Hayatın İçinden







Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Yollar otopark mı?

İstanbul’da trafikten şikayet etmeyeni bulmak zor. Çünkü hepimiz gün içinde aynı trafiğin içinde seyir halindeyiz.

En zengininden altına güç bela, borç harç bir araba almış orta hallisine kadar herkes özel arabasıyla evinden işyerine otomobille gitmek hevesinde. Bunda kentin bir türlü uygar bir kentiçi toplu taşımacılık oluşturamamış olmasının payı büyük. Daha alt gelir grupları, zorunlu olarak, cehennem azabına dönüşen toplu taşımacılığı kullanıyor.

Yol yok mu?

İstanbul, tarihi bir kent olduğu için, yer yer yolları gerçekten çok dar. Bunu bir ölçüde anlayışla karşılamak mümkün. Takıldığım nokta, kentteki yeni yerleşimler. Buralarda genellikle üç şeritli yollar öngörülmüş. Bu da trafik akışı açısından çoğu kez yeterli.

Ama gelin görün ki, bu yolların iki şeridi arabaların park edilmesine ayrılmış durumda. İşgalcilerde özel araç sahipleri. Bu işgali kınamadan önce gözönüne alınması gereken ciddi nedenler mevcut.

Birincisi, bizim insanımızın 'aracım gözümün önünde olsun' merakı. İkinci bencil neden herkesin kapısının önüne kadar arabayla gitme merakı. Kimse iki adım yol yürümek istemiyor.

Ama bir de kentte gerçekten çok az olan otoparklar sorunu var. Sonuçta, şu ya da bu nedenle, otopark niyetine kullanılan yollar trafiği feci şekilde tıkıyor.

Allah korusun, bir yangın olsa itfaiyenin, bir hastalık halinde ambulansların geçeceği yol kalmıyor. Buna köklü bir çözüm bulmamız gerek. Biliyorsunuz, felaket geliyorum demez!

Altta işyeri, üstte ev

Geçenlerde bir anket dikkatimi çekti. İstanbulluların, büyük oranı evinden işyerine yürüyerek gidiyormuş. Eğer anket ciddiyse, durum bir felaket. Çünkü konut alanları ile işyeri alanları birbirine girmiş demektir. Yoksa kışta kıyamette kimse beş on dakikalık bir yoldan fazlasını yürümez. En kötü ihtimalle bir belediye otobüsüne biner, işine öyle gider.

Oysa çağdaş bir kentte bu durum kabul edilemez. 'Altta işyeri, üstte ev' formülü üçüncü dünya ülkelerine aittir. Hatta oralarda bile, adı kent olan yerlerde bu duruma belirgin biçimde rastlanmayabilir. Formül, aslında, daha çok kasabalar için geçerli. Anadolu’ya bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

İstanbul’a gelince

Bize, yani İstanbulluların durumuna gelince...

Görünen İstanbul’un ne deve ne de kuş olduğu. Konut alanları ile işyeri alanları yer yer kabaca belli. Mesela Sirkeci’de evi olan herhalde birkaç kişiyi geçmez. Ondan bile şüpheliyim. Buna karşılık Levent büyük ölçüde konut alanı.

Dikkat edin aklıma gelen ilk tipik örnek için bile 'büyük ölçüde' dedim. Çünkü, başlangıçta tamamen planlı biçimde konut alanı olarak düzenlenmiş Levent bile giderek 'konut alanı mı, yoksa işyeri alanı mı?' sorusunu sorduracak bir gelişme içinde. İstanbul’un birçok semti ise maalesef 'altta işyeri, üstte ev' formülüne uygun birer yaşama alanı halinde. Bu arada bir noktaya dikkat çekeyim: Dünyanın hiçbir yerinde konut alanında hiç işyeri bulunmaz diye bir kural yok. Elbette yakın çevreye hizmet verecek birkaç bakkal, bir kuru temizlemeci, bir kahvehane, bir küçük lokanta veya bar niye bulunmasın? Bunlar oranın konut alanı olma özelliğini bozmaz.

Metro

Masamın üzerinde bir Saatli Maarif Takvimi durur. 17 Ocak tarihli sayfasında 'günün tarihi' bölümünde bir not var. 'Tünel işlemeye başladı' yazıyor. Yanında da tarih: 1875. Takvim, dünyanın ilk metrolarından biri olan 'tünel'in bundan 126 yıl önce kurulduğunu hatırlatıyor. İstanbul’da ciddi bir metro girişiminin on yıldan daha kısa bir zaman önce başlatıldığını da ben hatırlatmış olayım.

Ne acıklı bir durum!

Yazarın Tüm Yazıları