◊ Önce filmi nasıl buldun?
- Çok beğendim, bir malzemecinin hayatının anlatılması da güzel bir şey diye düşünüyorum. Yaşadığımız şeylerin bazıları acı dolu, bazıları eğlenceli. İnsanlar sevdiyse, ben de mutluyum.
◊ İlk kez senin hakkında bir belgesel yapma teklifi geldiğinde neler hissettin?
- Çok şaşırdım. Böyle bir şey beklemiyordum tabii ki. Beni, yönetmenimiz Gökçe’yle stat müdürümüz tanıştırdı. Önce bir şaşkınlık yaşadım. Sonrasında da şöyle oldu: Ben okuyamadım, bu yüzden okuyan insanlara her zaman büyük saygım vardır. Gökçe’nin üniversiteli olduğunu öğrendim ve ona saygı duydum, teklifini de kabul ettim...
◊ Günün birinde öykünün böyle filme çekileceğini hiç düşünüyor muydun?
- Hayır, insanın aklına bile gelmezdi. Çünkü şöyle, ben Beşiktaş Kulübü’nün bir işçisiyim, malzemeciyim. Bir malzemecinin hikâyesinin filme çekilmesi inanılmaz bir şey. Derler ya rüyamda görsem inanmazdım, aynı şey benim için de geçerli.
◊ Daha önce yaşadıklarını mesela bir kitapta toplama gibi bir düşüncen oldu mu?
- Altyapıda oynayan küçük çocuklardan birinin babası büyük bir yayınevinde yöneticiydi, bana böyle bir teklifte bulundu, “Anılarından bazılarını yaz” dedi. O zamanlar Beşiktaş’ın 21-22 yıllık çalışanıydım. Nedense kabul etmedim, zamanın koşulları uygun değil diye düşündüm. Filme gelince, büyük şirketler böyle bir film çekme teklifinde bulunsa yine kabul etmezdim ama Gökçe bana sempatik, sıcak geldi, kabul ettim.
1983 yazı... Arkeolog ve sanat tarihçisi Prof. Perlman’la Fransız eşi Annella’in, mimarisiyle kendi çapında cennet bahçelerinden bir demet sunan Kuzey İtalya’daki evine Amerikalı doktora öğrencesi Oliver gelir. Bu farklı kültürden konuk, çok geçmeden profesörün 17 yaşındaki oğlu Elio’nun ilgisini çeker. Bu ilgi, zaman içinde karşılığını bulur. Başta mesafeli seyreden birliktelik daha sonra nereye evrileceği belirsiz bir muammanın ifadesine dönüşür...
Ah, şu yaz aşkları... İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, André Aciman’ın aynı adlı romanından üstat James Ivory’nin adaptasyonuyla sinemaya taşınan filminde, coşkulu, yürek çarpan ama daha sonra da burkan, hüzünlü ve de gayet romantik bir çalışmaya imza atıyor. ‘Beni Adınla Çağır’ (‘Call Me by Your Name’), canlı renkler, çekici mekânlar, güzel insanlar, enfes doğa kadrajları, entelektüel meselelerde gezinen diyaloglar derken sahaya adeta büyük avantajlarla çıkmış bir takım görüntüsünde. Nitekim bu durum, karşılığını çabuk buldu; gösterim ağına festivaller yoluyla ya da vizyon turuyla takıldığından bu yana el üstünde tutulan, üzerine toz kondurulmayan bir film var karşımızda.
