İYİ şeylerin yıl dönümlerini kutlamak güzel tabii. Ancak tarihte başımıza dert açmış olayları anımsayarak zamanında çıkartılmış ama unutulmuş bazı dersleri yeniden gündeme getirmekte de sonsuz yararlar var. Bunlardan biri, denizcilik ve eğitim tarihimizin kara bir lekesi olan Çeşme Baskını. 6-7 Temmuz 1770 tarihli bu önemli hadiseden alınacak çok dersler var. Olayı kısaca hatırlayalım:
Çariçe II. Katerina, deniz gücünü çok önemsemektedir. Karadeniz ve Baltık için iki ayrı donanma hazırlatır. Fakat Karadeniz’den Akdeniz’e inemeyen Rus donanması, Akdeniz’e gidebilmek için Baltık’tan yola çıkar! Lütfen haritaya bakınız. Baltık’tan söz ediyoruz. Avrupa’nın tepesinden! Rus donanması, Baltık’tan yola çıkar, Cebelitarık’tan Akdeniz’e girer. Bu sırada, bizimkilere habire istihbarat gelir, “Ruslar Baltık’tan çıktılar geliyorlar” diye. Bizdeki genel tavır ise şudur: “Yok daha neler! Oradan buraya gelemezler çünkü yol yok!” Coğrafya bilgisi sıfır yani. Ruslar İtalya kıyılarına gelir, istihbarat alınır, bizimkiler, “Yok canım olanaksız” demekte ısrar ederler. O sırada Hüsamettin Paşa isimli bir kaptanıderyamız var. “İmkânsız” der Rusların, o zamanki deyişle “Moskoflunun” buraya gelmesi için. En sonunda Ruslar Mora’da küt diye karşımıza çıkar. Elbette gafil avlananın başına ne gelirse Osmanlı’nın da başına o gelir. Kaleler gider elden. Ayrıca pek çok gemi ve tabii bolca can da kaybedilir. Birkaç muharebe olur, Ruslar durmaz, Ege’ye girer, esip gürlerler. Hüsamettin Paşa, inanılır gibi değil ama çatışmadan kaçar (gerekçesi topçunun eğitimsiz olmasıdır) ve 30 küsur gemiyi Çeşme limanının içine sokar. E liman küçücük. Gemiler üst üste yığılır. Aborda üstüne aborda durumundadırlar. Ruslar da gelir, hazırladıkları ateş gemilerini salarlar içeri. Gece yarısından biraz sonra kül olur gemilerimiz. Bir tek Hüsamettin Paşa’nın baştardası kurtulur yanmaktan. Binlerce denizcimiz ölür.
KÜÇÜK BİR KRONOLOJİ
Bu olay bize çok şey anlatır. Bir kere coğrafya bilgisinin olmamasının nelere mal olduğunu anlayabiliriz. Denizcilik eğitimi ise bizde hiç yoktur. Peki Rusların denizciliği ile bizimkini kıyaslarsak ne görürüz? Rus donanması 1696’da kurulmuştur. Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra kurdukları ilk donanma ise 11. yüzyıla tarihlenir. 1696’da kurulan Rus donanmasını beslemek için Ruslar 1698’de ilk denizcilik okullarını açarlar. 1770’teki Çeşme baskını gerçekleştiğinde Rusya’nın 7 (yedi) adet denizcilik okulu bulunmaktadır. Bizde o tarihteki denizcilik okulu sayısı ise sıfırdır! Hiç yok yani. Bizdeki ilk denizcilik okulu da işte bu baskının öğrettiklerinden biri olur ve 1773’te açılır.
Bakınız 1770’teki faciaya kadar Rusların denizcilikle ilgili kısa dökümü şöyle:
İlk Rus deniz müzesi açılışı 1709 (ki bu müze halen faaldir)
Hatırlarsınız, bundan birkaç Denizciler Lokali öncesi, 11 Mayıs’ta “Oksijen Bitince Hayat Da Biter” başlıklı bir yazı yazmıştım. Bu yazıda, “1954’ten bu yana, sabırla ve bitmeyen bir azimle, bin bir türlü zorluğu ve olanaksızlığı aşarak Marmara Denizi’ni bilimsel olarak inceleyen, hakkındaki tüm verileri kaydeden ve yayımlayan bir proje var: MAREM. (Marmara Denizi’nin Değişen Oşinografik Şartlarının İzlenmesi – Marmara Environmental Monitoring Project).
