Ekonomiye yeni bir yol haritası belirlenmeden önce; danışmanlardan başlayıp BDDK, Merkez Bankası ve Hazine’ye uzanan ekibin yeniden şekillenmesi önem kazanıyor.
Son 10 yılda kayda değer bir borç yüklemesi yapan özel sektör şirketlerinin yaşadıkları “spazm”, seçim sonrası tedavi edilmek zorunda. Bu yüzden çarkların dönmesi ve itibarlı bir yol haritası çizebilmek için yetkin ve güven veren bir teknik kadroya ihtiyaç olacak.
Her ne kadar “onay verilmiş” bir faiz artışına gidebilmiş ise de seçim sonrasında iktidar şekillenir şekillenmez mevcut Merkez Bankası yönetiminin istifa etmesi ve yerlerine liyakate dayalı bir atama yapılması sonraki bu yol haritası için çok ama çok önemli.
Merkez bankaları ekonominin itfaiyecisidir. Yangına geç kalan itfaiyeciye, hangi sebeple geç kalmış olursa olsun güven kalmaz. “Gerekeni yapacağız” dediklerinde, “ne kadar gecikmeyle?” sorusu sorulacaktır.
Bir ülkenin parası, özellikle de yüksek cari açığı varsa uzun vadede değer kaybedebilir. Ancak çok kısa sürede çok yüksek değer kaybını hiçbir merkez bankası oturup seyretmez. Bizde öyle oldu. Hatta çok gecikerek 4.25 puanlık faiz artışı yapılmasına karşın paramız toparlanamadı.
Normal koşullarda, parası bu duruma gelen ve kontrolü kaybeden bir merkez bankasında yöneticiler istifa ederler. Neden mi? Hataları kişisel olarak üstlenerek, kurumun itibar kaybetmesine engel olmak için. İleride kurumun sözünün dinlenebilmesi için aradan çekilirler. Son örnek; parası nisan ayından bu yana yüzde 30’a yakın değer kaybeden Arjantin Merkez Bankası Başkanı “son aylarda çeşitli unsurlar merkez bankası başkanı olarak kredibilitemi eritti” diyerek geçen hafta istifa etti.
Merkez Bankası’nın yasasında “TL’nin iç ve dış değerini korumak için gerekli tedbirleri almak” görevi var. Yasa, bankanın kendisine yasa ile verilen görev ve yetkileri “kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır” biçiminde tanımlanmış.
Banka bunu yapabildi mi? Hayır.
Geçmişte “kabinedeki ekonomi politikası sağduyusu” atfı yapanlar, ya da öyle umanlar Ali Babacan’a da aynı “misyonu” yüklemişlerdi. Babacan da sonraları “kabine vitrini ve gözlemcisi” misyonuna indirgenmiş ve işlevi etkisiz kalmıştı. Şimdi Şimşek için de benzeri durum var.
Şimşek, döviz krizinden sonra şimdi televizyon televizyon dolaşıp, “zaten Orta Vadeli Program’da yüzde 7.4 büyüme hedefimiz yoktu; hedef yüzde 5.5 idi. Artık ekonomide yeniden dengelenme sürecindeyiz” mealinde açıklamalar yapıyor. Hız limitini aşıp zamanında frene basamayınca duvara toslayan otobüsün muavininin, “kaptan zaten mola verecekti” demesine benziyor.
Döviz kuru, enflasyonu ve faizi zıplamış ekonomi şu hali ile durgunluğa doğru koşuyor; belki de çoktan girdik.
Sert bir çalkantı sonrasında finansal istikrarın uçurumun kıyısına gelmesi ve Merkez Bankası’nın yine “uçurum mu, faiz artışı mı?” seçeneği eşiğinde 4.25 puan faiz artışına zar zor gidebilmesi sonrası bile durumun toparlanamaması, mülkiyet kaygılarını gidermek için bu defa politik alanda “söz OHAL’i kaldıracağız” denmesi, ardı ardına birçok şeyi açıklıyor.
Bunu “para politikasının sadeleştirilmesi ve normalleştirilmesi” gibi normal zamanların akışı içinde çerçevelenmesi yanıltıcı. Tüm bu sürecin yüksek kur seviyesine, yüksek enflasyona, yüksek faize ve güven kaybına yol açması ve bunun da ekonomide yol açacağı durgunluğa “yeniden dengelenme” gibi masum bir kılıf bulunmasının yanlışlığı gibi.
