Steven Spielberg, muharebe alanına indiğinde (‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ ya da ‘Savaş Atı’), soluksuz izlenen sekanslarla donatır sinema perdesini. Son adımında yine bir savaş alanına (Vietnam) uğrayarak başlıyor filmine ama bu kez asıl dert ve aksiyon sahası, siyaset ve basın arasında gidip gelen bir yakan top... ‘The Post’, kısa ifadesini ‘bir dönemin perde arkası’ klişesinde bulan bir film. Uzun ifadesinin özeti ise ‘Bir başyapıt
düzeyinde...’
Önce konu diyelim: ABD, Vietnam bataklığında debelenip onca genç hayatını kaybederken ve içeride ‘Antimilitarist’ sesler yükselirken, ‘vatansever halk’ elbette ülkesinin bu ‘şanlı’ mücadelesinin yanında durmaktadır. Pentagon, cephede ne gibi sorunlar yaşanmaktadır cevabını aramak üzere Vietnam’a bir gözlemci yollar. Görevi üstlenen Daniel Ellsberg, raporunda her iyi hakem gibi gördüğünü çalar. Durum hiç de iç açıcı değildir ama siyasetin gereği yapılır ve Savunma Bakanı Robert McNamara kamuoyuna, olumsuz raporun aksine ‘Zafer’ yolunda açıklamalar yapar. Birkaç yıl sonra o dönemde yaşananlar, belgeler sızdırılmak suretiyle basına yansır. İlk hamle The New York Times’tan gelir. Gazetenin yayımladığı belgelerde McNamara’nın savaşın kazanılamayacağı yönünde açıklamaları da vardır. İktidar karşı hamlesine soyunur ve The New York Times’ın ülke çıkarları aleyhine yayın yaptığını iddia ederek gazeteyi ‘Vatan hainliği’yle suçlar. Akabinde mahkeme kararı çıkartır ve yayını bir süreliğine durdurur.
‘Basalım’ / ‘Basmayalım’...
‘The Post’un serüveni ise işte bu noktada anlamını buluyor. Amerikan basını çerçevesinde ‘Başaltı’ konumunda olan The Washington Post cephesi, bu ortamda ilk olarak asıl haberi kaçırdığı hissine kapılıyor. Gazetenin genel yayın yönetmeni Ben Bradlee, oyuna nasıl dahil olabileceklerini düşünürken haber önlerine geliyor. Hippi kılıklı genç bir kız, daha sonra ‘Pentagon Papers’ olarak tarihe geçecek belgelerin bir kısmını gazeteye gelip bir muhabirin masasına bırakıyor. Artık hamle sırası Bradlee ve ekibindedir. Lakin gazete o günlerde Amerikan Borsası üzerinden hisselerini halka açıyor ve yönetim kurulu, böylesi bir haberi basmanın ekonomik ve hukuki olarak sakıncalı olduğu kanaatini taşıyor. Nihayetinde top, kocasının intiharından sonra gazetede yönetimi devralan ve erkekler dünyasında adeta tek başına yürüyen Katharine Graham’e geliyor. Ve her şey onun ağzından çıkacak olan “Basalım” ya da “Basmayalım” ifadelerine bakıyor...
‘The Post’, ‘basın özgürlüğü’ konusunda ders olarak gösterilecek (ya da okutulacak) bir film. Yaşlandıkça bir tür ‘Tarih yazıcılığı’na soyunan Steven Spielberg, Liz Hannah ve Josh Singer’ın (ki ‘Spotlight’ın da yazarlarındandı) kaleme aldığı metinden çektiği bu son çalışmasında bir haberin bütün unsurları arasında geziniyor. Ve en önemlisi neyin ülke, toplum, siyaset, ahlak ve vicdan yararına olabileceği konusunda, tarihten alınma gerçek bir olaya kendi dokunuşunu katarak, sinema tarihine ‘derin’ bir not düşüyor. Filmdeki her bir diyalog adeta mesleğin temel ilkeleri üzerine hatırlatmalardan oluşuyor. Hele bir gazeteci dayanışması var ki, unutulmaz: The New York Times’a yönelik mahkeme kararının ardından Bradlee, ekibine “Onlar kaybederse biz de kaybederiz” uyarısında bulunuyor...
