Geç Likidite Penceresi (GLP) faizini 75 baz puan artırarak yüzde 13.5’e çekti. Geleceğe dair de işaret vermedi. Zaten açıklamada da “ölçülü bir sıkılaştırma” olarak tanımlanıyor. Başka da bir mesaj verilmiyor. Bu faiz artışı da yapılmasaydı döviz kurunun 4.20’ye vuracağı konuşuluyordu piyasada. Olasılıkla siyasi platforma da bu durum aktarılmış olmalı; “kur mu faiz mi?” denilmiş olmalı.
Yalnız bir sorun var; “faizi piyasanın beklentisi olan 50 baz puanın da üzerinde artırırız, kuru dizginleriz” kurnazlığında bir önermeyle bu artış yapılmış ise hala piyasanın gerisinde kalındığının farkında olunamamış demektir. “Piyasa beklentisi”, hali hazırdaki duruşuyla Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun ne yapabileceğine dair “kapasite” beklentisidir. “Piyasanın gerisinde kalmak” ise enflasyon ve piyasa verilerine göre “olması gerekenin” gerisinde kalmaktır. Yeterince deneyimli ve liyakatli teknokratlar bunun farkındadırlar.
Faiz artışına karşın Merkez Bankası’nın para politikası, piyasanın gerisinde duruyor hala; 2 yıllık tahvil faizleri yüzde 14-14.5 arasında seyrediyor. Bundan düşük ve eğreti pencerede asılı bir faiz duruşuyla piyasaya güven veremez. Nitekim piyasada sonradan oturan kur tepkisinden de o görülüyor.
Merkez Bankası Ocak 2017’den başlayarak, dünyada olağanüstü hallerde ve bankacılık sisteminin alarm penceresi olarak kullanılan bu pencereyi kullanıyor. Merkez bankacılığında gündelik politika faizi olarak kullanılan bir pencere değil. Bir yılı aşkındır “her an indirebileceği faizi” kullanıyor. Haftalık faiz yüzde 8’de gecelik borç verme faizi de yüzde 9.25’te. İstediği gün, faizi yüzde 9.25’e çekme kapısı açık. Mevcut enflasyon görünümünde artık kullanılması mümkün olmayan bu faiz oranlarını değiştirmediği için, para politikasının itibarı kalmadı.
Faiz artıyormuş gibi görünüp, artırmamış gibi etki yaratıyorsanız; para politikasının itibarı yok demektir. Bir merkez bankası için en kötüsü, yarım yamalak politika kararı almaktır. Böyle yaptığınızda, Türkiye örneğinde; ne kuru göstererek zar zor ikna ettiğiniz siyasetçiler, ne de piyasalar nezdinde itibarınız kalmıyor.
Yıllık hedef yüzde 5, son 6 aylık enflasyonu yüzde 7.2 olan ülkenin Merkez Bankası, son altı ayda faizleri sadece 50 baz puan artırmış olarak dünkü faiz kararı toplantısına girerken, diğer tarafta henüz enflasyonu kafasını kaldırmamış ama potansiyeli görüldüğü için 50 baz puan artıran Fed var. Piyasanın fersah fersah gerisinde kalmak bu işte. Döviz kurundan bu enflasyona en az 1-1.5 puan ilave etki gelmesi beklenirken, “bu ne rahatlık?” diye sormak gerekiyor.
ABD’de 10 yıllık tahvil faizlerinin yüzde 3’ü geçtiği, dolar endeksinin yukarı döndüğü, gelişen ülkeler aleyhine rüzgarların estiği bir konjonktürü göre göre “mış gibi yapan” bir para politikası ne yazık ki TL’ye ilave hasara kapı açıyor.
Türkiye’ye döviz getirmek de çıkarmak da serbesttir. İzne bağlı değil. Yürütme tarafından keyfi olarak karar verilebilen bir konu değil. Bu Türk Lirası için de geçerli. Kısıt değil ama usul, 50 bin doların üzerindeki hareketleri kayıtlara giriyor; bankalar Hazine’ye bildiriyor, hepsi bu.