Artık ne yazık ki Türkiye’ye dair raporlar, “sert inişin” ne derecede olacağını kestirmeye çalışıyor.
DIŞARIDAKİ DALGA BÜYÜYORÖte yandan, 2013’den bu yana davul zurna ile duyurulan ama nedense bizde siyasetçilerin pek de kulak asmadığı gelişmiş ülkelerdeki parasal genişlemenin tersine sarılması, giderek daha fazla can acıtmaya başlayacak.
Önceki gün ABD Merkez Bankası Fed faizleri 0.25 puan daha artırdı; yüzde 1.75-2.00 aralığına çekti. Artık faizlerin uzunca süredir
Madalyonun diğer tarafında yüzde 7’lik bir cari açık ve hedeflenenin 7 puan üzerindeki enflasyon eşlik ediyor. İşte bu yüksek büyümenin sürdürülemez olduğunu söylüyor. Fazlası; inişin ve durgunluğun olacağını da.
Büyüme yüzde 7.4 ile 2014’ün ilk çeyreğinden bu yana en yüksek büyüme oranı. Özeti ise şöyle; üretim tarafında imalat sanayi yüzde 9.3 büyümüş, hizmetler kesimi ise yüzde 10 büyümüş. İnşaat ise yüzde 6.9 büyümüş. Üretim gruplarının neredeyse tamamı 2017’nin ilk çeyreğinin üzerinde büyüme göstermiş. Burada duralım, şunu soralım; eğer böyle şahane bir büyüme varsa neden yaygın biçimde çeşitli sektörlerde iş kesiminden yakınma var? Çok uzak değil, ocak-mart arası dönemden bahsediyoruz.
Harcamalar tarafından yapılan ölçüme göre ise milli gelirin yüzde 60’ını oluşturan hane halkı tüketim harcamalarında, yüzde 11’lik bir harcama artışı ile son 7 yılın rekorunu kırmışız. Hane halkı harcamalarının alt gruplarında, dayanıklı tüketim harcamalarının yüzde 4.8 büyürken, hane halkı harcamalarının üçte birini oluşturan dayanıksız tüketim harcamalarının yüzde 14.5, yüzde 45’in oluşturan hizmetlerin ise yüzde 10.9 büyüdüğü gözleniyor. Her iki kesimdeki büyüme de son 7 yılın rekoru.
Milli gelirin yüzde 30’unu oluşturan yatırım harcamalarında ise yüzde 9.7’lik büyüme ile son 4 yılın en yüksek ilk çeyrek büyümesine ulaşmışız. Yatırım harcamalarında inşaat yatırımlarının büyüme oranı yüzde 12.3.
Bu tablodan “rekorlar kırdık, bizi kıskanıyorlar” sonucu çıkmıyor ne yazık ki. İthalatı körükleyen bir hane halkı harcamasının “bizi kıskananlara” giden mal siparişlerini büyüteceğini biliyor olmalıyız.
2018’in ikinci ve izleyen çeyreklerinde yüzde 4-5’lik potansiyel büyüme oranını bile yakalamamız zorlaşıyor. Neden? Sermaye hareketlerinin iyi okunmaması; okunmuş olsa da buna uygun para ve maliye politikası izlenmemesi.
Temel sorun yine aynı yerde duruyor; sürdürülebilir büyümeden uzaktayız.
Asıl dün aynı anda yayımlanan ödemeler dengesi verileri, bu büyümenin faturasını ve borçlanmasını da ilan ediyordu. Yani kendi kapasitesinin çok üzerinde borçlanarak harcayan ve büyüyen bir ülkeyi hiçbir gelişmiş ülke kıskanmaz. Olsa olsa alkışlar; daha fazla mal satar, bunu devamlı kılabilmek için borç verir. Bugüne kadar olan buydu.
“Sorumluluklarımızdan kaçınabiliriz, ama kaçınmanın sonuçlarından kaçamayız- J.C. Stamp”
Dün Merkez Bankası hem fiyat istikrarının hem de finansal istikrarın Türkiye’de uçurumun kenarına geldiğini artık görmüş olmalı ki iki hafta sonra faizleri 1.25 puan daha artırıp yüzde 17.75’e çıkardı. Şu ya da bu nedenle; geç kalmanın bedeli çok ağır oldu. Hala da izleyen aylarda ilave hasarın ne olacağını bilmiyoruz. Ama olacak. Son günlerin metaforlarından hareketle; hız limitlerinin çok üzerinde gidip, duvara yaklaşırken zamanında ve yeterince frene basamayıp duvara çarpmakla sonuçlanan araç yolculuğu gibi. Hep beraber “ağır çekimde” bunu izledik.
