İstanbul’da doğan ve ancak çocukluk yıllarını Almanya’da geçiren Pamuk, kendisi için Ankara’nın ayrıcalıklı bir şehir olduğunu, “Ankaralı sanatseverlerin, resme yönelik duru ve içten ilgisini her zaman yüreğimde hissetmişimdir. En son 2019 yılında ArtAnkara Çağdaş Sanat Fuarı’nda çalışmalarımla yer aldım. Ayrıca yine aynı yıl Port ART Gallery’de Portakal Çiçeği Uluslararası Plastik Sanatlar Kolonisi Sergisi’nde yer almaktan gurur duydum” sözleriyle dile getiriyor.
Nazan Pamuk’un eserlerine baktığınızda onu neden “Atlara fısıldayan kadın” diye tanımladığımı anlayabilirsiniz. At, Pamuk’un eserlerinde kadınla birlikte öne çıkan figürdür. Pamuk “Neden at ve kadın?” sorusuna şu geniş yanıtı veriyor:
“Kendimi ifade edebildiğime inandığım tek yolun resim olduğunu Almanya yıllarımda keşfettim. Bu ülkede sanatsal özgürlüğün ve resme verilen değerin o yaşlarda farkına varmam, ruhumda çiçekler açtırmıştı. Duygularımda şahlanan o atlar, şimdi tuvallerimde dörtnala koşuyorlar. Onlar, dizginlenmeyi, eyer vurulmayı reddeden yılkı atları. Onları kadınlarla bütünleştirerek, harmanlayarak betimlemeyi ise güzel ülkemde öğrendim. Sanatseverleri atların büyülü dünyasında yolculuğa çıkarırken, aslında kendi iç dünyamda açtığım küçük pencerelerden ben de onlara bakıyorum. Doğanın saflığından beslenip, özgürlüğün sınırsızlığını tuvallerime yansıtmaya çalışıyorum. Sürrealist ve fantastik tarzda çalışıyorum ve resimlerimde ağırlıklı olarak figüre yer veriyorum. Benim için son derece önemli olan hassas noktalarım var; kadının özgürleşmesi, doğanın korunması başta olmak üzere beni etkileyen toplumsal durumları ve etkisinde kaldığım olguları kendi perspektifimden tuvalime aktarıyorum. Bu benim yaşam biçimim. Resimlerimdeki ana temalar atlar, kadınlar, doğa unsurları... Atlarım özgür yılkı atları. Eyersiz, gemsiz, dizginsiz. Ülkemizde kadınların içinde bulunduğu kısıtlı özgürlüğe tepki olarak benim kadınlarım, zihnimdeki yılkı atlarıyla bütünleşerek kâh okyanuslarda, kâh ağaç yapraklarında, kâh rüzgarın esintilerinde harmanlanıyor. Resimlerimde sıklıkla kendine yer bulan kadınların gözlerinde sessiz çığlıklar, mutluluklar, hüzünler var. En çok da duru bir özgüven. Hesapsız, çıkarsız, korkusuz. Özgürlük coşkusu zaman zaman sığmıyor içlerine ve zihinlerinden taşarcasına yılkı atlarına dönüşüyor saçlarında. Her biri kendine has, her biri kendi iç sesiyle yaşıyor tuvallerimde. Çalışmayı seven biri olarak iç dünyamda dizginlenemeyen yeni fikirler, fırçamdan tuvallerime akmaya hazır sayısız yılkı atları, gözlerindeki bakışlarla haykıran kadınlar benim sesim, benim kelimelerim oluyor.”
