Paylaş
Perşembe günü, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin değerli dekanı Prof. Dr. Ateş Vuran'ın çağrısı üzerine, beni çok duygulandıran bir törene katıldım.
Cemal Reşit Rey Salonu'nu hıncahınç dolduran coşkulu bir kalabalık önünde gerçekleşen törende, İletişim Fakültesi'nden bu yıl mezun olan gençler, diplomalarını aldılar.
Mezunlara diplomalarını, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli ve tiyatro sanatçısı Zeki Alasya ile birlikte verdik.
ÜÇ ÖYKÜ VE MESAJLAR
Törenin başlangıcında öğrencilerin yaptığı konuşmalar, zarif espriler ve anlamlı mesajlarla doluydu. Onları dinledikçe, şans verildiği takdirde bu gençler arasından birçok medya yıldızının yetişebileceğine inandım.
Cemiyet Başkanımız Nail Güreli'nin konuşmasından sonra sıra bana geldi. Elimde yazılı metin yoktu. Ancak gençlerin ‘‘kıssadan hisse’’ çıkarmalarını sağlayabilecek üç kısa öykünün kurgusunu kafamda yapmıştım.
‘‘Sevgili gençler, bu öyküler yaşamın içinden geliyor!’’ diyerek başladığım konuşmamı, şöyle sürdürdüm:
‘‘Ben de sizler gibi İletişim Fakültesi, o dönemdeki adıyla Gazeteciler Enstitüsü mezunuyum. Bu okula, gazeteci olmak için girmiştim. Değerli hocalarımızdan biri Abdi İpekçi'ydi. Merhum İpekçi, hepimiz için örnek bir modeldi. Mezuniyet günleri yaklaşırken beni karşısına alıp ‘Bak Uğur' dedi. ‘Eğer bu sınıftan üç gazeteci çıkacaksa, inanıyorum ki bunlardan biri, mutlaka sen olacaksın.'
Ağzından bal damlayan usta gazetecinin bu değerlendirmesini dinlerken sevinçten havaya uçacak gibi olmuştum. Okulu başarıyla bitirdikten sonra hemen Milliyet'e koştum! Ancak o dönemdeki kadro şişkinliği nedeniyle, şimdilik işe başlatamayacağını söyleyip, bir an önce askere gitmemi önerdi. Dediğini yaptım. Yedek subaylık görevimi bitirir bitirmez, soluğu yine Milliyet'te aldım. Ne yazık ki durum değişmemişti. Çaresiz başka işlerde çalışmaya başladım. Ama, gazeteci olma kararlılığımdan asla vazgeçme niyetinde değildim. Nitekim 1970 yılında TRT büyük bir sınav açtı. Binlerce adayın katıldığı sınavda çok başarılı bir kâğıt vermiş olmama karşın, torpillilerin öne geçmesinden korkuyordum.
Uykularımı kaçıran sınavın sonuçları bir ilkyaz günü açıklandı. Kazananların listesi İstanbul Radyosu'nun girişine asılmıştı. Koşarak girdiğim radyoevinin kapısında, önümü heybetli bir kişi kesti. Ona sınav sonuçlarını öğrenmek için geldiğimi ve adımı soyadımı söyledim.
Sonradan Ümit Kaftancıoğlu olduğunu öğrendiğim heybetli radyocu, ‘‘Bak Uğur Dündar, beni iyi dinle’’ dedi. ‘‘Sınavı kazandın. Gelecekte çok ünlü ve başarılı bir kişi olacaksın. Başarılar ayağını yerden kesmesin. Doğruluktan ayrılma, kimseyi kıskanma, işini sev ve halkını satma. Haydi bakalım yolun açık olsun.’’
Kaftancıoğlu adeta bir kâhin gibi konuşmuştu.
Koşarak geldiğim radyoevinden, uçarak ayrıldım.
GAZETECİLİK ONURU
İstanbul Radyosu'nda kültür-eğitim müdürlüğü yapan, yazar Ümit Kaftancıoğlu'yla dostluğumuz, benim TRT'de televizyon prodüktörü olduğum dönemde de sürdü. Ancak 70'li yıllarda Türkiye'yi kasıp kavuran terör, bu yiğit aydını aramızdan aldı, götürdü. Çok geçmeden mesleğimizin abidelerinden hocam Abdi İpekçi de terörün kurbanı oldu.
Politika fırtınaları, iktidarlara göbeğinden bağlı TRT'deki çalışma koşullarını dayanılmaz bir duruma getirmişti. İktidar değişimlerinde kadrolar hallaç pamuğu gibi atılıyor, tarafsız yayın yapması gereken TRT; hükümeti kuran siyasi partinin borazanı olmaya zorlanıyordu.
Günün birinde, hazırladığım araştırmaya dayalı TV programının 16 dakikası kesilerek yayınlandı. Merhum Ayhan Songar'ın baskısıyla (O dönemde TRT Yönetim Kurulu üyesiydi) alınan bu karar, benim için bir yol ayrımıydı. Ya sansürcü zihniyete boyun eğip, onursuz bir yayıncılık modelini benimseyerek TRT'deki görevimi sürdürecektim, ya da kapıyı vurup çıkacaktım. Öyle de yaptım.
Aynaya tükürmekten kurtulmuştum.
O sırada TRT tekeli sürüyor, ufukta özel televizyonculukla ilgili en ufak belirti görünmüyordu.
GEREKİRSE KIR...
Erol Simavi'nin çağrısıyla Hürriyet'te, Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç'e bağlı olarak çalışmaya başladım. Çetin Bey de Abdi İpekçi ve Ümit Kaftancıoğlu gibi ‘‘halkını ve kalemini satma, gerekirse kır...’’ diyen yiğitlerdendi. Bu nedenle beyni kara, ruhu kara, yüreği kapkara, çağdaşlık, demokrasi ve cumhuriyet düşmanlarının kahpe kurşunlarına hedef oldu.
Rüzgâr gibi geçen 28 yılın ardından şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gazetecilik dürüst, ilkeli ve cesurca yapıldığı sürece dünyanın en güzel mesleklerinden biridir.
Bu nedenle bin kez dünyaya yeniden gelmek mümkün olsa, ben her seferinde yine gazeteci, yine bugünkü Uğur Dündar olmak isterdim.
Gelecekte önünüze bir yığın engel çıkaracaklar. Bu engeller karşısında sinip onları aşmadan yaşamak, insan onuruyla bağdaşmaz...
En umutsuz anda, başarının, uzanıp tutabileceğiniz kadar yakında olduğunu hiç unutmayın.
Sizleri sevgiyle kucaklıyor, başarılar diliyorum.’’
NOT: Törendeki konuşmama bazı eklentiler yaptım. Böylece bu konuşmamın tam metninin yayınlanmasını öneren, değerli bilim adamı Prof. Dr. Güngör T.Uras'ın dileğini de yerine getirmiş oldum. Bu öykülerden pay çıkarıp çıkarmamak, gençlerin elinde...
Paylaş