BİZDE “Soteye yatmak” gibi bir kullanımı olsa da o “sote” külliyen yanlıştır ve ancak “tavuk sote” vb. sote edilmiş etleri tanımlamakta kullanılır. Sote etmek, etleri küçük küçük doğramak anlamına gelir. Doğrusu “sota”dır. Türk Dil Kurumu sota sözcüğünün İtalyancadan dilimize geldiğini söyler ancak bizdeki kullanımı argo kapsamındadır. “Sotaya düşürmek”, birini aldatarak olumsuz bir durumla karşı karşıya bırakmak anlamına gelir. “Sotaya yatmak” ise uygun bir yerde kendini gizlemek anlamındadır. Sotanın tek başına anlamı ise “uygun, elverişli yer” anlamına geliyor. Pek nedir bu sota ve denizle nasıl bir ilgisi olabilir?
CABO VERDE ADALARI
Efendim, yaşlı kıta Afrika’nın batısında Cabo Verde adaları vardır, bizdeki adıyla Yeşilburun adaları. (“Cabo” burun, “verde” ise yeşil demek Portekizce.) 1456’da Portekizli denizciler bu adalara ilk kez gelmiş ve geldiklerinde adalarda hiç kimse yaşamıyormuş. Ada, 1876 yılına kadar Afrika’dan kaçırılarak köle edilen zavallı insanlar için depo, ikmal ve dağıtım merkezi olarak kullanılmış. Yani, bir köle merkezi imiş. Sonra köle ticareti yasaklanmış. Adalar, Portekiz’in sömürgesi olmaktan 1975’te kurtulmuş. Artık Cabo Verde bağımsız bir ülke ama elbette Portekiz etkisini hissetmemek mümkün değil.
ELVERİŞLİ YER
Resimden de görebileceğiniz gibi bu adalar, biri kuzeyde, diğeri güneyde olmak üzere iki gruptan oluşuyor. Portekizliler kuzey grubuna “barlavento” demişler. Anlamı, rüzgârüstü. Güneydeki adaların adı ise “sotavento.” Yani rüzgâraltı. Vento, rüzgâr demek, Latince “ventus”tan geliyor. Sota ise, evet uygun ve elverişli yer ama burada “korunaklı”, “rüzgârın etkisinden sakınılabilen” yer anlamında kullanılmış.
İşte böyle. Yanlış olarak sote denilen, doğrusu sota olan sözcüğün iyot kokusu da böyle bir bağlantıya sahip. Bizim geleneksel denizcilik dilimizde sota yerine “kuytu” veya “karantı” sözcükleri kullanılır. Adanın kuytusunda veya karantısında yatmak, sotaya yatmaktır.
PÜF NOKTASI
NİHAT Erdin, 1958 Kütahya doğumlu ama babasının memuriyeti nedeniyle, dünyadaki birinci ayımı bile doldurmadan gittiği İzmir’de büyüdüğü için, soranlara “İzmirliyim” diyor. Makine mühendisliği tahsili görmüş. Son 29 yılı otomotiv sektöründeki yabancı firmalarda çeşitli yöneticilik kademelerinde olmak üzere, 35 yıldır profesyonel.
Denizle tanışıklığı, ilkokul çağlarımda, Çeşme, Foça, Ayvalık gibi civar sahil beldelerine otobüs kiralanarak, tüm mahallelinin katılımıyla düzenlenen “aile gezileri” ile başlamış. Bu yakınlık 1975 yılında Urla İskelesinde rahmetli babasının inşasını güç-bela tamamlamayı başardığı yazlık ev ile koordinatları daha belirgin hale gelerek devam etmiş.
BURSA’YA TAŞININCA...