Nazan Pamuk, 30 yıla yaklaşan sanat kariyerinde 16 kişisel sergi açarken, 18 karma sergide de eserleriyle yer almış. Pamuk, son 8 yıldır sosyal sorumluluk projelerine de ağırlık vermeyi kendime görev edinmiş. Kan ve Kök Hücre Gönüllüleri Derneği yararına çeşitli etkinliklerde yer alan sanatçı, 2015’te de Ege’de çıkan orman yangınında zeytinliklerin büyük zarar görmesinden çok etkilenerek doğanın korunması ve ağaçlandırma çalışmalarına destek olmak için TEMA Vakfı yararına “Nefes” adlı kişisel sergisini düzenlemiş.
KENTTE NE VAR?
Raif Gökkuş-Murat Erkan-31 Mart’a kadar (Emin Antik/Kale), İmren İyem Aslan-29 Mart’a kadar (Zülfü Livaneli Kültür Merkezi/Yıldız), Gültekin Serbest-29 Mart’a kadar (Medya Sanat Galerisi/Üsküp Caddesi-Çankaya), Fırat Engin-5 Nisan’a kadar (Siyah Beyaz Galeri/Şili Meydanı), Şaylan Özyılmaz-25 Mart’a kadar (Fırça Sanat/Hilal Mahallesi), Baran Kamiloğlu-Ali Herischi-Hazal Aksoy-10 Mart’a kadar (Galeri Soyut/Yıldız), Hasan Kırdı-19 Mart’a kadar (Sevgi Sanat/Hilal Mahallesi), Cüneyt Er-10 Mart’ta açılacak (ÇSM/Çankaya), Ankara Tabip Odası Hekimlerin Sergisi-15 Mart’a kadar (ÇSM/Çankaya), Papirüs karma sergi-26 Mart’a kadar (Arkadaş ArtCenter/One Tower AVM), Karma Sergi-15 Mart’a kadar (Armoni Sanat/Yıldız), Karma sergi-31 Mart’a kadar (Valör Sanat/Yıldız), Karma sergi-31 Mart’a kadar (Çankaya Sanat/Yıldız).
Sanatçı bu sergisinde de, hayatın serüvenlerle dolu yolculuğunu düş gücünün en yükseğinde kendine özgü renkler ve sembollerle anlatmayı hedeflemiş. Galata Kulesi, tavus kuşları, yelkenleri rüzgârla dolmuş kalyonların yanı sıra, yaprakları kırmızı-beyaz renklerle bezenmiş muz ağaçları Serbest’in yeni sergisinde dikkat çekiyor.
Serbest’in resimlerini saatlerce inceleyebilir ve her yeni bakışta yepyeni semboller, gizlenmiş hazineler görürsünüz. Bazen, o gizli hazineyi bulmak için Haliç’ten atlarsınız bir kayığa, Galata’ya doğru yol alırsınız. Bazen, nazik çehreli tavus kuşunun tüylerine dokunursunuz gözlerinizle. Bazen onlarca evinden birine girersiniz. Bazen de Hezarfen Ahmed Çelebi’nin gözlerinde Galata’dan kanatlanıp uçtuğu andaki heyecanını yaşarsınız. Bazen bir buluttan, bir çiçekten ya da bir Pegasus’un kanadından bakarsınız hayata.