Proje, 2006 yılından bu yana Sevinç-Erdal İnönü Vakfı bünyesinde çalışmalarını sürdürüyor. Başında Hidrobiyolog M. Levent Artüz var. 2012 yılında Artüz, bir basın toplantısı düzenleyerek kamuoyunu uyarmış, Marmara’da durumun içler acısı olduğunu, pek çok yerde “oksijen oranının sıfır” olduğunun tespit edildiğini anlatmış, adeta haykırmıştı: ‘Marmara Denizi’nin başta en önemli göstergesi olan suda erimiş oksijen değerlerinde geçmiş senelere kıyasla, çok daha fazla alanda oksijensiz bölgelere rastlanmaktadır. Marmara, canlıların yaşayıp, büyüyüp, üreyeceği oksijen miktarına sahip değil. Marmara Denizi çok büyük risk altında; ciddi bir şekilde tür çeşitliliği erozyonuna uğramış vaziyette.’ Bu, çok önemli bir çığlıktı. Aradan 6 sene geçti. Yeni verileri bekliyoruz” demiştim. Ardından da denizin nasıl kirlendiğini, oksijenin nasıl bittiğini vb. anlatmıştım.
BORCUMUZU HATIRLAYALIM
Bu makalemden kısa süre sonra, 28 Mayıs’ta Sayın Levent Artüz’den bir elektronik mektup aldım. Mektubu aşağıda okuyacaksınız. Zaten bu yazının amacı da bu. Hepimizin gözbebeği olması gereken Marmara Denizi hakkında en yetkin bilim insanlarından biri olan Artüz’ün yeni bilgilerle yaptığı uyarıları hepimizin, üzerine basa basa söylemek gerekir ki hepimizin okuması, anlaması gerek. Sonra da gerekeni yapmak, yapmayanların yakasına yapışmak vatandaşlık, insanlık borcu.
8 Haziran tarihli Hürriyet Bursa’da da yine Sayın Artüz’ün, bu kez bir haber içinde açıklaması vardı. Yalova’da Tema Vakfı ile birlikte bir etkinlik düzenlenmiş ve burada Artüz, aşağıda okuyacağınız mektubunda yazdıklarını vurgulayarak anlatmış. Bu haberden önce gelin Sayın Artüz’ün bana yolladığı mektubu (kendisinden aldığım izne istinaden) birlikte okuyalım:
GELMİŞ GEÇMİŞ TÜM ZARARLARDAN DAHA BÜYÜ
Denizde tehlikeli bir durumla karşılaştığımızda telsizden “tehlike çağrısı” yaparız. Can ve mal güvenliğini tehdit eden her durumda bu çağrı gerçekleştirilir. Bildiğiniz gibi tehlike çağrısı “mayday” sözcüğüyle yapılır. (Meydey okunur.) Umarım hiç kimseye lazım olmaz ama yine de doğru tehlike çağrısı yöntemi bilinmelidir: “Mayday mayday mayday, burası falanca tekne, şu an falanca mevkideyim, böyle böyle bir tehlike içindeyim (varsa biraz daha ek bilgi), tamam.”
Mayday anonsu Kanal 16’dan yapılmalıdır ki çevredeki herkes bunu duysun. Anons telsizden duyulur duyulmaz, o an sürmekte olan tüm diğer çağrılar sessizliğe bürünür ve acil yardıma ihtiyacı olan kişiye/tekneye/istasyona dikkat edilir. Gerekirse çağrısının daha uzak istasyonlara ulaşması için yardım edilir (mayday relay çağrısı ile).