Peki nedir ‘Beni Adınla Çağır’ın kerameti? Ben kendi adıma genel coşkunun dışında kalsam da, sanki “Evet, neden beğenildiğini çok iyi anlıyorum” tadındayım. Bir kere Guadagnino’nun sunduğu dünya, vakti zamanında Bertolucci’nin ve kimi Fransız yönetmenlerin pastoral görüntüler eşliğinde anlattığı, safi romantizm kokan, sadece kadın-erkek ilişkilerine odaklanmış, ekonomik açıdan dertsiz burjuvaların ön planda olduğu, bazılarının hayat dolu, bazılarının ise tükenişe doğru yol aldığı karakterlerle bezeli filmlerini hatırlatıyor. Ki Guadagnino da bir önceki filmi ‘A Bigger Splash’te Fransız Jacques Deray’ın ‘La piscine’ini yeniden çekerek bu dünyaya olan ilgisini daha önceden de göstermişti. Dolayısıyla ‘Beni Adınla Çağır’, sinemayla az çok derinlikli ilişkide bulunanların aklına, hafızalarındaki yerleri sağlam bu yapıtları getirdi ve nostaljik zaaflarımızla da çaldı kalplerimizi (ya da kalpleri)...
Hoşgörülü baba figürü
Filmde anlatılan, eşcinsel bir aşkın tasviri. Sinema, popüler yanıyla da bu sulara daha önce uğradı. ‘Brokeback Mountain’ ya da ‘Moonlight’ (ki ‘Moonlight’ biraz da Akademi’nin sayesinde popülerleşti) mesela... Ama hiçbir örnek Guadagnino’nun filmi kadar sevilmedi, baş tacı edilmedi. Bunda (kendi tespitim değil, yakın bir arkadaşımın görüşüdür; katılıyor ve aktarıyorum) galiba en önemli etken; böylesi bir aşka hoşgörü gösteren, anlayışla karşılayan bir babanın (Prof. Perlman) varlığı da oldu. Benzer durumları kendi hayatlarında yaşayanlar belki yoksun kaldıkları bir baba figürünü öyküde bulmanın huzuruyla ‘Beni Adınla Çağır’ı daha da çok sevdiler...
Bana sorarsanız benzer meselelerde gezinen Todd Haynes’ın ‘Carol’ı mesela, daha zarif, daha ince, daha çarpıcı bir filmdi. Yıkıcılık ve geride bıraktığı izler açısından da Andrew Haigh’in ‘Weekend’i... Ayrıca Guadagnino’nun filmografisi bakımından da ‘Benim Adım Aşk’ (‘Io sono l’amore’) ve ‘Sen Benimsin’in (‘A Bigger Splash’) daha iyi filmler olduğu kanısındayım. Lakin ‘Beni Adınla Çağır’ın da hakkını yememek lazım; yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi o kadar çok ‘gönülçelen’ yanı var ki, herkesin bu rüzgârın peşinden sürüklenme nedeni farklı olabilir...
Oyunculuklara gelince: Elio’da Timothée Chalamet, performansıyla genç kuşağın en gözde aktörü haline geldi (‘En İyi Erkek Oyuncu’da Oscar’a da aday oldu). Sadece bu film değil ‘Lady Bird’deki varlığı da bu durumu pekiştirdi (bu arada 30 Mart’ta vizyona girecek olan ‘Vahşiler’de de küçük bir rolü var). Keza Oliver’de de Armie Hammer, ‘gürbüz, fit, gönülçelen ve gönülkıran Amerikalı’da gayet iyiydi.
Ev sahibi ‘Paşa’nın derdi, ‘En alttakiler’ çizgisinde alabildiğine uzaklaşmak, ‘Hasnun Galipliler’inki ise altı hafta sonra ele geçirdikleri ‘liderlik’ unvanının süresini uzatmaktı.
SANKİ MESSİ
‘Tudor dönemi’nin alamet-i farikası ‘İçeride sefa, deplasmanda cefa’ydı. ‘Dördüncü Terim devri’nin iki maçlık deplasman karnesinde ise bir galibiyet ve bir mağlubiyet vardı. Takımın teknik patronluğuna kısa bir ‘es’ verdikten sonra tekrar kulübeye dönen Kemal Özdeş’in takımının ‘Zirve ortakları’yla olan iç saha karnesinde ise Beşiktaş: 2-2 ve Başakşehir: 1-2 sonuçları yazılıydı.