Serbest için kalbe giden yolda atılan her adım bir fırça darbesidir, bu yüzden de her resmine kalbini bırakır. Resimlerindeki hazinelerden biri de odur. Sanatçının resimlerinde oluşturduğu mavi renk, kendisine özgüdür. Hatta, Serbest’in mavisi o kadar bilinir ki, bir boya firması sanatçı adına “Serbest mavisi” isimli boyayı piyasaya çıkarmıştır. Sanat eleştirmeni Ümit Yaşar Gözüm, Serbest’in çalışmalarıyla ilgili şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Sanatçı kendi renklerini oluşturmanın verdiği güvenle kompozisyonlarını biçimlendirmiş. Serbest, renkçi bir ressam değildir. Ancak, izleyici Gültekin Serbest mavisi, kahvesi ve bordosu ile renklerinden tanıyabilir onu. Renklerinde izleyiciyi çeken şey, kıyısından seyrettikleri yaşanmışlıklara, sanatçının yarattığı görsellik üzerinden duyulan özlemdir. Renk, masmavi gökyüzüne asılı kalan kahve-bordonun bütünleşik zıtlıklarının yarattığı ahenktir. Serbest’in kompozisyonlarının ana teması tarih felsefesinin metodolojisi ve ironik kinayelerin birer dışa vurumudur. Gültekin Serbest, eski mabetlerin, tarihsel imgelerin, sümbül kokan sokakların, figüratif düşlerini kendine dert edinen bir sanatçıdır. İnsanlık tarihine yaptığı yolculuklarda her nesne, olgu ve imgenin tanıklıklarının hüznünü ruhunda hisseder. Uygarlıkların düş kırılmaları, sanatçının kurgulamalarında lirik minyatür gerçeklere dönüşür. Sanatçı, resmin dilini konuşturarak mitolojik bir ruh yükler zamana. Kurgudan renge, kompozisyondan perspektife, imgeden mitlere özgün bir ufukla yorumlar. Zamana yenilmeyen eski özlemlerin kurgusu vardır sanatçının belleğinde. Geçmiş zamanın mitolojik gizemlerinin üzerindeki sis perdesini kaldırarak resme dönüştürür düşlerini. Tarihe karşı sorumluluk duygusunu, insani olana duyarlılık olarak algılar.”
ABD, Fransa, Kosova, Bulgaristan, Moldova, Kırgızistan, Arnavutluk, Karadağ, Macaristan, Gürcistan ve Pakistan’da katıldığı karma sergilerle uluslararası sanatçı kimliğine de uzanmış olan Serbest, Balkanların Uluslararası Süleyman Brina Plastik Sanatlar Ödülü’nü de layık görülmüş bir sanatçı. Ulusal ve yabancı galeri ve müzelerde resmi ve özel koleksiyonlarda eserleri bulunan sanatçı, Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği’nin (BHRD) iki dönem başkanı olarak da hizmet vermiş bir isim. Serbest, kurucuları arasında yer aldığı Çağdaş Sanatlar Vakfı’nın Genel Sekreterliği görevini yürütüyor.
Candaş’ın eserlerinde doğup büyüdüğü ve yaşamını sürdürdüğü Karadeniz’in etkilerini farklı şekilde hissetmek mümkün. Sanatçı doğanın sessiz çığlığını, kimi zaman sıcak kimi zaman soğuk renklerle, nesnelerin gölgelerini zamanın sonsuzluğunda anlık yansımalar olarak kurguluyor. Eskimiş Karadeniz takalarının üzerine kondurduğu kargalar, gerçekte çevrenin insanın acımasızlığı karşısındaki sessiz isyanını ortaya koyuyor. Bu kapsamda Mümin Candaş’ın soyuta yakın gerçeklikteki kurgularının yanı sıra fantastik kurgulamalarının da dikkat çekici olduğunu söylemeliyiz.
İnsan ve doğa arasındaki ilişkiyi, doğanın insan üzerindeki etkisini estetik yorumlarla yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini belirten Candaş, özetle şöyle anlatıyor resim dünyasını:
“Genellikle kullandığım renk ve kompozisyonlarda, denge, ritm ve zaman arayışı içindeyim. Barınaklar, eskimiş kayıklar, kelebek, bulut, ağaç veya kuşlar...Resim benim her tuvalde ürettiğim, kendimle kaldığım yeni bir dünyadır, bana dair bir dünya. Resmin izlenmesi, paylaşılması bu gerçeği değiştirmez. Bu nedenle resimlerimde kendi dünyamın bayrakları yer alır. Her ülkenin, her sınırın bir işareti vardır. Benim resmimde de bana ait bir direkte, boşlukta veya çalı parçasında asılan bayraklarım bulunur. Resim benim için bir yaşam biçimi olduğu kadar bir iletişim aracı da aynı zamanda. Bir şeyler söylemek isteyen kimi zaman sayfalar dolusu kitap yazar, bazıları iki cümlede derdini anlatır, ben de resim yaparak mesajımı veriyorum.”
