25 Ekim 2010
Bazılarımızın anıları henüz taze, bazılarımızınkiler arada nüksediyor.
Bazılarımız yaşananları madalya gibi taşıyor göğsünde, bazılarımızda vahim yara izleri...
Bazen rüyada görüyoruz eskilerden bir yüzü, bazen o yüzün yerine karşımızda bir boşluk...
Bazılarımızın yüzü gözü telefon kesikleri, bazılarımızın kulağında siren sesi... Bazen yaşam kadar gerçek, bazen de yaşamak gibi sahte...
Ama ne inançlarımız, ne tuttuğumuz takım ne de okuduğumuz kitap...
Sevdiğimiz yemek, siyasi fikir ya da milliyet de değil.
Şu hayatta bizi birleştiren en büyük ortak payda: Birbirimizin geçmişindeki, bir kalpten öbürüne akan izlerimiz.
¡¡¡
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2010
Güya sokak jargonuna hakimim ama ‘Apaçi’ lafının çıkışını kaçırmışım. Sorduğumda dediler ki zonta gibi, maganda gibi bir şey.
“Maganda” yanlış hatırlamıyorsam bir dönemin afili mizah dergisi Hıbır’ın sokak diline armağanıdır.
Bir kapağa “Maganda Eğitim Kampı” diye bir yer çizmişlerdi. Sokakta kadınları taciz eden, yere tüküren, kurumamış betona küfür yazan birtakım insanlar...
Hepsinin özelliği şehir hayatı içinde yozlaşmış, eğitimsiz ve aniden saldırganlaşabilen taşralı gençler olmalarıydı.
Bu tarif bugün de ‘Apaçi’ denince anladığımız tipe hemen hemen uyuyor.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2010
Her Türk gibi ben de oyunculuk yeteneğiyle doğduğuma ve fakat kimsenin elimden tutmadığına inanırım.
Ama sonunda öyle bir proje kısmet oldu ki, “durdun durdun, turnayı gözünden vurdun” diyebilirsiniz.
Sanatlarını pek sevdiğim Tolga Örnek ve Mehmet Ada Öztekin’in gençliğimizin efsane radyo programı “Kaybedenler Kulübü”nü film yaptıklarını duyunca hemen arayıp rol beklediğimi belirttim.
Bir taraftan da sette oluşan mutluluk tablosunu görür gibi oluyordum. Allah bilir ben oynayacağım diye Tolga sevinçten ağlıyor, Mehmet havalara sıçrıyor, kamera ekibi halay çekiyordu.
Gölgede kalmaktan korkan Nejat İşler ve Yiğit Özşener ise duygularını belli etmemeye çalışarak gülümsemeye çalışıyorlardı bir köşede.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2010
Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan... Onlar ki, dört atlısıydı mahşerin. Çocukluğumuz siyah-beyaz televizyondan adlarını ezberlemekle geçerdi.
Memleketin kaderi onlardan sorulur, “siyaset” denince anne-babalarımızın aklına önce onlar gelirdi.
Darbe olunca içeri alınan onlar, seçim olunca meydanlarda coşan yine onlardı.
Metin Akpınar, onları taklit edip biz sabileri güldürür, rahmetli Altan Erbulak onları çizerek sayfaları şenlendirirdi.
***
Ama Sultan Süleyman’a kalmamış dünya onlara da kalmadı: Ecevit ve Türkeş rahmetli oldu. Demirel ise “şapkasını alan bilge” olarak Olimpos’taki (pardon, Güniz Sokak’taki) otağına çekildi.
Bu arada milenyum değişti, Türkiye değişti, cumhuriyetin kimyası bile değişti.
Tam biz gafiller için nostaljik birer motife dönüşmüşlerdi ki, olmaz denilen oldu: Efsanelerden biri geri döndü.
Necmettin Erbakan 84 yaşında ve gözyaşları içinde Saadet Partisi’nin tekrar başına geçti. Hem de kıran kırana mücadele ederek!
***
Dünyada örneği olmayan böyle bir mucizenin gerçekleşmesini sağlayan Saadet Partisi’ni ne kadar takdir etsek az.
