Sahi, sinema tarihinde birçok unutulmaz karaktere hayat veren o büyük aktör niye artık geçmişine uygun rollerle karşımıza gelmiyor? Sinemaseverler her yeni Robert De Niro filmine heyecanla yollanırken, salondan sürekli hayal kırıklığıyla ayrılıyor. Evet, bazen şanına uygun rollerde huzurumuza çıkıyor ama genel bir toplam içinde böylesi yapımlar o kadar az ki... Mesela David O. Russell imzalı ‘Umut Işığım’ ya da bu hafta vizyona giren ‘Stajyer’, nispeten kayda değer bir performansa soyunduğu o çok az filmlerden bazıları.
De Niro gayet üretken bir aktör. Ama çizdiği tablo üretkenlikten ziyade bir işkoliğin ışıltılı kariyerine uygun olmayan filmlerde sıkça boş göstermesinden başka bir şeyi ifade etmiyor. Hoş, bu bir strateji de olabilir; mesela Paul Giamatti bir keresinde hiç görmediği birçok filmde rol aldığını itiraf etmişti. Ve yine mesela Michael Caine için riyavet edilir ki, rol aldığı bir film sorulunca söz konusu yapımı hiç görmediğini ama o filmden kazandığı parayla inşa ettirdiği havuzu gayet iyi gördüğünü söylemiştir. Donald Sutherland de ‘Lock Up’ filminde Sylvester Stallone’den kendi karakteriyle güç mücadelesine giren sadist gardiyan rolü için teklif aldığını, hikâye ve karakteri sevmediği için kadroda bulunmamak adına imkânsız bir meblağ (1 milyon dolar) istediğini, lakin yapımcıların bu parayı ödeyeceklerini söylemeleri üzerine filmde oynadığını açıklamıştı.
VERGİ BORCU ÇOKMUŞ
Kendisi ketum biri. Kolay kolay röportaj vermiyor ama az sayıdaki söyleşilerinin birinde yaşlandıkça neyin önemli olup neyin olmadığının farkına vardığını; eskiden çok takıntılı biri olduğunu ve bunun da büyük zararlara yol açabileceğini, yaşlanınca ve deneyim kazandıkça da insanın daha rahat olduğunu söylemişti. Yani önüne getirilen projelerin kalitesini sorgulamadan kabul etmesini, işte bu açıklamaların satır aralarında bulmak pekâlâ mümkün.
Film hoşsohbet taksici Fikret’in etrafına anlattığı dört öyküden oluşuyor. Projenin yaratıcıları bu birleştirici unsuru, karakterin eline baston vererek bir tür ‘Meddah’ geleneği içine oturtmak istemişler.
Lakin bütün bu kâğıt üzerindeki iyi niyetli çabaların peliküle yansımasında etkileyici bir film ya da skeçler toplamı bulamıyoruz. ‘Ayrılık’ adlı öykü diğerlerinin önünde birkaç adım önde duruyor, ama diğer üçü vasatı aşamıyor. Filmin bir başka problemi de elindeki son derece güçlü kadroyla istenilen verimi alamaması olmuş. ‘Olağan Şüpheliler’e yapılan gönderme de ‘Hoş bir sada’dan öteye gidememiş. Bu durumda insan şöyle düşünüyor: “Bu kadar sinema bilgisi ve sevgisinin karşılığı, böyle bir film mi olmalıydı?”
Önümüzdeki tabloda da bize (yani ‘eleştirmen’ tayfasına) düşen de, bu yaratıcı ekibin ve oyuncu kadrosunun daha iyi ve derin projelerde karşımıza çıkma ihtimalini sevmek!
Gey bir çiftin ilişkini anlattığı ‘Weekend’le tanıdığımız İngiliz yönetmen Haigh, bu son çalışmasında aslında Haneke’den çok Bergman’vari bir hüznün ve ilişkiler düzleminin peşine düşüyor (hatta ‘45 Yıl’ı ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ın, şimdiki zaman sinemasındaki yeni bir tezahürü olarak da ele almak mümkün). Filmin öyküsü kısaca şöyle özetlenebilir: Evlilik yıldönümlerinin 45. yılında bir parti düzenlemek isteyen Kate ve Geoff Mercer çifti organizasyonun hazırlıklarıyla uğraşırken gelen bir mektup giderek işleri çıkmaza sokuyor. Geoff’un evlilikten önceki kız arkadaşı Katya, 1962’de Alpler’deki bir tatilde bir buzulun içine düşerek ölmüştür. Mektup, yıllar sonra cesedin bulunduğunu bildirmektedir. Yaşlı adamın son görevini yerine getirmek üzere İsviçre’ye gitme kararı, ikili arasında sorunlara neden olur.