Faiz artışı ile gelinen seviye para piyasası faizlerine göre hala geride olsa da mali piyasalarda kısmen olumlu karşılandı. Çünkü mali piyasalarda en yüksek beklenti 1 puan “yapabileceği” yönünde idi. Önemli fark şu; “yapabileceği” ile “yapması gereken” şimdiye dek hep ayrıştı. Bu yüzden dünkü artış, “yapabileceği artış” bekleyişlerinin üzerinde, ama yapması gerekene doğru hareket ettiği de önemli bir duruş değişimi belirtisi.
Merkez Bankası, bu ay başından itibaren para politikasını sadeleştirmeye ve haftalık repo faizini ana fonlama aracı olarak kullanmaya başlamıştı. Dün yeniden haftalık repo faizini 1.25 puan artırması, artık gecelik faiz koridorunun sona erdiğinin de işareti. Belli ki, gecelik borç alma ya da borç verme penceresi istisnai durumlar nedeniyle kimi bankaların likidite ayarlamasını yapamaması dışında bir politika aracı olarak kullanılmayacak. Politika faizi olan haftalık repo faizine bakılacak.
Hala eksik taraf şu; Merkez Bankası kredibilitesinin altını boş tutan biçimde “tepki fonksiyonunu” paylaşmıyor. “Enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar para politikasındaki sıkı duruş kararlılıkla sürdürülecektir. Enflasyon beklentileri, fiyatlama davranışları ve enflasyonu etkileyen diğer unsurlardaki gelişmeler yakından izlenerek ihtiyaç duyulması halinde ilave parasal sıkılaştırma yapılabilecektir” diyor. “Belirgin iyileşme” seviyesi nedir? Yine “idare edilen” bol likidite günlerindeki yüzde 8-9’lar mı? Hangi durumda “ilave parasal sıkılaştırma” yapılabilecek? Kredibiliteyi getirecek olan duruşun netleşmesinde.
Son birkaç ayda pahalı bir ders alındı; mali parametreleri “zembereğinden boşaltırsanız” eski dengeye geri dönmeniz ya çok zordur ya da çok pahalı bir bedele mal olur. Elimizde kur hasarlı bilançolar, üreticinin maliyetlerine, hane halkının sofrasına ilave fatura, yükselmiş finansman yükü, ilerleyen günlerde de yavaşlamış bir ekonomi kalacak. Hatta uzunca süre durumu seyreden siyasetçiler, bu hasarlı yavaşlamayı “yeniden dengelenme”, “kontrol altına alınan cari açık” olarak bize müjdeleyecekler.
Sahi döviz kuru yüzde 25’i aşan oranda yükselirken seyredip, sonra 15 günde toplam 4.25 puanlık faiz artışına, hatta “gerekirse yine yaparız” kararlılığına Ankara’yı ikna eden durum neydi?
Para otoritesinin işini yapması mümkün olmadığında kurun ateşlenmesi kaçınılmazdır. Bunun seyredilmesi işi daha da alevlendirir. Öyle de oldu. Kur artışının seyredilmesi
Dün TÜİK tarafından açıklanan tüketici fiyat artışı ise yüzde 1.62 oldu. Üreticinin maliyet artışı ise yüzde 3.79’la 2003 yılından bu yana en yüksek Mayıs artışı.
Şubat 2017’den bu yana enflasyon yüksek bir patikada; TÜFE yüzde 10’in, Yurtiçi ÜFE de yüzde 15’in üzerinde seyrediyor. Buna bir de bu ilave kur sıçrayışı eklendi.
Şu iki fotoğraf bize izleyen aylarda enflasyonun ne olacağını söylüyor; tüketici enflasyonunu ölçen TÜFE artışı yıllık yüzde 12.1’e, üretici enflasyonunu ölçen yurtiçi ÜFE yüzde 20.4’e çıkmış durumda. Yüzde 20’lik üretim maliyet artışından gelen yükün üreticilerce sineye çekilmesi kolay değil.