Necmetin Erbakan, şimdi koltuğunda bir Yavuz Turgul filmi kahramanı gibi oturuyor.
Hani hep “gururlu son Mohikan” öyküleri vardır ya Turgul’un filmlerinde, o bakımdan.
“Muhsin Bey”deki Muhsin Kanadıkırık, “Eşkıya”daki Baran, “Kabadayı”daki Ali Osman gibi, Erbakan da kapanmış bir devrin son temsilcisi olarak yeniden karşımızda.
Kendisinin günün birinde Şener Şen tarafından canlandırıldığını düşünüyorum da; ne yalan söyleyeyim, kulağa hiç fena gelmiyor.
Para gani, futbol hani?
Dijitürk’ün futbol ihalesini çılgın bir rakama kapatmasının üstünden çok geçmedi.
Ne başlıklar atılmıştı: “Futbolumuzda devrim! Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”
Oysa gelinen yer: Mütevazı rakiplere elenen anlı şanlı takımlarımız, Almanya’dan hızlandırılmış futbol dersi alan milli takım...
Futbolcunun mahremiyle uğraşan yorumcular, tadı kaçmış taraftar...
Üstelik güya rakipten saymadığımız Bulgaristan’ın bile Manchester United’da kafadan oynayan dünya yıldızı var, bizim yok.
Hal böyle olunca, mecburen anlıyorsunuz acı gerçeği: Demek ki oyun artık sahada değil, bizim göremediğimiz başka yerlerde.
İstanbul seven üç Japon
Bazı şeyler sırf isimleriyle bile gönül telimizi titretir. “İstanbul’u Seven Üç Japon” sergisi, Erol Evgin’in deyimiyle, işte öyle bir şey.
Osmanlı Tanzimat’la batılılaşmaya çalışırken, Japonya da aynı niyetle Meiji dönemini yaşıyordu.
Bu nedenle Türkiye’ye merak saran bazı güzide Japonlar, geçen yüzyılın başında gelip İki milletin hâlâ süren muhabbetini tesis ettiler.
Kafada sarık ve elde nargileyle poz verecek kadar sempatik büyüklerimiz Yamada Torajiro, Ito Chuta ve Otani Kozui’nin Türkiye günlerini yâd eden sergi, gayet ilgi çekici.
13 Şubat’a kadar sürecek serginin yeri de Tepebaşı’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü.
Niye hâlâ gece yarısı Japon dizisi seyrettiğimizi de bu sayede anlarız belki.
İncir çekirdeği
Aşk sonsuzdur, yarım kalmış İlhan Berk şiirleri gibi.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2010
“Tekmelenerek öldürülen kedi” benim de içimi kararttığından konuya dönmeye niyetim yoktu. Ama okur mektuplarından sonra bir şeyler daha söylemek istedim. İzmir’den yazan genç, “O haltı yiyen İzmirli değil Tuncelilidir” demiş: “Belirtirseniz sevinirim.”
Güzel, demek ki arkadaşımız vahşetin kendi şehriyle anılmasına üzülecek kadar meseleye duyarlı. Kötü, çünkü bunu söylediğinde Tuncelilerin ne hissedeceğini düşünmüyor.
Mesele sadece kedi katli olmaktan çıkarak dallanıp budaklanıyor, haliyle. Çünkü sonunda gelip empati konusuna dayanıyor.
***
Nazilerin insanlık suçlarından bahseden bir filmde şu cümleyi duymuştum: “Şeytan, empatinin yokluğudur.”
Hayatta pek az cümle vardır, doğruluğuna bu kadar inandığım. Kendime bakarak inanırım önce: İçimdeki şeytanı her hissedişim, empati zaafına uğradığım anlara denk gelir.
Kediyi öldüren elemanda empati olsaydı kendisini hayvancağızın yerine koyar ve böyle bir kötülük yapamazdı.
Naziler empatiden nasiplerini alsalardı o kadar insanı çoluk çocuk öldüremezlerdi.
Tarihteki ve günlük hayattaki her kötülüğün arkasında empati eksikliği, onun da arkasında pis pis sırıtan şeytan var.