Cumartesi günü gerçekleyecek yıldönümü öncesindeki beş gün etrafında Kate ve Geoff çiftinin yaşadıklarını anlatan ‘45 Yıl’, son derece incelikli bir çalışma. Haigh, David Constantine’in kısa öyküsünden uyarladığı filminde ilişkideki ayrıntıların ve hâlâ geçmişteki etkisini yitirmemiş tutkuların peşine düşüyor. Yönetmenin incelikli anlatımını da, Kate rolündeki Charlotte Rampling’le Geoff’u canlandıran Tom Courtenay’in muazzam performansları taçlandırıyor. Rampling hâlâ çok zarif, hâlâ çok etkileyici ve hâlâ çok inandırıcı. Keza Courtenay de benzer şekilde doğal bir oyunculuk gösterisine soyunuyor ve çoğu kez karakterinin haletiruhiyesini yüzüyle ifade etmenin üstesinden geliyor. (İkili Berlin’de bu yıl ‘En İyi Kadın ve Erkek Oyuncu’ ödüllerini kazanmıştı.)
‘45 Yıl’da upuzun bir ilişkinin üzerine geçmişin hayaleti bir kâbus gibi çöküyor. Yönetmen Haigh, filmi dolayısıyla seyirciyi bu ağır yükün yarattığı ya da geride bıraktığı yıkım arasında çarpıcı bir sinemasal yolculuğu davet ediyor. Bu daveti kaçırmayın derim.
Salonlarda bu hafta bir nevi ‘Yaşlılara Saygı’ rüzgârı esiyor. Haftanın en popüler seçeneği konumundaki ‘Stajyer’ (‘The Intern’), aslında bir arayışın filmi. Bu arayış da gelenekselle modern ötesi bir düzlemde gidip geliyor. Robert De Niro gibi efsanevi bir aktörle genç kuşağın parlak yıldızlarından Anne Hathaway’in sürükledikleri filmin konusu
kısaca şöyle:
70’lerindeki Ben Whittaker emeklilikten sıkılmıştır. Çünkü artık bir işe yaramadığını düşünmektedir. Gördüğü bir ilana başvurur, kabul edilir ve ilginç bir deneyin parçası olur. İş, genç modacı Jules Ostin öncülüğünde kurulan ve giderek büyüyen bir moda sitesinde yaşlı kuşağın temsilcisi olarak ‘stajyer’lik yapmaktır. Lakin böylesi bir görev Ben’i kesmez, yardımsever kişiliğiyle önce bütün bir şirketin, sonra da başlarda ona muhalefet eden Jules’ün sempatisini ve de güvenini kazanır...
Kaleme aldığı, zaman zaman da yönettiği romantik komedilerle (‘Kadınlar Ne İster?’, ‘Aşkta Her Şey Mümkün’, ‘Tatil’) tanınan Nancy Meyers’in imzasını taşıyan ‘Stajyer’, son derece zevkli, samimi ve zekice diyaloglar eşliğinde adeta bir kısa filmle başlıyor. Bu bölümde ana karakter Ben Whittaker kendisini ve emeklilik dönemindeki ruh halini anlatıyor. Lakin film asıl rotasına girdikten sonra sanki yavaş yavaş irtifa kaybediyor ve nihayetinde sıradanlığı aşamıyor.
Ev sahibi Fenerbahçe’nin ise hatıralarla uğrayacak durumda yoktu; o bu coğrafyanın futbol iklimi gereği adının yanındaki ‘Büyük’ sıfatıyla ola ki bir önceki maçta kötü bir sonuç aldı, söz konusu mücadelenin anılarını hemen silmek zorundaydı.
Bu da şu demek oluyordu: mesela perşembe günü oynadığı Molde maçında aldığı yenilginin kötü izlerini dün Bursaspor karşısında mutluluğa çevirmek durumundaydı Sarı-Lacivertliler. Çünkü olası bir tekleme, tarihinin en pahalı kadrolarından birini kuran takımın teslim edildiği teknik direktörün geleceğinin daha bir kararması anlamına gelecekti.
DÜŞÜNCE DEĞİŞİNCE
Aydınlık geleceğe doğru hamlede umut ışığını Nani yaktı. Markovic’in yetenek gösterisi şeklinde sürüklediği atakta klas bir vuruşla tabelayı takımı lehine değiştirdi Portekizli... Konuk ekip gole kadar savunmadaydı, sonra ‘Korkunun ecele faydası yok’ diyerek atağı düşünmeye başladı. Bu düşüncenin karşılığı ikinci yarıda Necid’in vuruşuyla alındı. Beraberlik sonrası Bursaspor zaman zaman parlasa da kontra toplardan istediğini alamadı.
Bazı filmler ilginç bir oluşumun eseri olarak karşımıza çıkıyor; açmak gerekirse mesela hikâyesi mükemmel ama rejisi problemli ya da rejisi çok güçlü ama görüntü çalışması yetersiz veyahut müziği unutulmaz ama film geneli itibariyle vasat bile olmayabiliyor. Bu ön parantezi, “Hepsinin iyi ve çizgi üstü olması durumuna ‘Başyapıt’ diyoruz” hatırlatmasıyla kapatalım. Haftanın mönüsündeki öncelikli durağımız olan, Denis Villeneuve imzalı ‘Sicario’, girişte altını çizdiğimiz tanımlar içinde gidip gelen, tuhaf bir sentezin ifadesi. Yerel bir operasyonla başlayıp ‘komşu’ya (tabii ki Meksika) sıçrayan geniş bir halkanın peşinde koşan öykü, seyirci nezdinde adrenalini hiç düşürmüyor, arada bir de ‘sosyolojik’ takılıyor.