Bu ‘geçmiş notlar’ eşliğinde başlayan maçın başlangıcında Gomis kısa rahatsızlığıyla yüreğimizi ağzımıza getirdi ve çok şükür ki çarçabuk oyunu döndü. İlk 45 dakikanın iki önemli notu Donk’un içinden aniden bir Messi çıkması sonucu Rodrigues’a attırdığı gol ve penaltıyla Paşa’nın bulduğu beraberlik sayısıydı.
İkinci yarıya Galatasaray Eren’le forveti çiftleyerek başlasa da bu hamle skorda karşılığı bulmadı. Rodrigues’in dağınıklığı, Tolga Ciğerci’nin kötü oyunu, Nagatomo’nun top kayıpları derken zaman Sarı-Kırmızılıların aleyhine aktı. Ev sahibi ise bulduğu kontralarda etkiliydi. Duran topta klas bir gol atan Koita skoru belirleyen isim oldu.
Sonuç? Dün Galatasaray bu sezonki klasikleşmiş kötü deplasmanlarından biri oynadı ve Kasımpaşa karşısında Beyoğlu derbisini kaybederek liderliği yeniden Başakşehir’e kaptırdı. Evinin uzağındaki hastalığa Tudor gibi Terim de çare bulamamış gözüküyor.
MAÇIN ADAMI: KOİTA
Çok şık bir golle takımına üç puanı getirdi ancak öncesinde de adam eksiltmeleriyle ve fizik mücadelesi ile G.Saray’ı oldukça yıprattı. Takımının en iyisiydi.
Marvel ve DC Comics arasındaki ‘Beraber ve Solo Şarkılar’ türünden ezeli rekabetin yeni ayağında ‘Black Panther’la haşır neşiriz. İlk kez 1966’da ‘Fantastic Four Vol. 1’ dergisinde okur karşısına çıkan bu karakter (yaratıcıları Stan Lee ve Jack Kirby ikilisi), sinemaya da 2016 yapımı ‘Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı’nda, ‘ara rol’de “Merhaba” demişti. Şimdi de ‘Tek başına’ huzurlarımızda (Aslında ‘Tek başına’ dediğimize bakmayın, ait olduğu toprakların, Wakanda adlı ‘kurgusal’ ülkenin önde gelenleriyle tabii).
Önce kısaca bir konu özeti geçelim: Babasının BM’deki patlama sonucu ölmesiyle tahta geçme sırası kendisine gelen Prens T’Challa, beş kabilenin önünde verdiği ‘Meydan Okuma’ sınavından geçerek ‘Yeni Kral’ olur. Devraldığı barışçıl gelenekleri sürdürme niyetindedir ama dış dünyadan gelip taht üzerinde hak iddia eden Erik Killmonger, işin seyrini değiştirir...
Batılı eleştirmenlerin bir süredir yere göğe koyamadıkları ve de birçok siyasi ve sosyolojik anlam yükledikleri ‘Black Panther’, ne yazık ki bildiğimiz ‘Beyaz adam’lı ‘Süper kahramanlık’ filmlerinin siyahi versiyonu olmaktan öteye gidememiş. Malum, kahramanın ırkını değiştirmekle türe bir yenilik ya da farklılık getiremezsiniz; ‘Rocky’ serisine yıllar sonra Apollo üzerinden eklenen ‘Creed’le tanınan Ryan Coogler imzalı ‘Black Panther’ın yaptığı tam da bu olmuş... Evet, filmin kimi ‘öteki’leri de öne çıkaran hamleleri var. Ama zaten Obama’nın Amerikası’ndan bu yana Hollywood geçmişte sırtını döndüğü tüm unsurları yavaş yavaş kendi içine katmayı ve giderek onları da birer para kazandıracak metaya çevirmeyi yapıyor.
Kadınlar vardır her yerde!