Streep yine muhteşem
Sinemamızın tarihsel gelişimi içinde huzurumuza gelen komedi oyuncularının sundukları karakterler, her daim toplumsal reflekslerin ve sosyolojik okumaların ifadesiydi. Sadri Alışık, Vahi Öz, Öztürk Serengil, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Şener Şen ya da İlyas Salman, fark etmez; hepsi ama hepsi belli prototiplerin, belli modellerin perdedeki yansımalarıydı. Sinemamız gerçi modernizme uzandığında büyük resim itibariyle miras problemleri yaşar ve ‘usta-çırak’ ilişkisini pek sürdüremez olsa da, işin güldürü kısmında ‘devamlılık hatası’ yaşanmadı ve Cem Yılmaz ya da Şahan Gökbakar gibi ‘şimdiki zaman’ temsilcileri de geleneğe sahip çıktı.
Hepimizin aynası Arif
Madem bu hafta filmi vizyonda, bu durumda meseleyi Cem Yılmaz üzerinden okuyacaksak, kuşağının bu yetenekli ismi rol modeli olarak o çok sevdiği Sadri Alışık’ı seçti ve genel tabloda, ‘Bizi bize en iyi anlatan olarak’ dikkat çekti. Yılmaz’ın sinema serüveni boyunca en çok yanında taşıdığı karakter olan Arif, hatırlanacağı gibi daha önce ‘G.O.R.A.’ ve ‘A.R.O.G.’ gibi izler bırakmıştı, bu hafta itibariyle ‘Arif v 216’yla üçüncü kez varlığını hatırlatıyor. Daha da önce de yazmıştım; “Arif, hepimizin bir aynası. Az ya da çok. Futbola, sinemaya, aşka, cinselliğe, teknolojiye, tarihe bakışında bu coğrafyanın izlerini taşıyor ve her olay karşısında, mutlaka ve mutlaka bir çözümü var”. Uzaya ya da ‘Yontma Taş Devri’ne gitmesinin önemi yok; her zamanda ve dönemde pratik zekâmızdan örnekler sunuyor, meselelerin üstesinden kendi yöntemleriyle gelmesini biliyor. Önceki adımların 2004 ve 2008’de atıldığı düşünülürse ‘Arif v 216’, aynı kahramanlarla bizi yaklaşık 10 yıl sonra buluşturan bir çalışma.
İyi insanların ülkesi...
Filmin öyküsü kısaca şöyle: G.O.R.A.’ gezegenindeki kadim dostu ‘Robot 216’, insan olmaya karar verir ve Arif’in yanına, Dünya’ya gelir. Lakin bu durum başta komşular olmak üzere (Ben bu bölümü Suriyeli göçmenlere gönderme diye okudum) kimi kurum ve kuruluşları (başta CIA) rahatsız eder. İkili çareyi eskilerden kalma zaman makinesini çalıştırarak ışınlanmakta bulur. 216, yanlış düğmelere basınca 1969 yılına yollanırlar... Burada onları kör bir genç kız, samimi bir mahalle ortamı, sömürü düzeninin bekçisi bir zengin ve de dönemin bütün ışıltılı hayatı, yıldızları yani ana kodlarıyla ‘Eski Türkiye’ beklemektedir...
Yönetmenliğini Kıvanç Baruönü’nün üstlendiği, senaryosunu Cem Yılmaz’ın kaleme aldığı ‘Arif v 216’, adeta sinema tarihine ve tarihimize yönelik ince, zekice ve vefalı bir saygı duruşu olmuş. Film, başlar başlamaz dur durak bilmeksizin sürekli göndermeler ve referanslar eşliğinde ilerliyor. ‘The Shining’den ‘Üç Arkadaş’a, 'X-Men'den 'Avare'ye, ‘Blade Runner’dan James Cameron’a, Christopher Nolan’dan Zeki Demirkubuz’a uzanan ve her istasyonda sevdasını, tutkusunu hissettiren bir yolculuk bu. Yılmaz’ın adeta hatıralar sandığından çıkardığı kıymetler arasında sadece yedinci sanatın temsilcileri yok, popüler kültürün zihinlerimizdeki yerleri sonsuza dek korunacak Sadri Alışık, Ayhan Işık, Zeki Müren, Ajda Pekkan, Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Emel Sayın gibi ikonları da peliküle sızanlar arasında...
