Paylaş
Çok değerli Halk Ozanı Âşık Veysel Şatıroğlu. (1894-1973)
Birkaç hafta güneş ve gökyüzü ile ilgilendik. Dilerseniz dikkatimizi biraz da yere verelim. Evet gökyüzü çok dikkat çekici, çok ilginç, çok sıra dışı, çok akıl almaz şeylerle dolu, zihnimizin sınırlarını zorlayan bir ortam olsa da, bizler yeryüzünde yaşıyoruz. Elimizde avucumuzda ne varsa “yer”den sağlıyoruz. İnsanın, tarıma geçtiği son on-on iki bin yıllık öyküsünü Âşık Veysel’den daha iyi kim anlattı bugüne kadar?
“Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır.
(…..)
Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır.
(…..)
İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır.
Dileğin var ise Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yârim kara topraktır.
(…..)”
Bana sorarsanız neolitik devrimin geç yakılmış türküsüdür bu. Bu sayfada çokça konuştuğumuz gibi insanın avcı-toplayıcı gezgin yaşamdan tarıma bağlı yerleşik düzene geçişinden bu yana, bundan daha güzel bir toprağa övgü varsa da ben bilmiyorum. “Daha güzeli yok” diyorum dikkati çekmek isterim, hiç yok demiyorum. (Benim fikrim bu tabii.) Elbette kadim kültürlerin toprakla, tarımla ilgili yazdıkları çok şey var. Sümerlerden kalan bir kil tablette, bir çiftçi babanın oğluna tarlayı nasıl ekeceği, kanalları nasıl açacağı, aletleri nasıl kullanması gerektiğine dair çok hoş bir “kullanma kılavuzu” var mesela. Mısır’ın bütün hayatı tarıma bağlı. Vatandaşlarımız Hititlerin bıraktığı tabletlerde tarımla ilgili kayıtların haddi hesabı yok. (Çok spesifik olmakla birlikte ilgilenenler için Esma Öz Kiriş’in, Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan ‘Kültepe Metinleri Işığında Eski Anadolu’da Tarım ve Hayvancılık’ isimli kitabını öneririm.)
ELBETTE KADIN
Bir tohum verdik, dört bostan verdi. Foto Dylan de Jonge - Unsplash
Âşık Veysel’in sözlerinde övülen toprağın niteliklerini elbette binlerce yıl önce gördü insan. Gördü ve bu nedenle toprağı başka türlü yüceltti. Bu kadar verimli, bu kadar yararlı, bu kadar cefakâr olan toprağın bir kadına benzetilmesi de tesadüf değildi elbette. “Toprak Ana” sözü binlerce yıl önce ortaya çıkmış bir kalıptır. Sahiden de bir tohumla dört bostan veren, ev yapımında, tuğla yapımında kullanılan, her daim insana dost toprağın, doğurarak can veren kadına benzetilmesi, insanın ilk evrensel ve en başarılı metaforlarından biriydi. Bu nedenle de tanrılar ortaya çıkmaya başladığında toprağın, bereketin, verimin ilahı hep bir tanrıça, yani kadın ilah olarak betimlendi.
İnsan, topraktan evini yaptı, kap kacağını, çanak çömleğini yaptı, testisini, amforasını yaptı, heykelleriyle sanat yaptı, çocuğuna oyuncak yaptı, onun verdikleriyle beslendi, hatta hastalandığında ıslak toprak üzerine yatıp şifa buldu. Bu son söylediğimi açayım, hoş bir şey.