Senaryosunu Coogler’la birlikte Joe Robert Cole’un kaleme aldığı senaryodan çekilen bu hamlede ise ‘Süper kahraman’ filmlerinin tüm klişelerine rastlıyoruz. Öykü zaten ‘Aslan Kral’ın (‘Lion King’) yeni bir versiyonu, farklılık şu: İktidar kavgasına ‘amca’ yerine ‘amca oğlu’ (‘Emmioğlu!’) dahil oluyor... Bir de filmin kadınlara yönelik ‘Pozitif ayrımcılığı’ var: Mesela kadınlardan oluşan bir muhafız birliği... (‘Amazon’ tadı taşıyorlar.) ‘Black Panther’ın yardımcıları da eski sevgilisi Nakia, kız kardeşi Shuri (ki bu karakter de Bond’un Q’su gibi teknolojik silah, alet edavat, mühimmat tasarımlarıyla ilgileniyor) ve kadın savaşçıların lideri Okoye...
Dünyanın kaotik ortamından uzakta kendi yağıyla kavrulan Wakanda ise fütüristik tasarımların ifadesi niteliğindeki mimarisiyle dikkat çeken bir uygarlık. Üstün teknolojisini ise bol miktarda sahip oldukları vibranyum elementinden elde ediyor. Eski bir asker olan ve taht için hak iddia eden Killmonger, işte bu cennet vatanı ve barışçıl yaklaşımlarını bir kenara atarak hem dünyayı ele geçirmek hem de ezilmiş, suskun kalmış siyahların sözcüsü olmak istiyor.
Afrika’nın ‘içişleri’ne Tarzan gibi ‘Beyaz’ bir kahramanla karışmak isteyen klasik Batı bakışının yanında ‘Black Panther’, evet kendi değerleriyle hareket eden bir yapı ama yine de öykünün ‘iyi’ beyazının (Everett K. Ross) bir ‘CIA ajanı’ olması durumu yeterince açıklıyor sanırım (kötü ‘siyahi’si de CIA adına çalışmış eski bir asker, bu notu da bir kez daha düşelim).
Evet, sinema salonlarına bu aralar uğrayan en gereksiz dizide son nokta konuluyor. Bize de bu durumda, “Şükürler olsun” demek düşüyor. Dönem ödevi yapmak için gittiği Christian Grey adlı işadamıyla daha sonra ilişkiye giren ve sado-mazo bir dünyanın parçasına dönüşen Anastasia Steele’in önceki serüvenlerinde malum, kimi gelgitler yaşanmıştı. Serinin ‘Özgürlüğün Elli Tonu’ (‘Fifty Shades Freed’) adıyla gösterime giren üçüncü adımında ikili evleniyor. Lüks hayatına ‘çalışarak’ renk katma uğraşına giren Ana’ya, öykünün kötü adamı Jack Hyde yeniden musallat oluyor ve aranan hareketlilik sağlanıyor.
Önceki kuşakların ‘Emmanuelle’ gibi bir serisi ve ‘9.5 Hafta’, ‘Gece Bekçisi’, ‘Paris’te Son Tango’, ‘O’nun Hikâyesi’ gibi hatıralarda yer etmeye değer filmleri vardı. Şimdiki zamanın temsilcisi hüviyetindeki ‘Elli Ton’, kitsch deseniz değil, vasat deseniz değil, neresinden tutulacağı belirsiz bir amorf yapı... Neyse, kitapları (yazar E. L. James) çok sattığına, serinin önceki filmleri gişede hatırı sayılır bir iş yaptığına göre bana fazla laf düşmez. Buyurun, sanık sizin...
Özgürlüğün Elli Tonu (5 üzeri 1 yıldız)
Yönetmen: James Foley
Oyuncular: Dakota Johnson, Jamie Dornan, Eric Johnson, Eloise Mumford, Rita Ora, Arielle Keber
ABD yapımı
Joe Wright, kendisini sinema kamuoyuna tanıtan 2007 tarihli filmi ‘Kefaret’te (‘Atonement’), 2. Dünya Savaşı’nın travmaları arasında dolaşmıştı. İngiliz yönetmen son çalışması ‘En Karanlık Saat’te (‘Darkest Hour’), aynı travmanın siyasetteki izlerini sürüyor. Aslında Wright’ın yapıtı, geçen yıl vizyona çıkan ‘Dunkirk’ün adeta bütünleyici adımı; Nolan’ın filmi ‘Cepheden bildiriyor’du, ‘En Karanlık Saat’ ise ‘Downing Street 10’den...