‘Arif v 216’yı bence değerli kılan sadece göndermeleri ve referansları değil elbet. Filmin bakış açısı ve vurguları da kayda değer toplumsal okumalarla dolu. ‘G.O.R.A.’ ve ‘A.R.O.G.’da Arif, pragmatist, menfaatleri doğrultusunda hareket eden, uyanık, yer yer tatlı, sevimli bir üçkâğıtçı tiplemesiydi. Burada ise aynı karakterin artık duygusallaştığını, kalbiyle hareket ettiğini, romantik bir çizgiye taşındığını görüyoruz. Önceki iki film uzayda ve Yontma Taş Devri’nde geçerken ‘Arif v 216’, artık özlemini duyduğumuz, kutuplaşma gibi bir belaya bulaşmamış, iyi insanların sadece sinemada olmadığı bir ülke özleminde dolaşıyor. Yani bir bakıma biz 2017’de, ‘Distopya’da yaşıyoruz, 1969’un Türkiye’si ‘Ütopya’ olmuş. Aslında ‘Arif v 216’nın tarif ettiği adres, çocukluğumuzu, gençliğimizi, masumiyeti aradığımız ve bulduğumuz ‘Arzu Film ekolü’ne ait filmlere yakın, sadece tarih olarak birkaç yıl öncesinde geziniyor.
Rakamlar açık: Artık Türkiye’de sinema sektörünü ‘yerli filmler’ ayakta tutuyor. Hemen 2017’nin verilerine bakalım; gişede en çok iş yapmış 10 filmden yedisi yerli. Yeni yılda memleketin ‘popüler sinema’ kanadında öne çıkması ve geniş seyirci yığınlarını peşinde sürüklemesi beklenen filmlerin başında kuşkusuz ‘Arif v 216’ geliyor. Cem Yılmaz’ın tiplemesi Arif’in sinemadaki üçüncü adımı, 2018’in ilk haftasında, 5 Ocak’ta vizyona çıkıyor. Keza bir başka gişe filmi Gupse Özay’ın ‘Deliha 2’si, 12 Ocak’ta, Şahan Gökbakar’ın yeni tiplemesini sunduğu ‘Kayhan’ ise 9 Şubat’ta vizyona giriyor. Madem komedilerden gidiyoruz; Ahmet Kural-Murat Cemcir ikilisinin yeni filmleri ‘Ailecek Şaşkınız’ın gösterim tarihi 2 Mart. Görüldüğü gibi gişe savaşları yılın ilk üç ayında en hareketli dönemini yaşayacak.
Nuri Bilge ve yeni bir Cannes serüveni
Dünya Kupası biletini son anda alan Arjantin ne yapacak, Messi kariyerindeki tek eksik olan ‘Dünya Kupası şampiyonluğu’ unvanıyla buluşacak mı?
2018’in en heyecanla beklenen sportif etkinliği ‘Dünya Kupası’ olacak. Rusya’da düzenlenecek turnuvada 32 takım boy gösterecek. İçlerinde Türkiye olmayacak; Terim’le başlanan ve Lucescu’yla devam edilen grup aşamasında ‘Mutlu son’a ulaşamadık ve Milli Takım oyuncuları da, tıpkı biz faniler gibi kupayı bir deniz kenarında ya da evlerinin salonunda, ekran karşısına geçerek seyredecek.
Peki Rusya’daki turnuvada ne ön plana çıkacak? Bir kere ev sahibi bu tür organizasyonları görsel anlamda şova çevirmeyi çok önemsiyor. En son evlerinde (Soçi’de) düzenlenen ‘Kış Olimpiyatları’nın açılış ve kapanış törenleri çok başarılıydı. Başkan Putin’in de hassasiyetleri doğrultusunda yine görkemli bir açılış bekleyebiliriz.