Trabzon-Akçaabat Güzel Sanatlar Lisesi’nde Görsel Sanatlar Eğitimcisi olarak görev yapan, çalışmalarına kendi özel atölyesinde devam eden sanatçının eserlerini Ankara’daki birçok galeri ve müzayedede bulabilirsiniz. Eleştirmen Ümit Yaşar Gözüm’ün değerlendirmesiyle bitirelim Mümin Candaş yazısını:
“Tutkulu bir ruhtur Candaş, ne sevdiğinden vazgeçer, ne de güzelin peşinde koşmaktan. Candaş’ın figürleri ve manzaralarında doğa ve insan arasındaki sükuneti ve huzuru görürüz. O sakinlik içerisinde her yerden ve her şeyden uzak olduğu hissini verir izleyiciye. Candaş’ın eserlerinde doğa, modern çağın kent kültürüyle yetişmiş insanın eleştirisine dönüşür. Doğa ile melankolik bağ kurabilen ve bunu anlık kavrayışlarıyla kurguya dönüştürebilen ressamlarımızdandır Candaş. Onun resmettiği manzaraların izinden yürüyen izleyici, figürün ufukta kayboluşunu izleyerek resmin içinde bulur kendini. Candaş, doğa-insan ilişkisini resimlerinde sahaya çıkmış aynı takımın oyuncuları gibi paslaşarak sonsuz bir yolculuğa çıkarmak ister. Doğanın özgür renk dengesi ile resme duygu, ritm ve derinlik kazandırır. Bu çocuklukla başlayıp zamanla zenginleşen-renklenen ‘duygunun oluşmasını sağlayan coğrafyanın’ insana kazandırdığı algılama yetisidir. Bu yanıyla Anadolu’nun eşsiz mevsimsel geçişlerinin ve bölgesel farklılıklarının da etkisi büyüktür. Candaş, resmini yaşamın bir gerçeği ve toplumsal iletişimin bir aracı olarak algılar. Resimlerini yarattığı dünyanın, çizilmiş sınırları ve dikilmiş bayrakları olarak görür. Resminde ışık ve rengin ahengini yakaladığımız Candaş’ın sanatı ve özgünlük anlayışı, zihninin ihtiyaçlarından çok daha fazla ruhunun arayışlarından beslenmekte. Duyguyu besleyen düşüncenin gölgesini onun her fırça darbesinde görebilmek mümkün.”
KENTTE NE VAR?
Serginin küratörlüğünü yapan sanat tarihçi Prof. Dr. Kıymet Giray, sergi için özel olarak hazırlanmış katalogda Erbil’in sanat hayatını 7 sayfada ayrıntılı şekilde anlatmış. Giray’ın yazısında Erbil’in tüm dönemleriyle ilgili saptama ve değerlendirmeleri bulmanız mümkün. Günümüzde Erbil’in İstanbul soyutlamaları ile özdeştiği, en çok İstanbul resimlerinin tutulduğu bir gerçek. Giray, yazısının son bölümünü Erbil’in İstanbul çalışmalarına ayırmış. Bu bölümü size özetleyerek sunmak istedim. Şöyle anlatıyor Giray, Erbil’in İstanbul’unu:
“Devrim Erbil’in soyut ve soyutlamalarla varsıllaşan sanat anlayışının birleştiği resimler genellikle tanımlanabilen ve 1990 sonları ve 2000’li yılları kapsamına alan İstanbul görünümleri, sanatın tarihi içinde ele alınması gereken başlı başına bir inceleme konusudur.
