Piresiz çarşaf bilmem nesiz hela olursa turizm endüstrisi de olur

Son günlerde Internet'te bir mektup dolaşıyor. Anlatılan bir otel hikayesi.

Hikaye dediysem, aslında acıklı bir Türk filmi senaryosu. Açık konuşacağım: Internet itibar ettiğim bir ortam değil. Burada çala kalem ve ağzına geleni söylemenin serbest oluşu güven duygumu zedeliyor. O yüzden, ‘‘acaba birileri başarısı ve kazancı kıskanılan bir kuruma taş mı atıyor?’’ diye düşünmedim desem yalan olur. Ancak güvendiğim bir arkadaşım, aynı yerde başından geçen benzer öyküyü anlatınca yazılanın doğruluğuna inandım.

Söylenenler tek kelimeyle ibretlik. Görünürdeki tek sebep de otelciliği iyice ucuzlatmamız. İşi böylesine aşağılarsak sonuçta anlatılanlarla karşılaşmak kaçınılmazlaşıyor. Türk turizminin kaliteye yönelmesine inanmış birisi olarak, sözkonusu mektubu önümüzdeki hafta yayınlayacağım. Bu hafta ise bir hakkı teslim etmek istiyorum. O da nereden nereye geldiğimiz...

KÜLTÜR TARİHÇİSİ

Bir süredir elimden bırakamadığım bir kitap var. Burhan Oğuz, ‘‘Yaşadıklarım Dinlediklerim: Tarihi ve Toplumsal Anılar’’ adıyla Simurg Yayınları'ndan çıkan kitabında, arka kapaktaki deyişle, ‘‘İttihat ve Terakki'den günümüze uzanan siyasi tarihimizin taşlarını yerinden oynatacak bir panaroma’’ çizmiş.

Burhan Oğuz'u bu köşeyi izleyenler yakından tanır. Makine ve elektrik yüksek mühendisi Oğuz, benim için çok önemli bir kültür tarihçisi. ‘‘Türkiye Halkının Kültür Kökenleri: Beslenme Teknikleri’’ adlı eserine bu köşede bir çok defa referans verdiğimi hatırlıyorum. Bir de söylemeden geçmeyeyim; Burhan Oğuz ülkesi için verdiği uygarlık kavgasının bedelini çok ağır ödemiş birisi. Tediyenin bir kısımını da Anadolu'yu gönüllü sürgün sıfatıyla yıllarca dolaşmak oluşturmuş. Egoistçe söylersem, iyi olmuş. Zira bu sayede edindiği müthiş birikimi eserlerinde bizimle paylaşma cömertliğini göstermiş.

Okul kitaplarında anlatılanlarla ve popüler efsanelerle yetinerek dinden ve imandan çıkmak istemeyenlere, Burhan Oğuz'un anılarını okumasını elbette öneremem. Ama hiç olmazsa şu birkaç anıyı -gelecek haftaya bir prelüd olmak üzere- aktarmaktan da kendimi alamadım...

Çarşaflarımız temizdir, sizden önce bir doktorla bir mühendis yattı

Önce 1950'li yıllara ait bir genel panorama...

Bizim otelciler edebiyata çok meraklıdır. Ne yazılar bulunmaz duvarlarında: '... Muhterem misafirlerimizi memnun etmek his ve mefharetiyle (övüncüyle)...' (Samsun: Sahil Palas), 'Aziz müşterilerimizin istirahatları için her fedakarlık...' ve saire.

Fakat temizlikleri kadar gramerleri de eksiktir bu adamların: 'Banyo almak isteyen müşterilerimize banyolarımız daima emirlerine amadedir' gibi (Eskişehir: Çağlayan Oteli).

Bu kadar nezaketin yanında bir sürü de tenbih ve ihtar: Ortalığın kirletilmemesi, yerlere tükürülmemesi, bilmem kaçtan sonra bağırıp çağırılmaması (Bu sonuncusu size güncel bir tartışmayı hatırlattı mı acaba? T.Ş.), sigara izmariti atılmaması...

Kaza ve nahiye 'otel'leri de başka álemdir. Buraları, köylerden pazara gelenlere mahsus olduğundan içinde her şey köylü standartına göredir: Yastık yorgan simsiyah, ötesi... maazallah! Hepsinin altında 'garaj', yani merkep ahırı.