Çocukluk dönemlerimde denizle ilişkisi, sadece kıyıdan olta ile ispari (İzmir ağzıyla ısparoz) tutmaktan, delikanlı çağlarında ise şnorkel ile dalıp ahtapot çıkarmaktan ibaretmiş. 1989 yılında, iş nedeniyle, Bursa’ya taşındıktan sonra deniz tutkusu yeni bir boyut kazanmış. Prof. Dr. İbrahim Hızalan’ın kurucu başkanı olduğu Bursa Sualtı Topluluğu’nun üyesi olmuş. 10 yılı aşkın süre devam eden dalgıçlık sayesinde, derinliklerdeki güzellikleri görme şansına sahip olmuş, denize olan tutkusu katlanarak artmış.
2010 yılında Bursa Yelken Kulübü ile tanışana kadar hayatı boyunca kürekli bir sandal dahi kullanmamış. Kulüp üyeliğinin ardından bir arkadaşının 30 ft.’lik yelkenlisi ile yaptığı üç günlük bir geziden sonra “işte bu!” demiş. Deniz ve rüzgârın baş döndürücü bileşimini geç de olsa keşfetmiş. Hazırlığı, temizliği, bakımı, tamiratı, gereğinde 15 metrelik direğin tepesine çıkmayı ya da suya dalıp karinadaki kekamozları sıyırmayı gerektiren bu meşakkatli ve mazoşistik sevda onun için vazgeçilmez hale gelmiş. Yelkencilikte, motoru kapatıp açılan yelkenleri rüzgârla doldurunca tüm çabaların ödülünün fazlasıyla alındığına inanıyor. “Deniz âşığı insanlar için, yelken seyrinin muadili olabilecek bir antidepresan henüz keşfedilmedi” diyerek yelken seyrinin üzerindeki etkisini anlatıyor.
Yelken Kulübü üyeliği “Kırkından sonra dost edinmek mümkün değildir” düşüncesini tamamen kırmış, çok güzel, birbirinden değerli yeni dostları olmuş ve halen de artarak devam etmekteymiş.
İLGİ TUTKUYA DÖNÜŞTÜ
"İçinde bir nebze deniz sevgisi olan herkese tavsiyem, en azından yelkenciliği denemeleridir. Bunun için tekne satın almak şart değil. Yelken camiasındaki herkesin, bu deneyimi yaşamak isteyen herkesi gerek gezi seyirlerine, gerekse yelken yarışlarına, büyük bir içtenlikle konuk olarak kabul edeceğinden kuşkum yok. Birkaç seyirden sonra içinizden gelen ses size zaten yön verecektir."
Efendim bu hafta yerimiz dar olduğundan, sadece hafta sonundaki hava durumuna göz atacağız birlikte. Bugün (Cuma) ve yarın poyrazımız kuvvetli. Üstelik kıyı kesimlerinde yağmur bulutlarıyla birlikte geliyor hava. Pazar günü ise rüzgâr dinecek, yağmur bulutları da üzerimizden çekilecek. Hava sıcaklığı 20’nin altında. Yani üzerimize birşeyler giymeden çıkmanın sakıncalı olabileceği, cuma ve cumartesi şemsiyesiz dolaşmanın istenmeyeceği bir hafta sonu bu. Ama pazar günü biraz daha rahat bir soluk alacağız gibi görünüyor. Tüm denizcilere selamet, tüm okurlara güzel bir hafta sonu dilerim. #tayfuntimocin
BUGÜN ayın on üçü ve günlerden cuma! Bizim kültürümüz için aslında hiçbir şey ifade etmeyen bu rastlantı, Batı kültüründe korkutucu bir bileşim. Elbette batıl inançları olanlar için.