İtalya’sız bir
Dünya Kupası
Öte yandan Rusya Milli Takımı, hakemlerin ev sahibini kollamasıyla bile ileri turlara taşınacak kapasitede değil. Belki de tarihinin en vasat takımlarından biri. Fransa son dönemlerin en güçlü kadrosuyla geliyor. Löw’ün çocukları bir kez daha kupaya uzanacak ve Almanlar yine mutlu rüyayı görecek mi? Turnuva biletini son anda alan Arjantin ne yapacak, Messi kariyerindeki tek eksik olan ‘Dünya Kupası şampiyonluğu’ unvanıyla buluşacak mı? Brezilya eski görkemli günlerine dönecek ki? 14 Haziran’dan itibaren bu ve benzeri meselelerle meşgul olacak ve 15 Temmuz gecesi kesin cevapları alacağız. Bir de İtalya’sız bir kupaya nasıl katlanacağız, onu göreceğiz...
Futbolda
‘Sefiller’, ‘Güzel ve Çirkin’, ‘La La Land’ derken sırada bu haftanın yenilerinden ‘Muhteşem Showman’ (‘The Greatest Showman’) var. Bu denli ‘müzikal’, elbette bize bir ‘altın çağ’ işaret etmiyor ama yine de sinemanın eski gözdesinin, zaman zaman gönüllerimizi cezbettiğini gösteriyor. Yönetmenliğini daha çok görsel efektçi olarak tanınan ve ilk kez bu filmle uzun metraja soyunan Michael Gracey’nin üstlendiği yapım, tarihi bir kişilik üzerinden kurgusal bir öykü anlatıyor.
Senaryosunu daha çok televizyona yaptığı işlerle (‘Sex and the City’, ‘The Big C’) bilinen Jenny Bicks’le birlikte ‘Dreamgirls’ün yönetmeni olarak tanınan Bill Condon’ın kaleme aldığı ‘Muhteşem Showman’ın odağında, P. T. Barnum (1810-1891) var. İsminin tam açılımı Phineas Taylor olan bu zat, Amerikalı işadamı ve ‘Ringling Bros. and Barnum & Bailey’ sirkinin kurucusu. Film, söz konusu gerçek kişiliğin yükselme ve kurduğu kumpanyayla, çok da farkında olmadan dönemin ‘öteki’leri için dayanışma merkezi oluşturma sürecini anlatıyor. Fakir bir çocukken zengin kızı Charity’ye âşık olan Taylor, ileride sevdasına kavuşuyor. Bir gemi firmasındaki işini kaybetse de karısına ve iki kızına olan sevgisini kaybetmiyor, onlara konforlu bir hayat yaratma adına ‘şov dünyası’na giriyor. Başlardaki hayal kırıklığı ‘tuhaf’ ve çizgi dışı insanları buluşturduğu sirkiyle birlikte yeni bir umuda dönüşüyor. Lakin şöhret ve sürekli kazanma hırsı bir noktadan sonra dengeleri değiştiriyor.
P. T. Barnum, yazılıp çizilenlere bakılırsa sevimli bir üçkâğıtçı, abartılı bir iletişim uzmanı, bazılarının deyişiyle sahtekârın önde gideniymiş. Film ise onu ilk olarak bir ‘Dickens karakteri’ (hafif ‘Oliver Twist’, bir parça ‘Büyük Umutlar’) gibi ele alıyor, sonra çok az ‘Kaptan Onedin’ tadı katıyor ve nihayetinde koca bir sirkin patronu olarak sunuyor. “Bir süre mutlu mesut akan bu öykü nerede çatışma yaşayacak?” diye beklerken sahneye İsveçli şarkıcı Jenny Lind çıkıyor ve Barnum’un aile hayatında çatırdamalar başlıyor.
Tiyatro eleştirmeni Bennett’a dikkat!