BİLİMİ ÖVERKEN…
British Museum’da sergilenen bir Mısır papirüsünde, ki “Bilime Övgü İlahisi” diye kayıtlıdır, çiftçiyle ilgili sözleri aşağıya alacağım. Bir babanın, kâtip olarak yetişmesi için okula gönderdiği oğluna öğütleri bunlar. Bugün dahi her babadan duyamadığımız şeyleri söyler oğluna bu baba. “…..bilime üstün gelen başka bir şey daha yok. Mısır bilimini öğrenmeye, nehre dalar gibi dal ve sen bunun böyle olduğunu anlayacaksın. Umarım bilimi anneni sever gibi seversin. Dilerim bilimin ne kadar güzel bir şey olduğunu görebilmeni sağlarım.” İşte bu nasihat mektubunun bir kısmında çiftçiliğe dair şunu yazmış baba: “Çiftçi daima aynı kıyafetleri giyer. Sesi karga gaklamasına benzer, derisi rüzgârdan çatlamış haldedir; eğer sağlıklıysa bir hayvan kadar sağlıklıdır. Eğer hastaysa onların arasına yatar ve sulanmış rutubetli toprağın üzerinde uyur.” (E.A.Wallis Budge, Antik Mısır Edebiyatı, İlya Yay.12. Baskı, 2014)
Oğlunu bilimden başka bir şeyle meşgul olmaması için bütün diğer mesleklerin olumsuzluklarını sayıp döküyor baba mektubunda. Arada çiftçi de nasibini almış bundan. Ama rutubetli toprağın üzerinde uyuyarak şifa bulma adetinden söz edilmesi ilginç. Neyse, geçelim bu bahsi.
BAŞKA NE OLABİLİRDİ Kİ?
Tarımın başlamasıyla insanın toprağa duyduğu hayranlık da arttı tabii. Bu arada toprağın “doğurganlığı”nın benzetildiği kadın, daha tarım başlamadan çok önce zaten bu niteliğiyle, yani doğurganlığıyla yücelmiş, ilahi bir statü kazanmıştı. Yani, kadın zaten tanrıçalaştırılmış, bir “ana tanrıça” fikri ve figürü zaten ortaya çıkmıştı, üzerine tarım gelince, kadından başka bir temsilci aramadı bile insan onu sembolize etmek için. Toprak doğuruyordu bitkileri, ağaçları, çiçekleri, meyve ve sebzeleri, içinde canlılar yaşıyor, hayat buluyordu. (Hatta ölünce de tekrar ona dönüyorduk.) Bütün özellikleriyle toprak, doğuran, emziren, şifa veren, bitki toplayıcısı ve aynı zamanda şaman niteliklerine sahip kadını andırıyordu. Hiç zahmet çekmeden, zaten bildiği iki varlığı eşleştiriverdi insan. Toprak, anaydı işte, başka ne olabilirdi ki?
ÇOK ESKİDİR ÖYKÜ
O yüzdendir Sümer’de de, diğer kadim uygarlıklarda da bereket, verimlilik hep tanrıçalarla kutsanır ve sembolize edilir. Hellen kültüründe epey erotikleşerek, Sümer’deki ortaya çıkış amacından biraz uzaklaşan tanrıça (Afrodit<><><İnanna), mezopotamya’dayken="" bereketle="" ve="" savaşla="" ilişkiliydi.="" çünkü,="" zannedilenin="" aksine="" binlerce="" yıl="" önce="" kadınlar="" da="" savaşçıydı.="" hem="" doğurabilmek,="" hem="" savaşabilmek…="" bana="" sorarsanız="" erkeklerden="" çok="" daha="" üstün="" bir="" durum="" bu.="" (neolitik="" çağın="" ilerleyen="" zamanlarında="" erkekler="" de="" bu="" eziklikten="" kurtulmak="" için="" türlü="" hilelere="" başvurdular="" ve="" sonunda="" kadının="" egemenliğine="" son="" verdiler="" tabii.="" bunun,="" ezik="" hissetmekten="" başka="" fazla="" açıklaması="" yok.="" (İlgilenenler="" için="" helmut="" uhlig’in,="" totem="" yayınları’ndan="" çıkan="" avrupa’nın="" anası="" anadolu="" kitabını="" öneririm.)="">İnanna),>
Doğrusunu söylemek gerekirse, Hellen (Yunan) kültürüne varana kadar “kutsal toprak ana” kavramının geçirdiği binlerce yıl var. Ama orayı atlayıp, az önce sözü geçmişken Yunan tanrı-tanrıçalarına bakmakta yarar var zira esas konumuz o.