Sinemaya meraklı olanlar “13.Cuma” diye bir filmi duymuşlardır. Bu filmin 1980’de çekilmiş bir versiyonu var, ki ben onu hatırlıyorum elbette, bir de 2009’da çekilmiş bir yenisi. Ama konu film değil. Kadim bir batıl inançtır ayın on üçünün cumaya denk gelip uğursuzluk yaratması ve bir olasılık, dinler öncesi çağlara dayanmaktadır. Her ne kadar konuya ilişkin bilinen ilk metin, Gioachino Rossini adlı bir İtalyan’ın 1869’da kaleme aldığı günlükler olsa da, batıl inanç denen şeyin öyle bir kişinin kaleme almasıyla ortaya çıkmadığını hepimiz biliyoruz. Hz. İsa’nın son akşam yemeğinde yanında 12 havarisi vardı ve bu yemeğin ardından Hz. İsa tutuklandı ve sonrasında olanlar malum. Sofrada 13 kişi var ve günlerden cuma olduğu rivayet edilir. Ama sadece bu değil, daha başka pek çok uğursuzluk öyküsü vardır ama ipe ya da sapa geldikleri söylenemez. Burada hepsini yazıp yerimizi boşa doldurmayalım.
İşin denizle ilgili olan kısmına gelince…
Batıl inançların en kıskıvrak yakaladığı kitleler arasında denizciler gelir. Çünkü denizciler, gemilerine atlar, açılır ve yalnız başlarına kalırlar. Haftalar ve hatta kimi durumda aylar geçer seferde. Bu sırada bir sürü fırtına atlatılır, denizde (o zamanlar belgesel kanalları yok tabii) farklı canlı türleri ile karşılaşılır ve korku dağları bekler. Hayal gücü ile birleşen korkular, üretir de üretir. Duanın ve saf dinsel gücüne sığınan yığınla insan vardır ama denizciler görmüşlerdir ki fırtına çıkar, gemi batar, insanlar ölür. Yani dua eden de ölür, etmeyen de. “O zaman” der insan aklı, “başka şeyler de var işin içinde.”
Bu düşünceyle beslenen batıl inançlar, coşar ve katlanır. Hem, denizde geçirilen haftalarda anlatacak öykülere ihtiyaç vardır. Karaya çıkınca da bu öyküler anlatılmaya devam eder, yayılır, dilden dile, kulaktan kulağa etkisini arttırarak sürer gider.
İşte bu çerçevede, “Cuma günleri sefere açılmak uğursuzluk getirir” diye bir batıl inanış ortaya çıkar. Asırlarca da devam eder. İngiliz denizciler bu inançla kavrulup dururlar, gemilere cuma günü adım atmazlar. 19. yüzyılda bu durum İngiliz Kraliyet Donanması’nın canına tak eder ve bu saçma inancı yıkmak için bir gemiye “Cuma” adını verir. HMS Friday.
Bu gemi için mürettebat bir cuma günü seçilir ve gemi cuma günü sefere çıkar. Ama uğursuzluk def etme çabası beyhudedir zira HMS Friday, ertesi cuma günü batar ve içindeki herkes boğulur.
O bir ekol. Sürekli misafir ağırlıyor ve sürekli yeni insanlar kazandırıyor camiaya. Ama konu, aslında paylaşmak, bereket ve sevgi diye de özetlenebilir. Gelin birlikte anlayalım olup biteni.
Aslında Haluk Turşucular’la bundan bir yıl önce de sohbet etmiş, onu size bu köşede, 21 Nisan 2017’de elimden geldiğince tanıtmıştım. Ama o günden bu yana sizlere tanıtmaya çalıştığım denizcilerin o kadar büyük bir kısmı denizciliğe Turşucular sayesinde gönül verip başladığını söyledi ki, Haluk Bey’i bir kez daha konuk etmek şart oldu. Daha önce kimseyi burada ikinci kez konuk etmemiştim, bu benim için de bir ilk.