‘Muhteşem Showman’, kuşkusuz erken dönem ‘şov dünyası’na da göz atıyor ama filmin galiba en kıymetli tavrı, meseleye ‘politik doğruculuk’ cephesinden yanaşması ve bu yaklaşımı, ana karakterinin bilinçli bir şekilde yapmadığının altını çizmesi. Barnum, ilginçlik adına fiziksel farklılıklara sahip insanları (‘Cüce general’, ‘En şişman adam’, ‘Sakallı kadın’, ‘En uzun adam’ gibi tanımlar eşliğinde) sirkine topluyor. Bu durumu en güzel ‘Sakallı kadın’ ifade ediyor: “En yakınlarının bile gölgesine tahammül edemedikleri kişileri para kazanmak için de olsa bir aile çatısı etrafında birleştirdin.” Ayrıca hem Taylor’la Charity hem de ekibe sonradan katılan zengin çocuğu Phillip Carlyle’la trapezci Anne Wheeley arasındaki ‘sınıfsal engellere rağmen aşk’ da öykünün dikkat çekici duraklarından biri.
Barnum’da, daha önce ‘Sefiller’de de ‘müzikal’ takılan Hugh Jackman’ı, Charity’de Michelle Williams’ı, Carlyle’da Zac Efron’u, Wheeley’de Zendaya’yı, Jenny Lind’de Sarah Ferguson’ı, ‘Sakallı kadın’ Lutz’da Keala Settle’ı izlediğimiz ‘Muhteşem Showman’in en kayda değer karakterlerinden biri de Paul Sparks’ın canlandırdığı tiyatro eleştirmeni Bennett olmuş. Bu karakterin Barnum’la süreklilik arz eden ve sanatsal vurgularla dolu atışmaları, filmin can alıcı diyaloglarından.
Müzikleri yapan Benji Pasek ve Justin Paul’ün de hakkını verelim. Sonuç: ‘Muhteşem Showman’, gayet başarılı bir müzikal.
Oyuncu olmak istemiş ama hayatın ona birkaç piyesin dışında pek de şans tanımadığı orta yaşlı bir kadındır Ginny. Artık, parkta dönme dolap işleten, alkolik Humpty’yle evlidir. Önceki evliliğinden olan oğlu Richie ise kızdığı her olayda tepkisini yangın çıkararak (minik bir ‘piroman’) göstermekte, annesinin başını sürekli belaya sokmaktadır. Bu kaotik ortamda, kurtuluşu genç cankurtaran Mickey’nin kollarında bulur. Lakin çok geçmeden ortaya Humpty’nin bir gangsterle evlendiği için reddettiği kızı Carolina çıkar. İtirafçı olmuş, kocasını polise gammazlamış ve çözümü baba ocağında bulmuştur. Bu yeni durum, yumağı daha da çözülmez hale getirir...
Dört ana karakter etrafında...
Woody Allen, son çalışması ‘Dönme Dolap’ta (‘Wonder Wheel’) 1950’ler Coney Island’ından bir hikâye anlatıyor. Allen’ın son dönem filmlerinden en başarılısı kuşkusuz ‘Blue Jasmine’di ve öyküsünü Tennessee Williams’ın ünlü klasiği ‘İhtiras Tramvayı’ etrafında örüyordu. ‘Dönme Dolap’ta da benzer bir hava var. Hikâyenin ana karakterlerinden Mickey, yazar olmak istiyor ve sık sık bir isme referans yapıyor: Eugene O’Neill...
‘Dönme Dolap’, dört ana karakter etrafında biçimlenirken, bir Eugene O’Neill oyunu tadına ulaşıyor. Ortada bir bataklık var, herkes kurtulmak adına çabaladıkça daha da batıyor. Bütün bu halkada belki de en kilit isim, arada bize öyküyü nakleden Mickey. Çünkü o geçici olarak yaptığı işte, sadece plajdakiler için değil yolları kesişen iki kadına da ‘cankurtaran’ oluyor. Ginny, mutsuz ve tekdüze hayatına renk getirmesinin yanı sıra tiyatrodan, edebiyattan az buçuk konuşabildiği için de seviyor Mickey’yi. Carolina’da ise gençlik ve işlenmemiş bir cevher var. Üstelik, Mickey’ye göre erken yaşta yaptığı evlilik dolayısıyla koca bir romana sığacak kadar da tecrübe...