Yunan tanrı ve tanrıçalarının (panteonunun) hiç kuşku yok ki yazıdan öncesi de var ama tanrıların ortaya çıkışını tam bir netlikle kaleme alan Hesiodos’tur. Theogonia (Tanrıların Doğuşu) adlı eseri, temel niteliktedir. Gerçi, ondan bir asır kadar önce yaşamış Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarında da bol bol geçer tanrı ve tanrıçalar ama orada ortaya çıkışları değil daha ziyade marifetleri ve Troya Savaşı’na müdahaleleri anlatılmaktadır. Biz, Hesiodos’un yazdıklarını dikkate alarak ilerleyeceğiz çünkü sonrasında Yunanlar da onu dikkate alarak yaşadı.
ÖNCE KAOS VARDI
Konu aslında bir oğulun, kral babasını perişan ederek tahtına geçmesi. Yani eski ve bildik bir şey. Ama buradaki esas karakter aslında anne. Hesiodos’tan öğrenelim:
Her şeyden önce kaos var. (Khaos burada özel isim. Bir güç, bir ilke.) Ondan sonra “Ana Toprak” çıkar ortaya. Yoktan, kendi kendine, birdenbire. (Ana Toprak veya Toprak Ana, çok fark etmez.) Ardından, Ana Toprak, kendisine “eşit” bir varlık yaratır. Dört bir yanı saran, yıldızlı Gök’tür o. Ona “Uranos” adını verir. Uranos’la birleşen Ana Toprak, birçok çocuk yapar; Deniz olan Pontos, anaforlu Okeanos vesaire. İsim isim saymaya gerek yok. Kronos da onlardan biridir. Bizdeki karşılığı Tepegöz olan Kyklopları yaparlar birlikte, devler olur falan. Sonra baba Uranos, iğrenir bütün çocuklarından ve onların hepsini, Ana Toprak’ın karnında saklar. Fakat Toprak acı çeker bu durumdan ve bir plan yaparak çeliği yaratır, o çelikten bir tırpan yapar ve oğullarını karşısına alıp babalarının çektirdiklerinden, kötülükleri ilk tasarlayanın o olmasından söz ederek, hangi oğulun tırpan yardımıyla babasının bu zulmüne son vereceğini sorar. Kronos öne atılır, görevi üstlenir. Gece Uranos bütün Toprak’ı sarıp sarmalayarak yanına uzandığında Kronos tırpanıyla uzanıp babasının hayalarını keser. (Üroloji ismi de buradan gelir zaten.) Etrafa saçılan kandan birçok devler, tanrılar vs. dünyaya gelir. Denize düşen bir damladan da Afrodit doğar.
HUZUR VERMEYEN İKTİDAR
Tahta geçen Kronos da aynı akıbete uğramaktan korktuğu için kendi çocuklarını yutmaya başlar fakat Ana Toprak burada da koruyuculuğunu ortaya koyar ve evlatları kurtarır, sonuç olarak Ana Toprak’ın torunu Zeus tahta geçer ve orada da kalır.
Ana Toprak veya Toprak Ana’nın Hellen kültüründeki adı “Gaia”’dır. (Veya Gaea.) Gaya diye okuyabiliriz. Bazen de “Ge” diye geçer. Sadece toprak değil, “yeryüzü”dür Gaia. Bütün geo’lu bilimler adını ondan alır. Yani jeoloji, jeofizik, coğrafya (geography) vb.