Yolcu gittikten sonra çarşaf değiştirmek diye bir ádet yok. Hancı, 'Efendim, temizdir. Yalnız bir doktorla bir mühendisten başka kimse yatmadı' diye yemin eder. 'Pis' çarşaf, sadece köylünün üstünde yattığıdır. O mühendisle doktor, vilayet merkezinin 'lüks' otelinde yukardaki ihtarlara muhataptır.

Bir keresinde de adam, 'Yalnız ben yattım' demişti. Elinde tuttuğu şişesi kırık gaz lambasının isten açık kalmış ucundan sızan ışıkta yüzüne baktım. Doğduğunda ebe onu bir kez yıkamıştı!

Garson terslendi: Soğuk su olsaydı getirirdim

1955 yılının Adana'sı...

Birkaç gündür Çukurova'dayım. Adana'nın 'lüks' Erciyes Palas'ını ben görmeyeli hamam böcekleri basmış, duvarları kirlenmiş, hela taşları kırılmış.

Hava çok sıcak. Su istedik, ılık geldi. 'Soğuğu yok muydu?' dedim. 'Olsaydı getirirdim' diyen garson bizi tersledi.

Akşam yemeğine otelin terasındaki yazlık lokantaya çıktık. Örtü leş gibiydi.

'Şunun temizi var mı?'

'Var, ama aşağıda. Şimdi gidemem.'

Arkadaşım Lütfi Sakarya buna çok sinirlendi. Ben ise tabii karşıladım. Adana'yı biraz bilirim. Bir haftalık sakallı, turuncu fanilalı, çürük dişli 'kuvvetli' ağa (30-40 milyonluk adama Çukurova'da 'ufak', daha üstüne 'kuvvetli' deniyor) ne örtüye bakıyor, ne musluğa. Girerken garsonun kaba etine çimdik atıyor, çıkarken de çok bahşiş veriyor. Kim metelik verir bizim gibi geçici kuşa?

Kuzum Cevat Bey lavabo nedir?

Son anı da 23. 10. 1955 tarihinde Ankara'da kaleme alınmış:

Bir akşam hiç beklemediğim bir anda Oltu'da (Erzurum) karşıma Cavit Oltu çıkıverdi. Oranın içme suyu tesisatını taahhüt etmiş. Kahvede bir müddet sohbet ettik. Hınıs'ta çalışırken oranın Belediye reisi onu pürtelaş aramış.

-Kuzum Cevat Bey, lavabo nedir?

-Ne yapacaksın?

-Söyle, çok lazım.

Anlatmış.

-Haa, biliyorum, Erzurum'da Fuadiye Oteli'nde görmüştüm.

-Tamam, Fuadiye Oteli'nde gördüğün.

-Peki, paviyon ne demek?

-Yahu bunlar nereden aklına geldi?

-Gözünü yiyem, oku şunu da cevap yazalım.

Meğer Basın-Yayın ve Turizm Umum Müdürlüğü'nden bir yazı gelmiş: Kazanızda turistik otel var mı? Varsa, her odada lavabo var mı? Altında lokanta ve paviyon var mı? Gibi bir sürü sual.

Hınıs'ın çok muteber bir şeyhi de, ‘‘Cavit Bey gavurdur, onun getireceği suyla abdest almak caiz değildir’’ diye fetva vermişmiş.

Ankara Palas'ın koridorlarında vitrinler vardır. Otelin katibi Jak oralarda kravat, biblo ve sair lüks eşya teşhir edip enayi kazıklar. Reisicumhur'un turizm hakkındaki düşünceleri bastırılmış, onlar da bu vitrinlerde yer almışlar: ‘‘Piresiz yorgan ve bilmemnesiz hela olursa turizm endüstrisi kurulur, memleket ihya olur’’ gibi laflar.

Celal (Bayar) Bey'de fikir, Turizm Umum Müdürlüğü'nde daktilo makinası, bakkalda da D.D.T. var. İş kalıyor helvayı pişirmeye...

Helvayı elli yıl içinde nasıl pişirdiğimizi de gelecek haftaya göreceğiz...
Yazarın Tüm Yazıları