Winslet’in ‘tirat’ı...
‘Dönme Dolap’ dışarıda pek beğenilmedi. Woody Allen’ın son dönemlerde çektiği en vasat filmlerden biri olarak görüldü. Üstelik Harvey Weinstein üzerinden bir çığ gibi büyüyen ve haklı bir şekilde, geçmişin kirli sayfalarıyla hesaplaşmaya dönüşen taciz meselesine, eski vakalarından dolayı Allen da eklendi. Kim bilir, belki de filme bu durumun etkisiyle bakıldı. “Yapıtını, sanatçının kişiliğinden azade ele alabilir miyiz?” meselesi kuşkusuz başka ve daha hacimli bir yazının konusu. ‘Dönme Dolap’a geri dönersek, ben kurulan atmosferi, büyük usta Vittorio Stararo’nun ışık oyunlarına dayalı enfes görüntü çalışmasını çok beğendim. Keza Kate Winslet’in (Ginny) öykünün bir yerinde ‘tirat’ tadı taşıyan, artı Zeki Demirkubuz karakterlerine ve ruhuna selam gönderen sahnelerinin de altını çizmek isterim. Winslet özellikle bu bölümde çok iyi ama asıl olarak, sanki uzun bir uykudan kalkmış ve eski günlerine dönmüş izlenimi veren Jim Belushi (Humpty) enfes oynuyor. Justin Timberlake (Mickey) ve Juno Temple (Carolina) da gayet iyiler.
Sonuç? İyi çekilmiş, dramı yüksek, iniş çıkışları dengeli, hafif tiyatro oyunu tadında bir film ‘Dönme Dolap’. Mizahı da var ama Woody Allen filmografisi içinde nispeten ‘ağırbaşlı’ yapımlar kategorisine daha yakın duruyor.
Hırs, azim, toplu mücadele isteği, Galatasaray’ı belli bir noktaya taşıdı (ve galiba en tehlikeli yan da buydu, çünkü o nokta liderlikti ve bu durum sanal bir görüntü yarattı.)
Ne var ki maratonun sonraki bölümlerinde soluklar yetmemeye, sırlar birer birer dökülmeye başladı. Sonrasında ‘gösterge’ maçları (Fenerbahçe, Trabzonspor, Başakşehir, Beşiktaş) geldi; bu randevulardaki ‘çaresizlik’ tabloları, hüsran görüntüleri olarak hafızalardaki yerini aldı.
Gelelim günümüze: Artık ‘Tudor ekolü’ ‘Başaltı’lar için de yetersiz. Geçen hafta Akhisar karşısında 2-0’dan 4-2’ye dönmenin anahtarı seyirciydi. Lakin dün deplasmanda böylesi bir destek yoktu ve ev sahibi takım, dönüşe izin vermedi.
ALDATICI GÖRÜNTÜ
G.saray’ın son dakikalardaki baskısı belki maçı 2-2’ye taşıyacak ve yine aldatıcı bir görüntü sağlanacaktı. Ama 2-1, en azından ‘radikal’ kararlar için fırsat tanıyor şimdi.
Malatyaspor’a gelince: Dünkü 90 dakikaya kadar beş haftadır kazanamamışlar ve bu mücadelelerin dördünde gol atamamışlardı. Dün renktaşları karşısında o kadar kolay gol buldular ki... Hele hele son dakikalardaki kontralarda farkı açmaları işten bile değildi. 2-1’lik sonuç. Sarı kırmızılıları düşme bölgesinin görece uzağına taşıdı.
G.Saray’a tekrar dönersek, son üç maçta (Beşiktaş, Akhisar ve Malatya) ağlarında yedi gol gördüler. Çoğu da birbirinin kopyası. Faal futbolculuk kariyerinin neredeyse tamamını Juventus’a geçirmiş bir hocanın takımının defansına bakar mısınız? Benim için sadece bu kriter bile bir çok şeyi ifade etmek için yeterli.