ÜFE artışı ve bu ay üzerine binecek ilave artışlar öylece kalmayacak, perakende fiyatlara yansıyarak nihai olarak tüketicinin hanesine, sofrasına ulaşacak. Anımsatalım, akaryakıt fiyatları gibi “askıda tutulan” artışlar var; seçim sonrasında ya bu zamlar yansıtılacak ya da vergisini zamanında ödeyen mükelleflerin cebinden çıkacak. Akaryakıtta ÖTV eritilerek karşılanan ve askıda tutulan zam oranın da yüzde 5 olduğunu anımsatalım.
Ara malı fiyat artışları ekim ayındaki zirvesinden geriliyorken yeniden yıllık yüzde 24’e vurdu. 2008’deki enerji ve emtia fiyatlarındaki zıplama sırasında bile böylesi görülmemişti.
Aylardır uyarılara kulak verilmedi; hem enflasyon eğilimi ve fiyatlama davranışı bozuluyor, hem de kur artışlarının getireceği ilave yansıma Türkiye’yi adım adım 2004 öncesine doğru taşıyor.
Mayıs ayında enerji ve gıda dışarıda tutularak hesaplanan çekirdek fiyatlarda (C) yıllık artış yüzde 12.64 ile 2003’ten bu yana 15 yılın rekoru. Dahası bu serideki son 3 aylık ortalama fiyat artış ivmesinin de yıllık yüzde 20’li patikada olduğu görülüyor. Nitekim ÜFE’deki maliyet artışları kaçınılmaz biçimde tüketiciye yansıtılacak ve TÜFE de yeni bir patikaya oturacak.
Örneğin gıdada, şubat-mayıs döneminde 3 ayda üretici fiyatları birikimli yüzde 7.5 artarken, tüketici endeksi içindeki gıda fiyat artışı yüzde 3.4 olmuş. Bu ay ve izleyen aylarda etiketlere zamların gireceği çok açık.
Bütçe olanakları ile yapılan altyapı projeleri giderek “yap-işlet-devret” modeline döndü. Çünkü bütçe olanakları çerçevesinde orta vadede yapılabilecek bu projelerin, oya tahvil edilebilmesi için kısa sürede bitirilmesi ve hayata geçmesi istendi. Özetle, bugünkü oy hesabı için gelecekteki bütçe gelirleri bugünden “temlik” edildi, rehin edildi. Bu da geçiş, yolcu ve hasta sayısına verilen garantilerle oldu. Yetmedi ilk ihale koşullarına göre işi alan müteahhitlere finansman garantileri de verildi.
24 Haziran Cumhurbaşkanı seçiminde de köprü tartışması en önde gelen gündem maddesi. Muharrem İnce ve Recep Tayyip Erdoğan arasındaki söz düellosunda “köprü yapabilme” konusu tartışılıyor.
İnce’nin Erdoğan’a yanıtı dikkatimi çekti; “Demirel’in yaptığı köprüden 11 TL’ye geçiliyor da senin yaptığın köprüden neden 114 TL’ye geçiliyor?” diyordu. İnce, 2. Sınıf araç geçişine, yani minibüs geçiş ücretine işaret ediyor.
Habertürk TV’de de aynı konuyu dile getirirken bir gazeteci aradaki farkın “amortismandan” kaynaklanabileceği gerekçesini ortaya atınca İnce “Demirel’in köprüsü ilk açıldığında da 114 TL gibi yüksek bir bedel mi ödüyorduk?” diyerek karşıladı.
Yaşadığımız döviz krizinde adım atması gerekenlerin duruşu da böyle oldu. Kırılma eşiğine gelmemiz beklendi.
Faiz artışının epey uğraşılarak “yukarıdan izinle” yapılabildiğini sağır sultan bile biliyor; çünkü bizatihi sürecin içinde olan bürokrat ve bakanlar birebir konuşmalarda bunu anlatıyorlar. Faiz artışına gelene kadar da işin gereği ve “ne yaparsam?” değil, “piyasalara ne dersem?” açısı ile işler yürütüldü.
Çarşamba günü 3 puanlık faiz artışı yapılırken para politikasındaki sadeleştirmeye geçiş de yapılmadı. Neden? Çünkü sadeleştirme demek; yüzde 16.50’ye çekilen faizin, “orta noktaya alınarak” yüzde 9.25’te duran gecelik faizin de yüzde 18-19 gibi bir seviyeye çekilmesini gerektiriyordu.