Bankalar kanalı ile yurtdışına para transferi yaparken izin almanız gerekmiyor. Sadece istatistikler ve yukarıda atıfta bulunduğum bildirimler için niteliğine dair not düşülüyor. Yurtdışına yolladığınız dövizlerle, yurtdışında yatırım da yapabilirsiniz istediğiniz ülkede mevduat da. İstediğiniz ülkede istediğiniz hisse senedine, tahvile ya da bir başka yatırım aracına da yatırıp orada “park” da edebilirsiniz. Koşula bağlı değil.
Döviz tutma serbestisi getiren “32 sayılı Karar” diyor ki; “Türkiye’de yerleşik kişilerin beraberlerinde döviz bulundurmaları, bankalar, yetkili müesseseler, PTT, kıymetli maden aracı kuruluşları ile yurtdışında döviz alım satımına yetkili kuruluşlardan döviz satın almaları ve bunlara döviz satmaları, dövizleri bankalarda açacakları döviz hesaplarında tutmaları, efektif olarak kullanmaları, bankalar vasıtasıyla yurt içinde ve yurtdışında tasarruf etmeleri serbesttir.” Devam ediyor: “Türkiye’de yerleşik kişiler ile dışarıda yerleşik kişilerin, bankalar vasıtasıyla yurtdışına döviz transfer ettirmeleri serbesttir. Türkiye’de ve dışarıda yerleşik gerçek kişilerin, bankalar aracılığıyla kişisel sermaye hareketlerine ilişkin yurtdışından yurt içine ve yurt içinden yurtdışına yapacakları transferler serbesttir.”
Daha fazlası, ihracatçı ya da turizmcisiniz döviz kazandırıcı bir işiniz var; dövizinizi yurtdışındaki bir bankada tutabiliyorsunuz. Bunu getirip TL’ye çevirme zorunluluğunuz yok eskisi gibi.
1989’da Türk Parasını Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklik ve çıkarılan 32 Sayılı Karar ile çağına göre en esaslı ekonomik devrim buydu; Türkiye ekonomisi dışa açılıyordu.
Dönemin Başbakanı Turgut Özal bu kararı alırken bürokratların bile tereddütleri vardı; “hazır mıyız buna?” sorusu etrafında. Ama aradan geçen 29 yılda sermaye serbestisi öyle köklendi ki bunu geriye çevirmenin, yasak koymanın olanağı yok.
1989’daki sermaye hareketlerine serbesti sonrasında 2001’de de kur rejimi serbest dalgalı kur rejimine geçirildi.
Sermaye hareketlerinin oluşturduğu stok göstergesi olan uluslararası yatırım pozisyonunda ortaya çıkan değişimlere, 2002-2009 ve 2009-2017 arası dönemler için baksaydık ne görürdük?
1986’dan bu yana mali piyasaları, ekonomiyi izliyorum; çok sayıda değişkenin belirlediği piyasa fiyatlarından siyasi kerteriz çıkarmayı beceremedim.
Dolar kuru 3.70’den 4.10’a çıkarken “dış güçlerin işi”, 4.10’dan 4.00’e düşünce de “seçimin sonucunu belli eden kur seviyesi” olarak tescillemek evlere şenlik.
Salı günü MHP lideri Bahçeli erken seçim önerisinde bulunduğunda dolar kuru 4.15’e doğru yürürken, ertesi gün öne çekilmiş bir seçim tarihi ile karar alındığında 4.05 sonra da gece yarısı 4’e kadar gerileyen bir dolar kuru vardı.
Bahçeli’nin açıkladığı ağustos sonuna tarihlenen bir erken seçim için kaygılı olan piyasa, haziran sonuna tarihlenen bir seçim için tersi bir tepki vermişti. “Piyasa tepkisinin” arkasındaki varsayımlar da epey iddialı idi; “döviz kurunun uzunca bir süre böyle kalmasına izin vermezler, Merkez Bankası faiz arttırır.” Belli ki, hiçbir adım atmadan “sözlü müdahale ile işleri yürütürüz” diyerek, faiz arttırmadan arttırılmış gibi sonuçlara bugünden ulaşma amaçlı piyasalara telkin edilen hikâye bu. Oldukça naif değil mi? İkincisi de böyle “bıçak sırtı” durumlarda henüz ekonomik birimler pozisyon almadan oluşan piyasa fiyatlaması tamamen “taktikseldir”; yani anlık, geçici ve miktar yığılması olmadan yapılan işlemlerin sonucudur.