MAÇIN ADAMI: SADIK
İki yıl önce vizyona giren ‘Star Wars’ serisinin yeni üçlemesinin ilk ayağı olan ‘Güç Uyanıyor’ (‘The Force Awakens’) vesilesiyle de yazmıştım: George Lucas’ın 70’lerin sonuyla 80’lerin başında yarattığı evren uzayda geçse de western’lerden tarihi aksiyonlara uzayan bir esintiye sahipti ve göndermeleri açısından da ‘Soğuk Savaş’ reflekslerini perdeye taşıyordu. 90’ların sonuyla 2000’lerin ilk yarısındaki üçleme bence zorlamaydı; ticari zekâsı yüksek Lucas’ın elindeki en iyi ve tek malzemenin yeniden pazarlamasıydı adeta.
‘Jedi eğitimi’ şart!
Yönetmenliğini J.J. Abrams’ın üstlendiği ‘Güç Uyanıyor’, kronolojik olarak 1983 tarihli ‘Return of the Jedi’ sonrası bir zaman diliminde geçerken seyirciye hem serinin ikonik karakterleri Luke Skywalker, Han Solo ve Prenses Leia’yla kısa ama öz buluşmalar sunuyor hem de isyankâr kız Rey, direnişçilerin safında mücadele eden yetenekli pilotu Poe Dameron, sistemin hâkimi ‘İlk Düzen’e başkaldıran asker Finn gibi yeni kahramanları önümüze atıyordu. ‘Şimdiki zamanın üçlemesi’nin evreninde, başında ‘Yüce lider’ Snoke’un olduğu ‘İlk Düzen’ adlı bir oluşum vardı ve sistemin kötüsü de bir tür ‘Darth Vader Jr.’ havasındaki doğaüstü güçlere sahip Kylo Ren’di...
Bu haftadan itibaren tüm dünyada gösterime giren ve yönetmenliğini Rian Johnson’ın üstlendiği ikinci adım ‘Son Jedi’ ise (‘Star Wars: The Last Jedi’), ‘Güç Uyanıyor’un kaldığı yerden start alıyor ve yeni kahramanlar, ‘Snoke’un güçlerine komuta eden General Hux’ın yok etmeye çalıştığı ‘Direnişçiler’in safında mücadelelerini sürdürüyor. Öykü iki ana koldan ilerliyor; bir yanda Poe Dameron ve Finn (o da kendisine bir ortak buluyor: Rose Tico), Hux’a karşı bilfiil savaş veriyor, öte yanda ise Rey Skywalker’ı kendisine ‘Jedi eğitimi’ vermesi için iknaya çabalıyor.
Shakespeare havası...
‘Güç Uyanıyor’, orijinaline halel getirmeyen ve genel çizgileri itibariyle ‘Retro tadı’ taşıyan bir çalışmaydı. ‘Son Jedi’da da ‘retro’ tadı var ama sanki bu kez öykü kendi sesini, ruhunu, rengini de bulmuş gibi. Hem serinin genelinde hem de ‘Güç Uyanıyor’ özelinde öne çıkan Freudyen öğeler ise yerini bu kez Shakespeareyen bir havaya terk etmiş. Hikâyede sık sık iktidar tutkusu ve bu tutkunun yarattığı ruhsal gelgitler kıyıya vuruyor (bu aşamalarda da ‘III. Richard’dan ‘Macbeth’e uzanan bir çizgiyi hatırlıyoruz). Filmdeki günümüze yönelik gönderme ise ‘silah ticareti’. Ben ayrıca Luke Skywalker’ın ‘Jedi romantizmi’ne ve bir dönemin artık kapanmasının zamanının geldiğine ilişkin saptamalarını, kendi efsanesiyle yüzleşme çabasını da beğendim. Snoke’un, Kylo'ya “Şu saçma sapan kaskı çıkar” uyarısı ve Luke’un, Prenses Leia’nın hologram görüntüsüne “Bu ucuz bir numara” demesi de filmin en iyi esprileriydi.