Böylesine enerji dolu, çevresine hayrı dokunan, yüreğindeki tutkuya yeni taraftarlar kazandıran, belki de hepsinden önemlisi, -her ne olursa olsun- birilerinin bir şeyi sevmesini sağlayan insanlar fazla değil günümüzde. Genel olarak kabuğumuza çekilmeyi, yalnızlaşmayı seviyoruz artık. Ama Haluk Turşucular gibileri de güzel insanları kendine çeken, yalnızlığı ortadan kaldıran birer yaşama sevinci mıknatısı gibi ışıldıyorlar. Yani konu aslında sadece denizcilik değil, hatta kesinlikle denizcilik değil, başka bir şey. Bir insanlık, bir güzellik, bir sevgi işi bu. Elinde fenerle “adam” arayan Diyojen’in, görseydi “buldum işte” diyeceği türden bir insanı ben de bulmuşken, söyleyin lütfen, nasıl ikinci kez konuk etmem?..
AYNI ŞEYİ SÖYLEYENLER ÖYLE ÇOK Kİ
Haluk Bey’le bir yıl aradan sonra bu kez başka şeyler konuşacağız. Denizcilik geçmişini geçen seneki köşede bulabilirsiniz. (facebook.com/denizcilerlokali) Bu köşede konuk ettiğim ve sizlere tanıtmaya gayret ettiğim denizci dostların önemli bir kısmı, denizciliğe başlama serüvenlerini anlatırken, “Haluk Turşucular’ın teknesinde tanıdım sevdim” gibi şeyler söyledi. “Haluk Ağabey olmasaydı ben bugün bu işi yapıyor olmazdım” diyen var. “Bize sevdiren odur” diyen çok.
Haluk Bey’i yıllardır tanırım. Teknesini denizde ne zaman görsem, üzerinde her zaman birçok insan da görürüm. Hep birilerini ağırlar, her zaman misafirleri vardır. Bu misafirlerin bir kısmı denizle yeni tanışmaktadır. Zaten anlaşılacağı üzere bir kısmı da denizciliğe merak salmaktadır.
PAYLAŞTIKÇA ÇOĞALIR HER ŞEY
AYLARIN en güzellerinden biridir nisan bence.Üşütmez (umarım), terletmez (umarım); sobalar kaloriferler söndüğü için mis gibi havası vardır, nefes aldığımızı hissederiz şehirlerde; kırlangıçlar gelir, kuğular gelir, börtü böcek canlanır (araknafobiası olanlar için pek güzel sayılmayabilir bu), arılar canlanır, bülbüller öter, çiçekler açar ve açmakla kalmaz, bir de üstüne mis gibi kokar, doğa, üzerinden çıkardığı güzelim takılarını yeniden kuşanıp allanır pullanır; karaya denizden bakanlar için manzara son birkaç aydakine oranla çok daha yeşil ve güzeldir, karadan denize bakanlar içinse deniz daha da güzel bir mavidir. Karada canlanma yaşanır da denizde yaşanmaz mı? Elbette yaşanır. Denizin sonsuz çeşitliliği içinde mikroskobik canlılar, fitoplankton ve planktonlar, gözle görebildiğimiz deniz canlılarından çok daha fazladır. Bu canlılar da bahar aylarında çoğalmaya, denizleri doldurmaya başlar. Kış boyunca süren berrak deniz görüntüsünün bahar aylarında biraz bulanması da bundandır. Ortada bir pislik yoktur (pis olan yerler ayrı tabii), biyolojik çeşitlilik vardır. Bu canlılardan bazıları hareket ettiklerinde açığa çıkan enerjiyle ışık saçarlar. Biz de bu ışığa yakamoz deriz. Mayısta çok güçlü hallerine ulaşırlar ama artık sıcaklıklar ve diğer doğal koşullar hafiften değiştiği için nisan ayı da geceleri kürek çekerken yakamozlanmamız için uygun olabilir. Bu güzelliği herkesin yaşamasını öneririm. İnsan, fosforlu bir denizin üzerinde gider gibidir, bir rüya alemi içindedir, denizde değil de ışık tarlasında yol alıyormuş gibi hisseder. Avatar filmini izlediyseniz bilirsiniz, o yabancı gezegenin ormanında neye dokunulsa ışık olur ya, işte yakamoz da insana aynı duyguyu verir.