Kur 4.10’e dönünce “piyasa iktidarın kazanacağına ikna olmadı” mı diyeceğiz?
Temel soru şu; erken seçim sonrasında, giderek ekonominin uç birimlerine uzanan bugünkü borç geri ödeme sorunu çözülecek midir? Çözülecekse nasıl olacaktır? Dış finansman penceresi açılacak mıdır? Finansal alanda da giderek çok fazla biçimde kısıt haline gelen, çökmüş kurumsal yapı, kural bazlı işleyişler, hukukun üstünlüğü geri gelecek midir? Bu konuda, “erken seçim belirsizliğinin ortadan kalkması” dışında elimizde yeni bir bilgi yok. Ayrıca erken seçim kararıyla, sadece Mart 2019’daki yerel seçimlere uzanan 1 yıllık bir “seçim dönemi” açılmış oldu.
Yeri gelmişken,
2017 yılında Merkez Bankası’nın “kendi malı” yani kendi mülkiyetinde olan altın miktarındaki artışı biliyorduk. Yıllık raporla birlikte, bunun ayrıntılarını da görme fırsatımız oldu.
Birincisi, Merkez Bankası 2017’de kendi mülkiyetindeki altınları 83.3 ton arttırırken, bunun 37.3 tonunu Borsa İstanbul (BİST) bünyesindeki altın borsasından satın almış. Bu alışlar Türkiye’nin altın ithalatı sayılarını şişirmiş olabilir mi? Bu konuya tekrar döneceğim.
İkincisi, bankanın altın rezervlerini tuttuğu çeşitli merkezler arasında çok uzun süredir ABD Merkez Bankası Fed de vardı. Banka, 2017’de ABD Merkez Bankası Fed’de bulunan 28.6 ton altını tamamen sıfırlamış. Sıfırlama, bu altınları Fed’den alıp Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) ve Britanya Merkez Bankası’na (BOE) çekerek olmuş. Çok açık ki; ABD ile olan “diplomatik kriz”, Suriye’ye yapılacak askeri operasyonun olası devam senaryoları üzerine bu karar alınmış olmalı.
Üçüncüsü; bankalar zorunlu karşılık yükümlülükleri için uluslararası standartta altın tutabiliyorlardı. Bu altın karşılıklarındaki artış 102 ton olmuştu. Bunun da 38.3 tonu Londra’da Britanya Merkez Bankası’ndaki Türkiye Merkez Bankası hesabına, 63.8 tonu ise BİST’teki Merkez Bankası hesabına yatırılmış.
Böylece hem Merkez Bankası’nın kendi mülkiyetindeki artıştan, hem de bankaların Merkez Bankası’na yatırdıkları altın karşılıklarındaki artıştan olmak üzere BIST’te bulunan Merkez Bankası hesabındaki altın miktarı artışı 103.5 ton olmuş. Yani kabaca 4.2 milyar dolarlık bir altın artışı.
Türkiye’de külçe altın ithalat ve ihracatı BIST’ten geçmek ve tescil edilmek zorunda. 2017’de BIST üzerinden yapılan fiziksel altın ithalatının ise 370 ton olduğunu görüyoruz. Bu ise kabaca 15 milyar dolar demek.
Peki Türkiye’nin 2017’de “parasal olmayan altın” ithalatı ve ihracatı ne kadardı? Navlun ve sigorta dahil 16.5 milyar dolarlık altın ithalatına karşılık, 6.6 milyar dolarlık ihracat yapıldı. Net ithalat 9.9 milyar dolar.
Daha önce de bu sorunun yanıtını aramıştım; acaba Türkiye’nin altın hesabını şişiren bir hata mı var? BİST üzerinden Merkez Bankası’na yatırılan altın karşılıkları ve bizatihi Merkez Bankası’nın kendi rezervleri için satın aldığı altınlar
Bu üç haber “Türkiye Ekonomisi” dersi alan öğrenciler için iyi bir final sınavı sorusu olur; “Bu üç haberden hareketle ekonominin durumunu açıklayınız, 100 puan.”