Ritmik düzenlerin birbirinden ayrılarak oluşturduğu kara parçaları, İstanbul’u tanımlayan coğrafi kesitleri yaratır. Kırık çizgiler, semtleri, sokakları ve mimari yapıları belirler. Düşey ve yatay düzlemde belirlenen geometrik tasarımlar anıtları belirgin kılar. Sonu, Erbil’in soyut anlayışıyla betimlenen eşsiz İstanbul görünümlerine ulaşır. Bu bağlamda öğrenim yıllarından beri yöneldiği kaynaklar arasında varlığını sürekli olarak koruyan geleneksel kaynaklar açık göstergeler olarak kompozisyonların tasarımlarındaki yerlerini alır. Nakkaş Osman’ın El Fatihnamesi, Nakkaş Velican’ın İstanbul fethini anlatan yazmasını özümseyen birkaç ressamdan biridir Erbil. Belki de tek örnektir... Kariye Camii’nin mozaiklerini, İslam Eserleri Müzesi’nin eserlerini irdeleyen bir sanatçı olarak farklıdır Erbil. Afrika’dan Mezopotamya’ya, Anadolu’dan Avrupa resmine ulaşan okuma, görme, inceleme alanları yaratan ve kaynaklarını dünya sanatının mirası üzerine yerleştiren özgün bir örnek, kültür katmanları çok zengin olan bir sanatçıdır.
Sarayburnu, Marmara, Anadolu yakası ve Boğaz’ı belirleyen soyutlamalar, Sultanahmet’in gökyüzüne ulaşan minareleriyle sarılı anıtsal mimarisi, altın bir boynuz gibi kara parçalarının arasına süzülen Haliç ve gümüş pırıltılarla iki kıtayı birleştiren Boğaziçi, İstanbul’u tanımlayan simgeler olarak Erbil tuvallerinde sanat eserlerine dönüşür. Gelenekleri çağrıştıran ancak geleneklere bağlanan tüm değerlerin üstüne çıkan, onları aşan bir Erbil yorumunun resimleridir İstanbul soyutlamaları. Soyut kent görünümlerinin en başarılı ve özgün örnekleridir. 1967 tarihi Galata’dan bir görünümle başlayan ve ilerleyen yıllar, aşılan yollar ve gelişen resimsel anlatımlara koşut olarak tüm İstanbul’u saran soyut kompozisyonlardır. Erbil’in bir sanatçı olarak farklılığını ortaya koyan farklı ve çok özgün İstanbul görünümleridir.”
Peki nedir Erbil’i farklı yapan? Giray, farkı şöyle dile getiriyor:
Özkalan’ı en iyi tanıyanlardan biri olan ve eserlerini sanatseverlerle buluşturan RC Art Gallery’nin sahibi Rahmi Çöğendez, “85 yaşında, Atatürkçü, müthiş bir Cumhuriyet kadını. Aldığı özel izinle 15 yıldan fazla CSO’nun provalarını izliyor. CSO’yu izlerken sürekli eskiz yapıyor. O esnada anı yakalıyor. Eskizlerini daha sonra aynı zamanda atölye olarak da kullandığı evinde tuvale yansıtıyor” diyor.
Artık Ankara’da yaşamayan ve yaşı nedeniyle pandemi döneminde dışarı çıkamayan Özkalan, senfoni orkestrası çalışmalarından asla taviz vermiyor. Ben, “Yeni dönem çalışmaları için senfoni orkestrası izlemeye nasıl bir çare buldu acaba” diye düşünürken, yanıtı yine Çöğendez veriyor: “Evinde sürekli, klasik müzik kanalı Mezzo açık. Mezzo izleyerek hem senfoni dinliyor, hem de eskizlerini yapıp, daha sonra tuvale aktarıyor.”