Önce özet: Yıl 1940. Avrupa, Naziler karşısında büyük bir çöküş yaşamaktadır. Hitler faşizmi sırasıyla herkesin kapısını çalarken Belçika ve Hollanda teslim bayrağı çekmeye hazırlanmakta, keza Fransa’ya da benzer bir ruh durumu hâkim olmaktadır. İngiltere cephesinde ise Başbakan Neville Chamberlain yaşanan gelişmelere hazırlıksız yakalandığı için hedeftedir. Chamberlain istifa eder, yerine gelmesi beklenen Viscount Halifax görevi kabul etmez ve koltuk Winston Churchill’e teslim edilir. Kral VI. George, ‘kurt politikacı’yı pek sevmemektedir, ayrıca siyasetin hafızası Çanakkale Savaşı’nı onun yüzünden kaybettikleri kanısındadır. Bu dezavantajlarla yola çıkan Churchill, göreve gelir gelmez Dunkirk sahiline sıkışmış olan İngiliz ordusunu tahliye etmek için harekete geçer...
Senaryosunu Anthony McCarten’ın (‘The Theory of Everything’i de kaleme almıştı) yazdığı ‘En Karanlık Saat’ hem iyi bir Churchill (purosu ve viskiyle tabii ki!) portresi çiziyor hem de ‘Dunkirk tahliyesi’nin (‘Domino Operasyonu’) politik arka planını perdeye taşıyor. Wright’ın filmi aynı zamanda siyasetin kendine özgü dinamiklerini (görevi bırakmasına rağmen ülke politikasındaki etkisini yitirmeyen Chamberlain ve her daim koltukta gözü olan ve uygun fırsatı bekleyen Halifax gibi kişilikler üzerinden) anlatıyor. Bütün hikâye aslında Churchill’in, bütün bir ulusa direniş ruhunu aşılayan o ünlü konuşmasına hizmet ediyor gibi. Film, o noktaya gelinceye kadar da bu söz konusu politikacının yakın çevresini (karısı, sekreteri, yardımcısı, ‘ezeli’ düşmanları vs.) son derece başarıyla tasvir ediyor.
Filmde Churchill’in karısı Clemmie rolünde Kristin Scott Thomas’ı izliyoruz.
‘Brexit dönemi’ etkisi
Filmi sürükleyen ana unsur kuşkusuz Churchill’i canlandıran Gary Oldman. Günümüz sinemasının bu muhteşem oyuncusu, detaylarda kendisini kıyıya vuran enfes bir performans sergiliyor (Fiziksel görüntü konusunu da Kazuhiro Tsuji’nin makyaj çalışması halletmiş). Tecrübeli aktör büyük ihtimalle ‘En İyi Erkek Oyuncu’da Oscar’ı alacak gibi. Keza halkın vicdanını Downing Street 10’e taşıyan sekreter Elizabeth Layton’da Lily James, Chamberlain’de Ronald Pickup, Halifax’ta Stephen Dillane, Kral VI. George’ta Ben Mendelsohn (daha önce bu karakteri ‘The King’s Speech’te Colin Firth canlandırmıştı) gayet iyiler. Bir de görüntü yönetmeni Bruno Delbonnel’in çeşitli renk kontraslarıyla elde edilmiş, tablo tadındaki kadrajlarının da altını çizmek lazım.