Önce “3 puan artıralım, yeter mi görelim?” diyerek yola çıkan para politikası yapıcıları, sadeleştirmeyi de 7 Haziran’daki toplantıya bıraktılar. Son çalkantıdan, itibar kaybından bile ders çıkarılmamıştı.
Pazar akşamı Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya Bankalar Birliği ev sahipliğinde bankacılar, İSO ve TÜSİAD gibi reel kesim temsilcileriyle “hasar onarımı” toplantısı yaptılar. En kısa zamanda para politikasında sadeleşmeye gidileceği; bunun da dar ve simetrik bir koridorda olacağı anlatıldı. Bu yüzden döviz kuru dün sabah gerileyerek açıldı. Pazar günkü toplantıdan ve konuşmalarda geriye kalan elle tutulur tek hikâye buydu. Bunun da çok da beklenen bir etkiyi yapmadığı görüldü öğleye kadar. Piyasa onca altı boş adımdan sonra “yapın görelim” savunma hattına çekildi çünkü.
Dün öğleye doğru Merkez Bankası’ndan yapılan açıklama ile sadeleşme sürecinin tamamlanması kararı verildiği duyuruldu. 1 Haziran’dan itibaren; 1 haftalık repo penceresi “politika faizi” yapılarak yüzde 16.50’ye eşitlenecek. Gecelik borç alma ve verme faizleri ise 1.5 puanlık marjlarla yapılacak. Yani yüzde 7.25’te duran taban faiz yüzde 15’e, yüzde 9.25’te duran tavan faiz de yüzde 18’e gelecek. “Geç likidite penceresi” faizi de yüzde 19.50 olacak.
Bu durum “kaçak güreşen” bir Merkez bankasına yüzde 16.50’nin üzerine 1.5 puanlık bir ilave sıkılaşma olanağı veriyor; piyasaya verdiği paranın miktarını azaltarak yapabiliyor.
Şimdi bu tablo ile Bakan
Ama dolar kuru açılışta 4.6670, en yüksek 4.9282, kapanışta da 4.5485 oldu. Özetle açılışta 26 kuruş (yüzde 5.6) yükselip, kapanışta da en yüksek noktaya göre kabaca 38 kuruş (yüzde 7.8) düştü. Böyle bir çalkantı olması için ülkede çok ağır bir siyasi ya da toplumsal olay olması gerekirdi. Ama öyle bir durum da yoktu.
Tek ama temelden sarsıcı sorun, yatırımcıların seslendirdiği ve uluslararası finansal basına da manşet olan “Türkiye’nin bir merkez bankası var mı?” sorusu idi. Bunun nedeni de Merkez Bankası’nın kur artışına “kopuşa kadar” epeydir seyirci kalmasıydı.
Merkez Bankası çarşamba akşamüzeri olağanüstü yaptığı toplantı ile faizleri 3 puan artırarak yüzde 16.50’ye yükseltti. Bunu da yine Geç Likidite Penceresi denilen kanalın faizini yükselterek yaptı.
Dün de açılışta 4.5419’dan başlayarak bu satırların yazıldığı saatlerde en yüksek 4.7891’e kadar yüzde 5.4’lük yükseliş oldu. Hala çalkantı devam ediyordu.
Soru şu; ekonomide ve mali piyasalarda fiyatlama yapılamaz yere gelinmesi neden beklendi? Neden ekonomiye ve topluma büyük bir bedel ödetildi?
Öte yandan kurların hala yükseliş eğiliminde olmasının nedeni bu itibar kaybı. Hem geç kalıp ekonominin kur şokuna maruz bırakılması, hem de faiz artışının hala geçici bir pencere olan “geç likidite penceresinde” tutulması.
Faiz artışı hala piyasanın gerisinde. Olasılıkla “nasıl olsa 7 Haziran’da rutin toplantı için yine toplanacağız, o zamana kadar bakarız duruma” bakışı ile geride kalma tercih edilmiş olmalı. Ne yazık ki Merkez Bankası öne geçmek yerine, yine piyasanın gerisinde durmayı tercih ediyor. Önce 4 Haziran’da enflasyonun görülmesi, piyasa tepkisinin ölçülmesi, sonrasında piyasaya bakarak davranma tercihi bugünden apaçık görülüyor.
Kredibilite kaybına yeni bir geride duruş ekleniyor.