Özkalan, 1936 yılında Kayseri’de dünyaya gözlerini açmış. Genç yaşta yaptığı evlilik nedeniyle lise eğitimini yarıda bırakmış. Çocuklarını büyüttükten sonra, ki biri ressam ve heykeltıraş Filiz Onat, kendi çocukluk hayali olan resme, 1965 yılında Türk-Amerikan Derneği’ndeki resim kursları ile başlamış. 10 yıl kadar sürmüş Özkalan’ın bu kursa gidişi. Kısa süre önce kaybettiğimiz Lütfü Günay ile desen ustası Refik Epikman’dan eğitim almış. Suna hanımın 1968 yılında İmren Erşen, Necla Özbay, Nurtaç Özler, Gülsen Erdoğan ve Sezen Palabıyık ile birlikte kurduğu “Altılar Grubu”na daha sonra Tayyar Eren ve Lütfü Çetin de katılmış. Resim çalışmalarının ilk döneminde desen ve nüye ağırlık veren Özkalan, daha sonra merhum Günay’ın yönlendirmesiyle gecekondulara ve yazlarını geçirdiği Foça’nın peyzajlarına ağırlık vermiş. Yine Lütfü Günay’la başladığı senfoni orkestrası çalışmalarını kendi anlayışına göre soyutlayan Özkalan, böylece CSO tablolarını çağdaş Türk resminin bilinen eserleri arasına sokmuş.
Hayatında huzurun kendisi için çok önemli olduğunu belirten Özkalan, bu huzuru acaba senfonide ve onu seslendiren orkestralarda mı buluyor? Neden senfoni orkestralarını tercih ediyor? Haziran 2017’de Ankara Life dergisinden Vecdi Uzun’la yaptığı söyleşide benzer soruya yanıt verirken, “Müzik kulağı, resim de gözü terbiye eder” diyerek söze başlayan Özkalan’ın ağzından dökülen cümleler, adeta günümüzde yaşadıklarımıza da mesaj niteliğinde:
“Senfoni orkestraları hayatın yansımasıdır. Onlara bakınca çok sesliliğe rağmen kendin olmayı, uyumu ve demokrasiyi görebilirsiniz. Senfoni orkestrası resimlerimle, çok sesliliğin önemini vurgulayarak sanatın ve demokrasinin ulaşılabilir olduğunu anlatıyorum. Senfoniler karanlıkta orkestra şefinin üzerine yansıtılmış ışıkla başlar, sahne müziğin seyrine göre aydınlanır. Bu aydınlık önce sahneye, oradan salona yansır. Bu ışık genelde Türkiye’ye sanatseverlere ulaşmasa da, bilirim ki, çok seslilik var. Çok sesliliğin varlığı, bana yetersizliğini bile unutturur. Müzikle demokrasiyi birlikte düşünürüm. Demokrasi de müzik de bir takım oyunu, birlikte uyum içinde çalışma ve tek sesin yerine çok sesliliğin egemenliğidir. Çok seslilikte olduğu gibi demokraside de farklı görüşler genel amaç içinde var olurlar, ama hedefe ulaşmak için bir potada birlikte erirler. Orkestra şefinin temel özelliği çok sesliliği bastırmadan orkestrayı yönetmesi ve her müzisyenin uyum içinde çok mükemmel bir performans sergilemesidir. Bazen tek bir kemancıyı, bazen bir viyolonseli, bazen de çok kalabalık bir orkestrayı resmederim. Orkestra şefleri başlı başına yıllarca çalışılsa bile bitmeyecek bir resim konusudur. Şefin elindeki baton, eli, vücudu ve yüzündeki mimikler onun konuya hakimiyetini yansıtır. Benim resimlerimde bunu çok net görüp kendinizi bir senfoni orkestrası konserinde hissedebilirsiniz. Müzikle uygarlık arasındaki bağlantının değişmez, vazgeçilmez yaşama biçimini kabul eder ve senfoni orkestralarını da bunun yansımasının son noktası olarak görürüm. Orkestra şefinin görevi değişik sesleri bastırmak değil, bu sesleri uyuma kavuşturmaktır. Çok sesli müzik terbiyesi, aynı zamanda senkronizasyonu da öğretir. Türk kültüründe çok sesli müziğin Cumhuriyet döneminde değil Osmanlı dönemi saraylarından yayılmaya başladığını bilir misiniz? Senfonileri yaşamın tam kendisi olarak kabul ederim ben. Senfoni orkestralarım hayatımın özeti niteliğindedir...”