Üç farklı borç hikayesi var; Türk Telekom’un çoğunluk hissedarı Oger Telecom’un 4.4 milyar dolarlık borcu ödeyememesi farklı bir hikaye, Yıldız Holding’in 6 milyar dolarlık borç yapılandırma talebi farklı, Doğuş’un hikayesi farklı; ortak noktaları, bankaların nakit akımını değiştirecek olması.
Herkesin aklındaki soruyu buraya yazalım; büyükler böyle ise küçük ve orta boyların hali nicedir? Buraya döneceğim tekrar; asıl soru şu: Büyük ve değerli markaları barından holdingler neden yapılandırma peşinde?
Yıldız örneğinde, kısa vadeli finansmanla varlık alımı yapan iş dünyası şimdi zorlanıyor. Doğuş örneğinde ise kur artışının büyük hasar yarattığı görülüyor. Doğuş Grubu’nın açık döviz pozisyonunun 4.7 milyar dolar olduğu görülüyor. Kısa ve uzun vadeli finansal borçları 6.2 milyar dolar (23.5 milyar TL) olan grubun faizler 1 puan arttığında karşılaştığı yük yaklaşık 60 milyon TL iken, kur yüzde 1 arttığında karşılaştığı ilave yük 116 milyon TL olduğu görülüyor. Kur hasarı mı yoksa faiz hasarı mı sorusunun yanıtı çok açık biçimde ortada; kur etkisi bu bilançoda iki kat daha fazla.
Türkiye’de finans dışı kesimin açık pozisyonu 221 milyar dolar. Şirketler 2010-2017 arasında milli gelirin kabaca yüzde 30’u kadar borç artırdılar.
Başta o çok “kızdığımız” kredi dereceleme kuruluşlarının olmak üzere Türkiye’ye ilgilenen yatırımcıların dikkat çektiği konu tam da buydu; “küresel kriz sonrasında Çin’den sonra en çok borç büyüten şirketler kesimi Türkiye’de, kur artışı ve artan maliyetler ile görece yavaşlayan bir hasılat yapısı ile bu borçların çevrilmesi güçleşecek” temalı bir uyarı yapılıyordu.
Peki yüzde 7 büyüyen bir ülkenin marka grupları neden borç çevirme sorunu yaşamaya başladılar? Bunun tek bir yıla mercek koyarak bakılıp anlaşılamayacağı ortada. 2013 sonrasındaki birikimli hasarın şirketleri zor bir yokuşa sürdüğü hesaba katılmalı.
2012 sonundan bu yana 5 yılda nominal milli gelir birikimli olarak yüzde 97 artarken
Şaşırtıcıydı çünkü iki hafta önce bizzat Genel Başkan Meral Akşener’in sonuna kadar izlediği bir ekonomi sunumu yapan ve yola çıkarlarken “Ben başbakan olacağım, o da benim ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcım olacak” dediği Durmuş Yılmaz şevkle görevinin başındaydı.
Açıklamanın 5 Nisan günü gelmesi de ilginç bir tesadüftü; 1994’teki ekonomik kriz “5 Nisan kararları” olarak bilinen sert önlemlerle tedavi edilmeye başlanmıştı. O dönem krizde değiştirilen Hazine Müsteşarının yerine Ayfer Yılmaz atanmıştı.
Önceki gün bunu Twitter’da paylaşınca dün Meral Akşener aradı. Şunları anlattı: Birincisi görev almamayı Durmuş Yılmaz kendisi talep etti. Parti faaliyetleri ve ziyaretlere sağlık nedeniyle katılmasının bir süre mümkün olamayacağını söyledi. İkincisi aramızda herhangi bir sorun yok. Üçüncüsü, “Durmuş Yılmaz bizim abimiz, ekonomi başdanışmanım olarak yanımızda olacak.”
Benim de öğrendiğime göre Yılmaz ayağındaki bir rahatsızlık nedeniyle ameliyat olacak.