MEHTABA ÇIKALIM
Gece demişken, mehtabı unutmayalım. Bu ay iki kez mehtaba çıkma şansımız var. Gerçi ilk dolunay 31 Mart’ta ama mehtabı nisana da sarkıyor elbette. 31 Mart’ta Ay’ın doğuş saati 19.30 dolayları. Ama aşması gereken dağ tepe varsa onu da beklemek gerek elbette. Ay’ın, her gün bir önceki güne oranla 50 dakika geç doğduğunu da unutmayalım, sonraki günlerde çıkılacak mehtaplar için. Nisandaki dolunay da 30’unda. O gün doğuş saati ise 20.25-20.30 arası (Bütün Marmara’yı gözeterek “dolaylı” yazıyorum.) Ama Ay ışığının yoğun olduğu zamanlarda yakamoz görmek isteyenler hayal kırıklığına uğrar zira aydınlık gecelerde yakamoz görmek, olanaksız olmasa bile zordur.
AYIN FIRTINALARI
Epey bir fırtına var bu ay ama bunların isimleri bizleri çok da korkutmamalı. Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’nın yayımladığı rüzgâr atlasında açıkça görülüyor ki nisan boyunca en çok poyraz esiyor. (İstatistikler böyle söylüyor.) Poyrazı, yıldız takip ediyor. Ama hemen şunu da söylemeliyim ki düzen zaman zaman değişir, aykırılıklar yaşanır ve sanki gün geçtikçe daha çok aykırı şey yaşıyoruz gibi. Mesela aynı istatistikler, bu kış yaşadığımız kuvvetli lodosu göstermiyor. Evet, kış demek lodos demektir bölgemizde ama geride bıraktığımız kış sezonunda lodos istatistikleri tavan yaptı neredeyse. Bu nedenle nisan ayındaki poyraz ve yıldız beklentimiz de “aykırı” dönemin istisnai halleri arasında kaybolup gidebilir mi, hep birlikte yaşayıp göreceğiz.
GELELİM FIRTINALARA:
2 Nisan’da isimsiz bir fırtına var, kayıtlara girmiş ama pek meşhur olamamış demek, adı konmamış. 6 Nisan’da “Kırlangıç Fırtınası” var, adını elbette kırlangıçların gelme zamanından almış. 12 ve 16’sındaki yine isimsiz fırtınaları, bu kez de adını kuğuların göçünden alan Kuğu Fırtınası takip ediyor ayın 18’inde. Ve 20 Nisan’da Sitte-i Sevr başlar. Nedir “Sitte-i Sevr”? Sitte, Arapça “altı” demek. (Farsçası “şeş”, tavlacılar bilir) Sevr ise yine Arapça “boğa/öküz” anlamlarına geliyor ama burada astroloji terimi olarak kullanılmış ve “boğa burcu” kastediliyor. Bu durumda Sitte-i Sevr, “Güneş’in boğa burcunda bulunduğu nisan ayında fırtınaları ile meşhur altı gün” demek oluyor. Yani 20’sinden 25’ine kadar fırtına beklemeliyiz takvime göre. Unutmayalım, bu geleneksel takvim bilgileri bir-iki gün oynama esnekliğine sahiptir. (Biz dünyanın çivisini çıkartmaya başladığımız beri iyice şaşar oldular ya, neyse…) Takvim, ayın sonuna, 28’ine bir üç günlük fırtına daha koymuş ama buna isim vermemiş. Yani 20’sinde başlayıp 6 gün süren fırtınaya “sitte-i sevr” diyeceklerine, dokuz gün süren “tisa-i sevr” deselermiş (tisa: dokuz) ne olurmuş sanki? Bu ayrı isim vermeyi şöyle yorumlamak mümkün müdür dersiniz: “Sitte-i Sevr şaşmaz, sonraki üç günlük fırtına olmayabilir, bir vardır, bir yok.” Gelin hep beraber izleyelim ne olacak bu sene. (RESİMALTI<Kırlangıç>: Elleri kulaklarında)
YAŞANMIŞ gerçek olaylar bazen fıkralardan da, en iddialı komedi filmlerinden de daha komik olabiliyor. Eh, hepimizin gülmeye ihtiyacı olduğuna göre, arada sırada buradan gerçek ve komik anekdotlar paylaşmak iyi gelir diye düşündüm. Hatta neden bu kadar geç düşündüğüm için kendime de biraz kızdım.