KENTTE NE VAR?
Doğduğu Kırşehir’in sınırları içinde kalan Seyfe Gölü’nde karşınıza çıkabilecek figürlerle süslemekten çekinmez eserlerini. Kıvrak fırça darbelerinden çıkan bulutlarla doldurduğu gökyüzünden, düşsel bir coğrafyayı tasarladığını fark edebilirsiniz. Doğayı yarı soyutlamacı olarak renk lekeleriyle yorumlamaktan keyif alır...
Verdiğim ip uçlarından, “Bu haftaki konuk Hüseyin Macar” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, yanılmadınız. 1960 yılında Kırşehir’de doğan Hüseyin Macar, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Anasanat Dalı Zahit Büyükişleyen Atölyesi’nden 1983 yılında mezun olmuş, 1996 yılında da aynı üniversitenin sanat tarihi alanında yüksek lisansını tamamlamış.
Eserlerinde çıkış noktası olarak doğayı renkleriyle ve şiirsel yorumlayışıyla ele alan Macar, Anadolu’nun sulak motiflerini renkçi bir anlayışla tuvale yansıtıyor. Resimlerinde genelde derin bir mekân anlayışına sahip. Macar, sanatını ifade ederken yaşadığı coğrafyanın izlerinden yola çıkmayı ön planda tutmayı tercih ediyor. İfade olarak derinlerinde yatan arzuların veya kopup geldiği yerlerin izinden gitmekten pek taviz vermek istemiyor.
Macar, “Doğacı sanat anlayışımda, görüntülerin ifadesini duygulu bir anlatımla yansıtmayı arzuluyorum hep. Gerçek olan, bize yansıyan somut dünya, artık başka bir hale gelmekte. Anıları da yanıma alarak, kararlı bir dışa vurumla hem kendimi, hem de izleyiciyi kötülüklerin olmadığı, doğadaki figür ve motiflerin ağır bastığı masalsı ve şiirsel dünyada dolaşmayı seviyorum. Eserlerimde doğayı amaç olarak değil, araç olarak görüyorum. Şiir tadında, türkü tadında resimlerle duygularımı paylaşmaktan mutlu oluyorum” diyor.
Hande, sergiyi açtıktan sonra da resimden kopmadı. Aksine resme daha çok asıldı. Yakından takip ettiğim için, gelişmesine gerçekten şahidim. Özellikle resmin temeli olan desende ilerleyişi, duyduğu heyecan müthiş. Hande’nin bu aşamaya gelmesinde hocası ressam Hüseyin Arıcı’nın katkısı tartışılmaz. Kendisine “Hocanı yaz da, bu köşede yayınlayalım” diye kaç kez söyledim, ben de bilmiyorum. Yoğun gündem nedeniyle ha bire erteledi. Sonunda beklediğim yazı geldi. İşte noktasına virgülüne dokunmadan, Hande Fırat’ın kaleminden hocası Hüseyin Arıcı’nın “Merhamet” isimli sergisi.
MERHAMET ET!
“Kendimi tabuta sokacağım” dedi.