Nisan 2016’da yazmıştım; MHP’de parti içinde genel başkanlık yürüyüşüne başladığında Yılmaz’ı yanına almış ve gezilere beraber çıkmışlardı. Akşener’e bunu sorduğumda, kurultaydan genel başkan olarak çıktığında, teşkilatın da çok sevdiği Yılmaz’ın partide ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı olacağını, iktidara geldiklerinde de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olacağını ifade etmişti. Akşener’e bunu hatırlatarak sordum; “iktidara geldiğinizde Durmuş Yılmaz için ekonomiden sorumlu Başkan ya da Başbakan Yardımcısı olacağı taahhüdünüz geçerli mi?” Akşener “evet geçerli, değişmedi” diyerek noktaladı.
Öyle görünüyor ki; Durmuş Yılmaz rahatsız. Hem sağlık sorunu olduğu hem de parti meseleleri olduğu anlaşılıyor.
Durmuş Yılmaz’a sordum gelişmeleri; Yılmaz, sağlık nedeniyle partiye gidemeyeceğini bildirdiğini doğruladı. Ancak, Başkanlık Divanı’na katılmama talebini Akşener’e ilettiğini, ayrıca bu konuda bir “Whatsapp” mesajı ilettiğini de anlattı. Mesajın içeriği neydi? Yılmaz, “Bu konu bende kalsın” şeklinde yanıtladı.
Durmuş Yılmaz dün akşam saatlerinde Twitter’dan bir açıklama yaparak; “İYİ Parti Genel Sekreterliği bugün bir basın açıklaması yaparak şahsımın talebi doğrultusunda Genel Başkan Yardımcılığından affedilerek Genel Başkan Başdanışmanlığına atandığımı duyurmuştur. İfadenin birinci kısmı doğru olup (Genel Başkan nedenini sorursa söylerim), ikinci kısmıyla ilgili bir talebim olmamıştır, olmayacaktır. Parti üyeliğim, Kurucular Kurulu ve GİK üyeliğim devam etmektedir. Bu çerçevede çalışmalarıma devam edeceğim. Kamuoyuna saygıyla arz ederim” dedi.
Bu çeyrek yüzyıllık yıldönümünün, “Tarihten ders alınsaydı tarih tekerrür etmezdi” sözünün yerini bulduğu gelişmelere denk düşmesi anlamlı.
Çünkü 4 Nisan tarihli gazetelerde “Faiz düşürme paketi geliyor” başlıkları yer alıyordu. Geçmişte “faiz düşürme çabalarının” bedelini ödeyen bir kuşak bu haberlere temkinli yaklaşıyor.
1994 krizine nasıl girdiğimizi özellikle hatırlatmak gerekiyor; 1994 krizine girişin iki ana nedeni vardı; kamu açıklarının büyümesi ve bunun Merkez Bankası kaynaklarıyla (avans kullanımıyla) finanse edilmeye kalkışılması. Bu tabloda daha kötüsü; dönemin başbakanı Çiller “faizleri düşürme” çabasına girip, kamu açıklarının finansmanı için yapılan borçlanma ihalelerinde piyasada likidite bırakıp genel faiz oranlarını aşağı çekebileceğini sanıyordu. Hazine ihalelerinin iptali ya da daha az tahvil satışı sonucunda, likidite sonunda dövize gitti.
Bu defa piyasa, Hazine’ye borç verme iştahını kaybetmişti. Teklif gelmediği için ihale iptalleri başlamıştı.
Merkez Bankası’nın baş edebileceği boyutu geçti. Kur patlamasın diye piyasadaki bol likiditeyi çeken Merkez Bankası’na, Başbakanlık Müsteşarı imzalı bir yazı yolluyordu; Açık piyasa işlemleri yapmayın! Yani likiditeyi çekmeyin.
TL’NİN KALKANI FAİZ
Sonunda, döviz kuru patladı; Ocak 1994’de yüzde 13.5, sonra nisan ayında da yüzde 100’lük bir kur zıplamasıyla bir devalüasyon yaşanıyordu. Faiz düşürmek için kolları sıvayan Başbakan Çiller, 5 Nisan 1994’te borçlanamaz duruma düşen Hazine’ye para bulabilmek için 3 aylık halka arz yaparak yüzde 400 şok faiz teklif ederek masadan kalkıyordu; yüzde 80-85 seviyesindeki Hazine faizini yapay biçimde 3-5 puan aşağı bastırmak isterken, yüzde 300-400 faize razı gelmek zorunda kalmıştı.
