’un canlandırdığı, ‘Soğuk savaş dönemi’nden farklı bir siyasi iklimin gölgesinde, bambaşka tiplemelerle donanmış bir yapılanma ve serüvenler vardı karşımızda. Sonrasında bu ilk adımın devamı geldi ve aradan geçen yıllar içinde kamera arkasındaki isimler değişti ama Tom Cruise hep sabit kaldı ve bu hafta vizyona giren ‘Mission: Impossible-Rogue Nation’la birlikte seri, toplamda beş filme ulaştı.
SENARYO İYİ OLUNCA…
5 üzerinden 3,5 yıldız