Ankara kökenli ünlü ressamımız Yalçın Gökçebağ da bu isimler arasında yer alır. Bilmeyenleriniz olabilir, Gökçebağ bir süredir çalışmalarını İstanbul’daki atölyesinde sürdürüyor. Ama Ankara’da birlikte çalıştığı Armoni Sanat’tan kopmuş değil. Çok sık olmasa da Ankara’ya gelip burada sevenleriyle buluşuyor. Ancak pandemi nedeniyle son dönemde Ankara’nın Yalçın hocaya olan hasreti bayağı uzadı. Neyse bu hasret Gökçebağ’ın Armoni Sanat’ta 22 Ocak Cuma günü açılacak sergisiyle sona erecek. Sergi nedeniyle bir anlamda Armoni Sanat’ın kurucularından Aynur Pehlivanlı da ölümünün 5. yılında anılmış olacak.
Hem özel tanışıklığımız, hem de sergi nedeniyle Yalçın hoca ile sık sık telefonda görüşüyorum. Gökçebağ eskiden Ankara’da çalışırken, sergi için hazırladığı resimlerin hemen tamamının yapılışına bizzat şahit olurdum. Bu kez ben de sergileyeceği resimleri ilk kez göreceğim. Hocanın söylediğine göre bu sergide eserlerin çoğunluğu 60x80 santimetre ebatlarında olacak. 100x120 santimetre gibi daha büyük boyutlar da sergilenecekmiş. Yalçın hocanın sergiyle ilgili telefonda bana anlattığı diğer bilgileri şöyle özetleyebilirim:
“Bu sergide de klasik tarzım olan tepeden bakışlı hasat ve çay tarlaları var. Ancak sanatseverler bu kez örneğin hasat çalışmalarımda değişik motifler de görecekler. Biliyorsunuz benim bir de Anadolu köylerinde ‘okucu’ diye bilinen, düğünlere at arabalarıyla davetli olarak gidenleri içeren eserlerim vardır. Daha önceki çalışmalarımda at arabaları resmin arka planında dizilirlerdi. Yeni çalışmalarımda ise izleyici bu kez at arabalarını resmin ön planında görecekler. Bu sergide de izleyici için sürpriz olacak bazı yeniliklerim var diyebilirim. Anadolu’nun köylerini resmetmeyi seviyorum. 1950-1960’ların köy hayatını bulursunuz benim resimlerimde. Ne motorlu taşıtlar, ne de estetikten yoksun çirkin yapılar vardır eserlerimde. Anadolu’nun saf temiz yanını anlatmaktan hoşlanıyorum. Çünkü o hayatı yaşadım. Köylerde birine su gelecekse iş bölümü yapılır, kendi aralarında köylüler organize olur ve önce birinin sonra diğerinin suyu getirilir, tarlası sürülür, hasadı yapılır. İmece diye bildiğimiz usul. Aslında bize de, eski köy enstitüsü olan ve köy enstitülerinin eğitim sisteminin aynen sürdürüldüğü Isparta Gönen Köy Öğretmen Okulu’nda da buna uygun bir eğitim verildi. Bu da resimlerime yansıyordur mutlaka.”
Gökçebağ resimde bir ışık ustası. Resimlerini yakından ayrıntılı izlediğinizde ışığın nereden geldiğini kolayca anlayabilirsiniz. Gökçebağ’ın bu ustalığı eserlerine üç boyutlu bir hava da katıyor. Gökçebağ’a göre Türkiye’deki ışık dünyanın hiçbir yerinde yok ve ona göre bu sanatçılar için bir şans. Sanatçı, “Biz dünyanın en güzel ışığına ve rengine sahip ülkelerinden biriyiz. Bence bu ışığı ve renkleri iyi kullanmak gerek. Ben kendime ait bir yöntemle, Anadolu’daki yaşamı, doğayı, bu ışıkla, bu renklerle yansıtmaya çalışıyorum” diyor. Gökçebağ’ın bir diğer özelliği kendi tekniğini kendi fırçalarıyla yaratması. İki binden fazla fırçası olan Gökçebağ, fırçalarını çeşitli kimyasallara yatırdığını, kendisinin incelttiğini, fırçalarını keserek kafasında önceden kurguladığı resmin konusuna uygun hale getirdiğini söylüyor.