Çeyrek yüzyıl içinde 2001 krizi gibi 1994 krizinden çok daha sarsıcı krize tanık olduk. Büyük ekonomik bedeller ödendi; hatta sonunda yeni bir siyasi iktidar getirdi. Ancak bu defa, sandıkta cezalandırılan önceki koalisyon iktidarının yaptığı
Geçen hafta bir uluslararası yatırım bankası Türkiye’ye finansal yatırım ilgisi olan büyük fonların yöneticilerine Ankara turu yaptırdı. Tur öylesine turistik değil; Merkez Bankası, Maliye Bakanı Naci Ağbal, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, kimi ekonomi danışmanları ve muhalefet partilerinin yöneticilerini içeren ziyaretler.
Yatırımcı ziyaretleri epeydir rutin aralıklarla yapılıyor. Ancak geziyi düzenleyen yatırım bankasının uzmanı perşembe günü kısa bir not yazıp hemen müşterilerine yolluyor. Notta uzunca zamandır TL’ye karşı dolar tutma taraftarı olduklarını, ancak bu gezi sonrasında kısa vadeli olarak TL varlıkların toparlanmasını beklediklerini, izleyen haftaya “taktik olarak” pozisyon azaltmayı tercih ettiklerini yazıyor. Merkez Bankası’nın daha şahin bir tona döndüğünü, gelecek toplantıda faiz artırma şansının belirgin biçimde arttığı not düşülüyor. Ayrıca, bu hafta kastedilerek; büyük olasılıkla enflasyona dönük bir ekonomik paketin ilan edilmesini beklediklerini ilave ettikten sonra, son birkaç günde Merkez Bankası ve hükümet yetkilileri arasında, finansal istikrarı sağlama konusunda eşgüdümlü toplantılar yapıldığı da not düşülmüş.
DAR TOPLANTILAR SORUNLU
Konuştuğum uzmanlar bu not sonrasında kurda 7 kuruşluk bir düşüş olduğuna işaret etti. Kimi bunu, “birkaç yatırımcının önceden öğrendiği bilgiyle” dar piyasada manipülasyon olarak tanımlıyor. Bir bakanın “gelecek hafta dövizi düşürecek adımlar atacağız” bilgisini verdiği iddiası da var.
Ancak bir başka kaynağım da Ankara’da Merkez Bankası’nın ya da bakanların, yatırımcılarla yapılan toplantılarda böyle bir açıklama ya da imada bulunmadıklarını, yazılan içeriğin “notu yazanın edindiği izlenim” olduğunu aktarıyor. Ancak “suya atılan taş” örneği halkalar sonradan büyümüş.
Örneğin bir ticari bankanın analisti de cuma yazdığı raporda “somut bir haber ya da gelişme olmadan” mali piyasaların pozitif yönde hareketine neden olan yatırım bankasının uzmanının yazdığı ziyaret notuna atıfta bulunmuş. Hatta bunun sığ piyasada etki yarattığı, somut bir gelişmeye dayanmadığını da not düşerek, “TCMB’nin faiz artırımına gitme ihtimalini şu an kuvvetli bulmazken önümüzdeki hafta yapılacak olan açıklamanın da teşvik paketi olduğunu” eklemiş. Bu paketin de büyümeyi destekleme amacı olduğunu hatırlatarak.
Oldukça gerçekçi bu yorum sonrasında ne olduysa bu raporları rutin biçimde müşterilerine yollayan banka apar-topar bu yorum için “somut hiçbir bilgiye dayanmayan ve gerçekliği olmayan ifadenin yanlış anlamaya yol açma ihtimali” denilerek “bu bizim bankanın görüşü değildir” minvalinde bir “düzeltme” yollamış. Söylentilere bakılırsa “Düzeltmeyi, Merkez Bankası üst yönetimi bankayı arayarak istemiş”.
RAPORA SOPA