Efendim, bizim sulardan bolca komik anı elbette var ama bu ilk anımız İngiltere’den gelsin, çünkü çok taze.
Bir hafta sonu iki arkadaş, içlerinden birinin teknesi ile gezmektedirler. Misafir olan kişi teknelere pek aşina değildir. Keyifli bir seyrin sonuna doğru limana yaklaşırken birden teknenin alarmı öter. Teknenin sahibi olan adam o sırada dümendedir, dikkat gerektiren bir kanalda seyirde olduklarından dümeni bırakamaz ve arkadaşından rica eder; “Gidip bakar mısın, panelde ne yazıyor, nedir alarm veren?” diye.
Misafir kamaraya iner ve panikle havuzlukta yeniden belirir: “Fire! Fire! (Yangın, yangın!)” Adam “Emin misin?” diye sorar. “Elbette eminim, ekranda yangın yazıyor.” Ortalıkta duman da yoktur ama teknenin sahibi yine de havuzluktaki küçük heçten (güverteye açılan kapak) yangın söndürücüsüne ulaşmaya çalışırken gözü, panele ilişir. Radyonun dijital ekranında “Fire FM” yazmaktadır. O sırada radyoda açık olan kanalın adıdır Fire FM ve yangın falan da yoktur. Çalan alarm, sadece motorun hararet alarmıdır. Selametle limana ulaşırlar. Radyonun kanalını değiştirdiklerinde yangın da sona ermiştir!
PÜF NOKTASI
DENİZDE RENKLER
Pek bilinmeyen durumlardan biridir: Bazı renkler, gün ışığı altında diğerlerinden daha yakın görünür. Kırmızı ve tonları, böyle renklerdendir. Kırmızı bir şamandıra, “güneş altında” olduğu yerden daha yakınmış gibi görünür. Bu çok önemli bir bilgi olabilir. Çünkü ister balıkçı olalım, ister yarışçı ya da sadece bir şamandıraya bağlanmaya çalışan biri, kırmızı tonlarına sahip şamandıralar yüzünden yanlış karar verme ihtimali her zaman vardır. Mavi ve yeşil renkler ise “güneş ışığında” gerçek yerindedir. Bu yüzden de kırmızı, mavi ve yeşilden daha önce görünür! Eğer gözümüzle aradığımız nesnenin ne olduğunu önceden biliyorsak, renginden yararlanarak kaba bir mesafe tayini de yapabiliriz demektir.
PAZAR günü 18 Mart. Bana “18 Mart nedir?” diye sorarsanız, elbette Çanakkale Deniz Zaferi’dir derim; ama en çok aklıma gelen isim ise Nusrat olur. (Yanlış olarak Nusret diyenler de oluyor ama doğrusu Nusrat’tır.) Nusrat mayın gemisi, adeta 18 Mart ile bütünleşmiştir çünkü payı çok ama çok büyüktür. Belki de Nusrat, daha doğrusu onun kahraman personeli görevini yerine böylesine bir fedakâr ve kahramanlıkla getirmeseydi, bir zafer yerine başka şeylerden bahsediyor olabilirdik. Kısaca hatırlamakta yarar var.