Öykü, neredeyse tamamen aynı şekilde, Hellenlerden daha önce Anadolu’da kültür oluşturmuş Hititlerde var. Öyküyü buraya almaya yerim yetmez ama Kumarbi miti tam olarak budur. Ve, aslında Sümer-Babil kültüründeki Tiamat anlatısına dayanır. (Tiamat, İhsan Oktay Anar’ın son romanının da adı ama bahsettiğim anlatı Ortadoğu Mitolojisinin belkemiği olan Enuma Eliş’tendir.)
İLGİNÇ BAĞLANTILAR ZİNCİRİ
Peki öykü Ortadoğulu iken isim nasıl Hellenize olmuş? Aslında çok da olmamış. “Gaia” ismi, Hellen dilindeki “ge” kökünden, o da Dor dilindeki “ga”dan geliyor ve “yeryüzü/dünya” anlamına geliyor. Ve etimoloji sözlükleri şunu yazıyor: “Orijini çok da belli değil.” “ge”, “ga” her neyse… Zaten Dorlar, pek de sabit bir topluluk değil. Belli ki Sümer dilindeki “yer, alan” anlamına gelen “Ki” sözcüğü ile bağlantısı kimsenin dikkatini çekmemiş. Belki de ben vesvese ediyorumdur.
Ancak lütfen söyler misiniz, Yeryüzü, Dünya, Toprak anlamlarına gelen Gaya ile Arapçada var olan ve cehennemin dibindeki kuyuya verilmiş isim olan Gayya arasında hiç mi bağlantı yoktur? (Cehennemin beşinci tabakası olan Huteme’de bulunur.) Sami dinlere kadar hep toprağın altında olduğu tasavvur edilen ve sonradan ismi cehennem olan “ölüler diyarı” inanışını bir kenara koyalım, hem dilin, hem yazının hem de inanışların binlerce yıl içinde doğudan batıya seyahatini göz önüne aldığımızda (ki bu sayfada defalarca bu trafiği kanıtlayıp üzerinde sohbet ettik) çok mu mantıksız ve acayip bu bağlantılar?
Bizim kendi dilimizde koca yeryüzü kütlesine “kaya” deyişimiz üzerinde de durdum. Moğolca “qada”dan geliyor oluşu çoktan çürütüldü, “d”nin “y”ye dönüşme şansı yok. Bu durumda kaynaklar “kaya” sözcüğünün kaynağını “belirsiz” ilan ediyor. Zaten “kaya”nın sözlük anlamını Batı’da Dünya için kullanmıyorlar mı: “Dev kaya.” Ne yazık ki elimde kesin veriler yok bu konuda, o nedenle “Bunlar kesin bağlantılıdır” diyemiyorum. Ama “bağlantılı değildir” de diyemiyorum.
CEHENNEM?
Peki… Kudüs yakınlarında bulunan Hinnom isimli yerdeki tapınağın çökmesinden sonra burasının kentin çöplüğüne dönüşmesi, lanetli olarak ölen/öldürülen İbranilerin ölülerinin buraya atılması sonucu ortaya çıkan Ge-Hinnom, “Gözyaşı Vadisi”nin Arapçaya ve bizim de dilimize Cehennem olarak geçmesi, İbranicedeki bu “Ge” önekinin varlığı, İbranicenin Akkadcadan doğması… Hepsi mi tesadüf?..
Öyle ya da böyle… Kültürler binlerce yıldır yaşadıklarını, tanıklıklarını anlamlı bazı öykülere dökmeye çalışıyor. Gökyüzünden yağan yağmurla toprağın nasıl bereketlendiğinin farkında. Böylelikle hayatta kalabiliyoruz ve bu birlikteliğe öyküler uydurup duruyoruz. Ama bütün bu uçuk kaçık öykülere bakınca, tekrar vurgulamaktan büyük mutluluk duyuyorum ki, Âşık Veysel’den daha güzel söyleyen yok bu toprak aşkını. Peki ya hem Homeros’un hem de âşık Veysel’in âmâ olması?.. Bu da mı tesadüf?
Paylaş