Aleksandr Sokurov’la birlikte günümüz Rus sinemasının en etkili yönetmeni olan Andrey Zvyagintsev, toplumsal hayata bakmayı, komünizm sonrası süreçte modernizmin tüm dünyadaki ‘hastalıklarının’ kendi coğrafyasındaki yansımalarını perdeye taşımayı sürdürüyor. Dert edindiği konular, yüzdüğü sular kendi içinde tutarlı ama asıl vurgu, sanırım ilk filmi (ki bence bir başyapıttır) ‘Dönüş’ten (‘Vozvrashcheniye’ / 2003) itibaren hiçbir zaman düşmeyen sinematografik kalitesi olsa gerek. En son bizde Ocak 2015’te vizyona giren ‘Leviathan’da sistemin doymak bilmez rant iştahına vurgu yaparken kuzeydeki küçük bir kasaba üzerinden “Putin Rusya’sı”nın genel tasvirine soyunan Zvyagintsev, son derece etkileyici bir filme imza atmıştı. Şimdi de yeni adımı ‘Sevgisiz’le (‘Nelyubov’)
huzurlarımızda...
Senaryosunu her zaman olduğu gibi Oleg Negin’le birlikte kaleme aldığı bu son çalışmasında Rus yönetmen, tıpkı Bergman gibi ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ sunuyor. Önce kısaca öykü diyelim: Zhenya ve Boris, artık tükenmekte olan bir ilişkide uzatmaları oynamaktadır. Aslında ikisi de kendilerine yeni yol haritaları çizmiş, yeni sevgililer bulmuşlardır. Problem yaşayan, 12 yaşındaki oğulları Alyoşa’dır. Minik çocuk ebeveyninin ayrılma aşamasında güvensiz bir noktadadır. Boris, son derece tutucu bir patronun yanında çalıştığı için ayrılma konusunu nasıl halledeceğini düşünürken Zhenya’dan aldığı telefonla işler sarpa sarar. Alyoşa kaybolmuştur... Olay polise intikal eder ve çocuk için geniş bir soruşturma başlatılır...
Oscar adayı...
Bu yılki Oscar’larda ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinin beş adayından biri olan ‘Sevgisiz’, son derece sağlam bir sinematografinin ifadesi... Zvyaginstev, genel olarak toplumsal bir çürümenin büyük resmine soyunduğu filminde ahlaki bir kıyametin izlerini sürüyor. Açılış sahnesinde ders bitimi okulundan mutlu ayrılan ve bir daha aynı resmi sunmayan Alyoşa, filme adını veren olgunun en temel simgesi adeta. Zhenya’nın, yıllar önce hamile kaldıktan sonra evlenmeye karar verdiği ama hiç de sevmediğini ve âşık olmadığını itiraf ettiği adamla (Boris elbette) birlikteliğinin bu zoraki meyvesi, artık oyunda kendisine hayat hakkı kalmadığını çok iyi biliyor. Ve ‘ayak bağı’ olmaktan vazgeçerek kendince sahneyi terk ediyor. Alyoşa’nın kaybolmasının ardından olaya devlet (polis) el koyarken görevlinin iki tarafa yönelttiği sorulara verile(meye)n cevaplar, aslında çürümenin ve ilişkideki uzak mesafelerin de itirafına dönüşüyor. Peşi sıra “Belki de oraya gitmiştir” denilerek Zhenya’nın annesinin evine yapılan ziyaret de genel çerçeveyi tamamlıyor.
Senaryo o kadar incelikli yazılmış ki, sanki her bir adımda öykünün kabukları yavaş yavaş soyuluyor ve bütün bu aşamalarda, seyirci olarak size sunulan bu sinemasal güzelliği adeta sindire sindire hissediyorsunuz. Zvyagintsev filmlerinde güzel kadrajlar, çerçeveler vardır elbette ama bu kez görüntü yönetmeni Mikhail Krichman, sanki daha özel kareler yakalamış gibi. Sinematografik açıdan da Alyoşa’nın aranma sahneleri mesela; çok iyi. Ben morg bölümünden de çok etkilendim; insanın yüreğini burkan bu denli güçlü bir sahne zor bulunur, zor çekilir. Keza Evgeni Galparin’in müziği de çok iyiydi.