Efendim, Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı’nın “Osmanlı’yı paylaşma” girişimi aşamasının en kritik safhasıdır malumumuz olduğu üzere. İngilizlerin Bahriye Nazırı Winston Churchill’in, İngiliz Donanması’nın subayları tarafından desteklenen planlarına göre 18 Mart 1915 sabahı 3 deniz tümeninden oluşan filo Çanakkale Boğazı’na girecekti. Ama bilmedikleri bir şey, onları bekleyen bir sürpriz vardı.
NUSRAT SAHNEDE
Nusrat Mayın Gemisi 3 Eylül 1914’te Çanakkale’ye gelmişti. Almanya’da mayın dökme gemisi olarak inşa edilmişti ve dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor, az su çektiğinden (yani derin olmadığından) mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. Fakat Osmanlı’nın mali sorunları yüzünden yeterince mayını yoktu! Sadece 26 mayın kalmıştı. Çanakkale Boğazı’nda zaten önceden boğazı kesecek şekilde döşenmiş mayın hatları bulunmaktaydı. Ancak, düşman zırhlılarının hareketlerini sürekli inceleyen bizim kahraman subaylarımız, olağanüstü ve akıllara kolaylıkla gelemeyecek bir plan yaptılar. 6 Mart gecesi Cevat Bey, Mayın Grup Komutanı Hafız Nazmi Bey’e, “Oğlum, sana çok önemli bir görev veriyorum. Vatanın selameti bu görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Yarın akşam, Nusrat’la son 26 mayını şu gördüğün Erenköy Mevkiinde kıyıya paralel olarak dökeceksin. Düşman hareketinizi seçer, size saldırıya kalkışırsa kıyı toplarımız önceden aldıkları talimata uygun olarak hareket edecek ve sizi himaye ateşiyle koruyacaklar. Kendinizi göstermemeye çaba harcayın. Allah yardımcınız olsun” dedi.
DAHİYANE FİKİR
Doğru okudunuz, bu sefer mayınlar, ilk akla gelecek şekilde boğazı keser durumda değil de kıyıya paralel olarak dökülecekti! Bu, tamamen bizim kurmaylarımızın dahiyane bir fikriydi. Çünkü düşman zırhlıları Boğaz’a gruplar halinde giriyor ve görevini tamamlayan grup, ikmal yapmak için geri dönerken arkadaki grupların yollarını kesmemek için boğazın en geniş yerlerinden biri olan Erenköy Mevkiinde manevra yapıyordu. İşte mayınlar da bu manevra sahasına kıyıya paralel ancak manevra hattına dik olarak yerleştirilecekti. Fakat bu işin sonu her ne kadar büyük bir zaferi getirebilecek olsa da bir o kadar zordu.
Nazmi Bey, ertesi gün Nusrat mayın gemisi komutanlığı yapacak olan Tophaneli Yüzbaşı Hakkı’yı buldu. Her iki subay da iyi arkadaştılar. İki gün önce kalp krizi geçiren Nusrat’ın genç komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey, Cevat Bey’in görevi sağlığından dolayı başkasına devredebileceği ısrarlarına rağmen, savaşın ve ülkenin sorumluluğunu omuzlarında duyarak görevi kabul etti. 7 Mart’ı 8 Mart’a bağlayan gece yarısı Nusrat demir alarak Çanakkale’den uzaklaştı. Bütün ışıklarını söndürüp kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırdı, maskeli ışıklar altında rota izleyerek hedefine doğru ilerledi. Deniz sakin, hava zifiri karanlıktı. Uzaklarda dolaşan düşman devriye gemileri pırıl pırıl yanan projektörleri ile suyun yüzünü aydınlatmaktaydı. Daha yakınlarda devriyeye çıkmış düşman gemilerinin projektör ve ışıldakları zaman zaman Nusrat’ın olduğu kıyının karşısını noktalamaktaydı. Son kontroller bittikten sonra ilk mayın platforma alınmış ve atış anı beklenmeye başlamıştı.
26 ESKİ TİP MAYINI SUYA BIRAKTI...