***
Demek ki kurtuluş, çocuklarımızı kendilerini icabında başka canlıların yerine koyup onların ne hissettiğini anlayabilecek insanlar olarak yetiştirmekte.
Böyle yetişen çocuklar büyüyünce kedi tekmelemez, orman yakmaz, deniz kumuyla inşaat yapmaz, kızlarını töre uğruna öldürmezler.
Empatinin olduğu bir kalpte şeytan efendiye de, onun oyunlarına da yer yoktur çünkü.
Sadece böyle bir kalp sırf kendisi için değil, başka insanlar, hayvanlar ve bitkiler için de atar.
Bunları düşünmek insana dehşet kadar umut da veriyor: Ulaşmak zor da olsa kurtuluşun nerede durduğunu görüyorsunuz.
Cool doğdum cool yaşarım
Sevgilim onun “karakterli” bir güzelliğe sahip olduğunu düşünüyor. Bu işlerden anlayanlar “yetenekli” diyorlar.
Allah vergileri dışında, hamleleri de iyi.
Çırpınmıyor ama “cool” projeler hep onu buluyor. Semih Kaplanoğlu filmleri ve “Başka Dilde Aşk” bir yana, adını bu yaşta Catherina Zeta-Jones ile aynı jeneriğe yazdırdı.
Sakin ama tekinsiz bir tip: Her an çok acayip şeyler yapabilirmiş gibi bir hali var.
Belki de kritik zamanları yeni başlıyor. Acaba şöhreti arttığında da bu çizgiyi sürdürebilecek mi?
Akıllı fikirli adımlarla kuşağına örnek olmaya devam mı edecek, oynadığı leziz Bulgar filminin adındaki gibi, “Şark Oyunları”na kapılıp normalleşecek mi yoksa?
“Cool” kalmak ya da kalmamak: İşte Saadet Işıl Aksoy için bütün mesele.
Bir de baktım Yekta
Sık görüşemesek de Yekta Kopan’la evli gibiyiz. Seslendirdiği filmler ve sunduğu kültür programı “Gece Gündüz” sayesinde, evde sürekli onun sesi.
Ayrıca kendisi en sevdiğim yazarlardan olduğundan, bilhassa son kitabı “Bir de Baktım Yoksun”u arada açar okurum. Şimdi de duydum ki o kitap “Haldun Taner Öykü Ödülü”ne layık görülmüş.
Şahsen Haldun Taner adıyla birbirlerine pek yakıştıklarını düşünmeden edemedim.
İnsan sevdiği yazar ödül alınca kendi almış gibi seviniyor.
Vaktiyle yine Yekta’nın seslendirdiği Balki Bartakomous’un mutluluk dansını yapmak istiyorsunuz.
İncir çekirdeği
Sevgilinin her gölgesi bir güneş tutulması.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2010
“Ye, Dua Et, Sev” kitabının yazarı Elizabeth Gilbert bana sorsaydı, dünyayı dolaşmak yerine meşhur komşumuz Konstantin Kavafis’in “Şehir” şiirini okumasını söylerdim. “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın / Bu şehir arkandan gelecektir. / Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, / aynı mahallede kocayacaksın; / aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. / Başka bir şey umma- / Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, / öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”
Nedense Kavafis’in bunları sevgilisine söylediğini düşünürüm. Alıp başını gitmeye kalkan sevgiliyi durdurmak için yazılmış bir şiir gibidir.
“Yeni bir ülke bulamazsın” derken aslında “yeni bir sevgili bulamazsın” demeye getirmektedir şair: “Bu kafayla gidersen seni kimse mutlu edemeyecek.”
***
Kitaptaki Liz, öykünün başında şiirin ilk kıtasında söylenenleri yaşıyor.
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim, dedin / bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. / Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; / bir ceset gibi gömülü kalbim.”
Bu şiiri okusaydı o kadar masrafa girip diyar diyar dolaşmaz, Roma’da pizzaları yiyip şişmanlamaz, Hindistan’daki guruyu zengin etmez ve Bali’deki dişsiz şifacının başını ağrıtmazdı.
Kendisini de götürdüğü sürece hiçbir diyarın derdine derman olamayacağını bilirdi çünkü.
Bunun yerine yaşadığı dünyayı değiştirmesi gerektiğini anlar, meselenin şehirde değil, kafamızın içinde olduğunu görürdü.
Biz de merak etmezdik o zaman “bu kız Felipe’yle nasıl mutlu olacak?” diye.
Çünkü hikâye aslında başlaması gereken yerde bitiyor: Biz tam Liz’in yeni bir ülke bulup bulamadığını anlayacakken.
Oysa lafımı dinleyip Kavafis’in şiirini okusa, dermanı yanlış yerde aradığını fark edecekti. Tabii o zaman da kitabı yazamaz, film haklarını satıp köşeyi dönemezdi. Yani bakmayın, aslında bana rastlamadığı daha iyi olmuş.
Üç günde neler kurtulur
Hani bakanımız demiş ya “biz olsak Şili’deki madencileri üç günde kurtarırdık” diye, başka neleri milletçe üç günde kurtarabileceğimizi düşündüm.
* Türkiye’nin itibarı: Youtube yasağını kaldırıp itibarı kurtarmak, günümüz teknolojisiyle bir saniyede mümkün.
* Allianoi: Kültür mirasımızı ranta kurban etmemenin yolu, sadece beş dakikalık vicdan muhasebesi.
* Sokak hayvanları: Koruyucu yasalar çıkarsa hem garibanlar kurtulur hem de biz sevaba gireriz.
* Milli takım: Tek bir iyi 90 dakika hepsini yine başımızın tacı yapar.
* Kürt çocukları: Mayınlar onları döşeyenler tarafından birkaç günde temizlense oyun oynarken ölmez çocuklar.
* Türk edebiyatı: İki dakika delikanlı olmak edebiyatımızı her türlü düzeysizlikten kurtarmaya yeter.
Güle güle Radikal
Galatasaray’dan Tünel’e yürürken sol kolda bir apartman vardır. Mimarisi ve yeri çok güzeldir ama yıllardır dokunan olmadığı için bakımsız kalmıştır.
Gençlik aşkımız Radikal de biraz o apartman gibiydi işte.
Şimdi Eyüp Can liderliğinde “ıslahat” devrine girdiler: Yabancı arkadaşlarımızın “siz bunları uçakta nasıl okuyorsunuz?” diye sormasına neden olan klasik gazete ölçülerimiz dahil pek çok şeyi değiştirerek.
Önlerinde uzun ve ince bir yol var. Şahsen tüm mürettebata iyi yolculuklar dilerim.
İncir çekirdeği
“Sadece arkadaşız” diyenler arkadaşlığı ne sanıyor?
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2010
Evet, en güzel bayrak: Dün madenci babasına kavuşan ufaklığın elindeki Şili bayrağı.
Bayraklar genellikle insanoğlunun bölünmüşlüğünü hatırlatır. şili bayrağıysa tüm dünyayı birleştirdi.
Kendisi üç rengin uyumundan oluşmuş: Beyaz karla kaplı And Dağları’nı, kırmızı bağımsızlık uğruna dökülen kanı, mavi de şili’nin dizi dibinde yaşadığı okyanusu temsil ediyor.
Mavinin içindeki “Yalnız Yıldız” ise, halkın ilerleme yolundaki rehberi.
Onu babalarımız diktatör Pinochet yüzünden anası ağlamış bir memleketin alameti olarak bilirdi ama son maden kazasından sonra işler değişti. Umudun ve insaniyetin simgesine dönüştü.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2010
Fareler ve İnsanlar romanında bir gariban Lennie vardır, hatırlarsınız.
Hani hayvanları sever ama aklı kıt, gücü bol olduğundan onları göğsüne bastırırken öldürür. Sonra bir insana da aynısını yapar ve ne olduğunu anlamadan katile dönüşür.
Kasabalı linç etmek için peşine düşer. Yakalayıp işkence etmesinler diye, canını sonunda can dostuna teslim eder.
Steinbeck onu insan zavallılığının simgesi olsun diye yazmış. Asıl anlattığıysa insanın büyük ve korkunç yalnızlığı.
Sadece Lennie değil, bütün insanlar farklı nedenlerle çekiyor aynı yalnızlığı.
Yazının Devamını Oku