Tony Gatlif, yapıtlarını daha çok İstanbul Film Festivali sayesinde tanıdığımız, sevdiğimiz, üslubuna vâkıf olduğumuz bir yönetmen. Çingene köklerinin yansıması olarak her filminde özgür ruhunun izlerine, karakterlerinin müzikle derin ilişkilerine, aşkı ve tutkuyu her şeyin önüne koyan öykülerine rastlarız. Son adımı ‘Aman Doktor’da (ki orijinal ismi ‘Djam’) da benzer temalarla örülmüş bir serüvenin peşine takılıyoruz.
Kısaca özet şöyle: Midilli’de yaşayan ve delidolu bir kişiliğe sahip olan Djam, üvey babası Kakourgos’un isteği üzerine atıl durumda olan tekneleri için zor bulunan bir parçayı yaptırmak üzere İstanbul’a gider. Burada göçmenlere yardım etmeye çalışan fakat yaşadığı kimi olaylardan dolayı çaresiz durumda olan Avril’le tanışır. Djam, Avril’e kol kanat gerer ve iki genç kız, Yunanistan’a dönmek için harekete geçer.
En son bir tür modern ‘Romeo & Juliet’ hikâyesi niteliğindeki ‘Geronimo’sunu izlediğimiz Gatlif, ‘Aman Doktor’da çok iyi bir ‘Rebetiko şarkıcısı’ olan annesini Paris’te kaybettikten sonra üvey babası Kakourgas’la birlikte Midilli’ye dönen Djam (ve sonradan ona eklenen Avril tabii ki) eşliğinde bir ‘Yol filmi’ne imza atıyor. Delişmen Djam, eğlenceli ama gelgitleri çok bir kişilik. Kuşkusuz annesinin de mirası kalan müzik onun bir tür yol göstericisi; eğleniyor, coşuyor, hüzünleniyor. Yol boyunca da iki genç kıza ezgiler eşlik ediyor. Özellikle de Türkçe-Yunanca sözcüklerle bezeli şarkılar... (‘Aman Doktor’ da bunlardan biri, nitekim dağıtımcı firma, filmin ‘Türkçe’ ismini şarkıdan yola çıkarak koymuş. ‘İstemem Babacığım’ da var.)
‘Aman Doktor’ izlenmesi güzel, o klişe deyimiyle ‘İnsanı iyi hissettiren’ filmlerden. Djam’ın ‘özgür kız’ modeliyle uygunluk taşıyan ve öyküye sıkça sızan ‘Rebetiko ruhu’, ana ve yan karakterlerinin sıra dışılıkları, köksüzlükleri (hatta bir tür vatansızlıkları) ve bütün bu uçlarda gezinme hallerine rağmen neşelerini, hayata olan bağlılıklarını yitirmemeleri, filmi bir anlamda ‘Umuda yolculuk’ statüsüne sokuyor. Öte yandan can yelekleriyle dolu bir sahne var ki, göçmen dramı hakkında çok şey söylüyor, seyircisinin vicdanına çok şey yüklüyor...
Oyunculuklara gelince: Djam’de Daphne Patakia tutkuyu, küstahlığı, ket vurulmazlığı, ritmi, isyankârlığı, asiliği üzerinde toplayan karakterini o kadar içten, üzerine o kadar oturtmuş bir şekilde oynuyor ki, bazı bölümlerde onu perdede büyülenmiş bir şekilde izliyorsunuz. Keza ‘Sürgün’ü, Paris’te ya da Midilli’de fark etmez, her daim içinde hisseden Kakourgos’ta Simon Abkarian da çok çok iyi bir kompozisyon ortaya koyuyor.
Türkiye bölümünde ‘Cümbüş Cemaat’ grubunun da devreye girdiği ve öykünün şenlik havasına katkıda bulunduğu ‘Aman Doktor’, genlerinde ‘rebetiko ruhu’nu taşıyan karakteriyle kaçırılmayacak bir Tony Gatlif filmi...
AMAN DOKTOR (5 üzerinden 3,5 yıldız)