İNGİLİZCE DEĞİL FRANSIZCA
Dediğim gibi umarım hiç kimseye gerekmez bu çağrı. İyi ama ne demek mayday? Nereden gelir? İngilizce düşünecek olursak “mayıs günü” gibi bir anlamı oluyor ama acil durumla ne ilgisi var?
Efendim tabii ilgisi yok çünkü İngilizce değil bu laf. Fransızca’dan geliyor. Ve daha da ilginci denizcilikle ilişkilendirilmesi çok daha sonra zira ortaya çıkışı havacılıkla ilgili. Londra’daki Croydon Havaalanı’nda çalışan telsiz görevlisi Frederick Stanley Mockford’a amirleri 1923 yılında bir gün demişler ki, “Arkadaş, uçaklarda acil durumlarda SOS kullanılıyor ama bu cızırtılı telsiz operasyonları sırasında pek anlaşılmıyor. Zaten halen pek çok uçakta SOS için mors alfabesi sinyali kullanılmakta ama bu da yeterli gelmiyor. Hadi bize iyi bir çağrı bul ki hem anlaşılsın, hem de bütün milletlerce kabul edilebilir bir şey olsun.”
ARAYAN BULUR
Bu talimatı ya da ricayı alan Mockford oturup düşünmeye başlamış. O sırada Londra ile hava trafiği en çok Fransa Paris’te bulunan Le Bourget Havaalanı arasında olduğundan, uzman arkadaşımız, Fransızların da anlayabilmesi için çağrıyı Fransızca bir lafı evirip çevirerek bulmuş. Lafın Fransızca orijinali “venez m’aider”. Yani “gel bana yardım et.” Buradaki “venez” atılmış ve m’aider veya m’aidez kısmı da söylendiği, dile geldiği şekliyle ve biraz da herkesin ağzına oturabilecek biçimde yayılarak kullanılmış: MAYDAY!
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
KİMİ hayatlar, iz bırakmanın çok daha ötesine geçer, çığır açar, önder olurlar. “İlk” oldukları için tüm zorlukları göğüsler, kendilerinden sonra gelenlerin yolunu hazırlar, kitleleri arkalarından gelmeye ikna ederler. Bir devrim olur yaptıkları. Sadun Boro, işte bizim için o önderdir.
Sadun Boro’nun, eşi Oda Boro ile 1965’te başlayıp 1968’de tamamladığı dünya turudur Türk insanına, “Aaa deniz diye bir şey varmış ve yelkenle dünya bile gezilebilirmiş” dedirten. Pupa Yelken’i okuyup denize açılan, tekne sahibi olan ve hatta dünya turu yapan kaç kişinin olduğunu tespit etmek mümkün değil. Tamam, dünya turu yapanları ayıralım elbette. Ama Sadun Ağabeyin yazdıklarını okuduktan sonra denizle haşır neşir olan, bir şekilde küçük büyük tekne alıp, öyle ya da böyle denizle iç içe yaşamaya başlayan kim bilir kaç bin insan vardır.
Hem, “önder” olmak öyle kolay iş değil ki. Gönül kazanmak gerek, inanılmak gerek. Osman Atasoy’un “Uzaklar / Atasoylar’ın Dünya Seyahati” adlı kitabın şurası, her okuduğumda ya da hatırladığımda, yüreğime dokunur:
“Karıncaların yaptığı bir metrelik toprak kuleler arasından Aborijinler’in mağarasına yürürken Yalmar Sadun Boro’yla ilgili bir anısını anlattı. Sadun Boro’yu dünya turundan sonra çıktığı Amerika seyahati sırasında Karayipler’de tanımış. Yıllar sonra teknesiyle Türkiye’ye gelmiş. Datça sahillerinde karşılaştığı ilk kişiye, bir balıkçıya, Sadun Boro’yu tanıyıp tanımadığını sormuş. Balıkçının söylediklerini aktarırken ikimiz de duygulandık. Balıkçı Yalmar’a, Nasıl tanımam Sadun Boro’yu?’ diye cevap vermiş. ‘Biz karada Atatürk’ün, denizde Sadun Boro’nun izinden gideriz!..’” (Uzaklar, