Ne tuğla kalınlığındaki kitap, ne Devrimci Karargâh muhabbeti ne de Kezban Hanım çekebildi ilgimi.
Ne biçim adamım ben? Bu kadar mı kopmuştum memleket gerçeklerinden?
Kendimi kıyasıya eleştirirken bir şeyin farkında vardım: Türkiye’yi hangi gizli güçlerin yönettiğini anlatan komplo teorilerini okumaktan eskiden beri kaçınıyorum.
Çok basit bir nedeni var böyle yapmamın: Her okuduğuma inanıyorum çünkü.
¡ ¡ ¡
Hanefi Avcı’nın Türkiye’nin Fethullah Gülen Cemaati tarafından yönetildiği iddiasına nasıl inandıysam...
Vaktiyle Tayfun Er’in “Erguvaniler” kitabını okuyup Masonlar tarafından yönetildiğimize nasıl kâni olduysam...
Anneler kızlarını bu inançla büyütürler.
Derler ki: “Aman kızım, bu erkeklerin hepsi aynıdır. Sen sen ol, onlara dikkat et.”
Milli aile yapısı değerlerine göre erkekler hakkında bütün bilinmesi gereken işte bundan ibarettir.
Haliyle, erkeklerin hiçbir şeyini merak etmeden büyür kadınlar. Öyle ya, zaten hepsi “aynı” olan bir türün nesini merak edeceksiniz?
¡¡¡
Bugün bile kadınların bilgisinin büyük kısmı bu gibi klişelerden ibaret. Fazlasını öğrenmek isteyen yok.
Mesela, iki erkeğin dostluğunu anlatan bir kitabı kadınların çoğuna okutamazsınız.
Ne var ki söylediklerine yorum yapmak pek içimden gelmiyor.
“Türkiye’de yıllar önce inşaat malzemesi inanılmaz kötüydü. Deniz kumu ve balçıkla yapılan beton kullanılıyordu. Herkes gibi biz de kullandık. İnşaatlarımıza mühendis eli değmiyordu” diyen biri için ne söylenebilir?
En azından yüksek mühendis babası yıllarca işsiz kalmış biri olarak ben bir şey diyemem. Herhalde sevdikleri depremde çöken binalarda ölenler de diyemez.
Ama gazete ilanlarındaki o “siyasete hazır karizmatik adam” imajıyla ilgili bir şeyler söylenebilir belki.
Affımızı isteyip başladı konuşmaya ve “Biz Cihangir kahvelerinde çene çalarken vatan elden gidiyor” şeklinde özetlenebilecek, uzun bir diskur çekti.
Cihangir sakinleri bazen iyi hissetmek için birbirlerine böyle şeyler söyler. Ama asıl ilgimi çeken, konuşmanın sonuydu: “Biz çene çalıyoruz ama onlar harıl harıl çalışıyor! Sanat galerilerine saldırıyorlar! İttihat ve Terakki’den feyz alalım!”
İki nedenle ciddiye aldım arkadaşımızın hezeyanını: Birincisi, “biz” ve “onlar” derken samimiydi. İkincisi, toplumda zaten var olan bir zihniyeti temsil ediyordu. O zihniyeti şöyle özetlemek mümkün: “İleri Tellioğulları, Yeşil Vadi bizim olacak!”
Tabii her şey karşıtıyla var olduğu için, şöyle düşünenler de var: “Yürüyün Seferoğulları, Yeşil Vadi bizimdir!”
¡¡¡
Bu iki görüş siyasi kavgamızı bir şekilde özetliyor bence.
Tanzimat devrinden beri her fırsatta Tellioğulları ve Seferoğulları olarak ikiye bölünüp karşı tarafı ekarte etmeye çalışıyoruz. Amaç: Yeşil Vadi’ye sahip olmak.
Yazar Ayşe Kudat ise sosyal konularda yıllardır çalışan, uluslararası kariyer sahibi bir uzman.
Diyor ki: “Bu kitap, erkeğin maruz kaldığı şiddeti gözler önüne seren Türkiye’deki ilk kitaptır ve birçok erkeğin eşi veya sevgilisinden şiddet gördüğünü belgeleme amacı gütmektedir.”
Yetinmiyor ve “erkekler yalnız kadın değil, erkek sevdiklerinden de şiddet görmektedir” diye ekliyor: “Pısırık görünmemek için gizlemeleri sonucu bir türlü açığa çıkarılamayan bu konu batı toplumlarında yavaş yavaş incelenmeye başlamıştır.”
“Hadi hayırlısı” dedim ve başladım okumaya.
* * *
Ayşe büyük bir samimiyetle, genç bir kadın olarak İstanbul’un hangi semtlerine gidip hangilerine gidemediğini yazmış.
Okuyunca düşündüm ki, İstanbul dediğimiz zaten küçük Türkiye.
Ekonomik ve siyasi göçler, şehri ülkenin minyatürü haline getirmiş. Mahalleler arasındaki farklar derinleşmiş, birbirine uzak pek çok İstanbul türemiş.
Hiçbir kültürü diğerine yeğ tutmam.
Ayrıca insanı insan yapan illa avangard sanattan ya da klasik müzikten anlaması değildir.
Ama bir turist alıp önce Nişantaşı’na, sonra Fatih-Çarşamba’ya götürsek, ikisinin aynı şehirde olduğuna bin şahit ister.
¡¡¡
“Biz Tophane ahalisi olarak birbirimize çok bağlıyız. İçimizden birine tacizde bulunan karşısında elli kişi bulur.”
Affınıza sığınarak sormak isterim: Sanatçılar da böyle olsa fena mı olur?
Yani bir ressama, yazara ya da müzisyene birileri tacizde bulunduğu zaman onun yanında olsak...
Sanatçılar kendilerini toplum içinde bu kadar yalnız ve kaderlerine terk edilmiş hissetmese...
¡¡¡
Maddi tarafını bırakın, manevi destek bulmak bile zor sanatçı için.
Sanatçılar arasındaki rekabet yerini her an duyarsızlığa, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” mantığına bırakabilir.
Yaşlı adamın direksiyonu tutan zayıf kollarıyla iyice seyrelmiş beyaz saçı uyum içinde.
Tıpkı yaşlı kadının kalın çerçeveli gözlükleriyle dizlerinin üstünde sıkı sıkı tuttuğu eski moda çantası gibi.
Eski Lada ve yaşlı çift, Sofya’nın 25 yıl önceki halinden günümüze ışınlanmış sanki. Çıt çıkarmadan, ön camdan uzaklara bakarak bekliyorlar yeşil yanmasını.
Ne etraflarındaki son model arabaları görüyorlar ne de ışıklı reklam panolarını ve McDonalds’ın millete el sallayan palyaçosunu...