Önce kısaca hikâye diyelim: FBI ajanı Kate Macer, çok sayıda ceset buldukları ve iki meslektaşlarını kaybettikleri bir operasyonun ardından meselenin gerçek faillerinin ortaya çıkarılması yolunda daha büyük denizlere açılmaya karar verir. İpin ucu Meksika’daki bir uyuşturucu karteline uzanmaktır. Macer, CIA’in yürüttüğü ‘deplasman’ operasyonlarına katılırken bütün bu süreçte gelişen birtakım ahlaki ve hukuki saptamalar yüzünden iç hesaplaşma yaşayacaktır.
‘Incidies’, ‘Prisoners’ ve ‘Enemy’ adlı filmleriyle tanıdığımız Kanadalı Villeneuve, öyküsünü Taylor Sheridan’ın kaleme aldığı ‘Sicario’da temel olarak atmosfere yükleniyor. Film boyunca üç operasyon sekansı var; etkileyici bir giriş olarak meseleye Amerikan topraklarında dahil oluyoruz, sonrasında Meksika’nın Juarez şehrine taşınıyoruz (ki burada görüntü yönetmeni Roger Deakins’ın kamerasının kent dokusundan yakaladığı sahneler muhteşem bir belgesel tadında) ve nihayetinde asıl darbenin vurulduğu tünel çatışmaları var.
‘Meksika Sınırı’ aşılırken
O da şu; bu sistem malum ‘Büyükler’ üzerine kurulu.
Siz de sistemin basın kanadı üzerinden bir bileşeni olarak ister istemez genel bakışın ve reflekslerin bir şekilde parçası oluyorsunuz.
Evet, dinamiklerin nasıl biçimlendiğine, rollerin nasıl dağıtıldığına -hele bir de belli bir yaş üstüyseniz- fazlasıyla vâkıfsınız ve ‘alternatif’in ne olduğunu gayet iyi biliyorsunuz ama yine de genel eğilimler sizin kapınızı da çalıyor.
Farkındayım, kapalı tariflerde fazla dolandım, meseleyi biraz açmak gerekiyor.
‘Leyla ile Mecnun’ dizisinin senaristi olarak tanınan ve yönetmenlik uğraşına ‘Bana Masal Anlatma’yla adım atan Burak Aksak, ikinci çalışması ‘Kara Bela’yla huzurlarımızda. Film, Yeşilçam’ın iflah olmaz masum karakterlerini andıran Kudret’in, rüyasında gördüğü ‘Rahmetli’ annesinin “Antep Kalesi’nde kurtarman gereken bir kız var” uyarısı üzerine yollara dökülmesi üzerine bir öyküye sahip. Bu yolculuk esnasında Kudret’in emektar arabası ‘Kara Bela’ya sırasıyla sevimli bir seyyar satıcı, güzel bir caz şarkıcısı ve intihar etmek isteyen bir genç dahil olur. Kudret’i canlandıran Cengiz Bozkurt’un bir önceki filmi ‘İyi Biri’nde çizdiği tiplemeyi de andıran ana karakterin yanı sıra öykünün sürekli yollarda geçmesi de Ali Atay’ın ‘Limonata’sının (bu kez iki kişilik yolculuk dört kişiye çıkmış) ikinci yarısına benzer bir efekt yaratıyor. Ya da şöyle söyleyeyim, ‘eleştirmen kafası’ böyle işliyor.
Birkaç tane (“Mafya, polis, zabıta... Bu nasıl bir üçgendir böyle...” gibi mesela) çok sıkı espri barındıran yapım, genel olarak güldürüyor ama çok da orijinal bir çalışma olmamış. Ama son dönemde salonlara uğrayan onca kötü komedinin yanında tabii ki farklı bir noktada duruyor. Oyunculuklara gelince Cengiz Bozkurt rolüne ‘cuk’ oturmuş, Erkan Kolçak Köstendil ise zaman zaman kullandığı diyalektten dolayı olsa gerek, nedense Ertan Saban efekti yarattı bende. Seda Bakan ve Cihan Ercan da idare ediyorlar.
‘Bana Masal Anlatma’nın da Ocak 2015’te vizyona çıktığı düşünülürse bir yılda iki uzun metraj; bence özellikle ‘genç bir yaratıcı’ için fazla bir üretim... Naçizane Aksak’a önerim, bundan böyle potansiyelini daha derin ve kalıcı yapıtlarda değerlendirmesi. ‘Beklemedeyiz’ diyerek önümüzdeki yapıtlara bakalım...
Kara BelaYönetmen: Burak AksakOyuncular: Cengiz Bozkurt, Seda Bakan, Erkan Kolçak Köstendil, Cihan Ercan, Tarık Ünlüoğlu, Erdal Tosun ile İştar GöksevenTürkiye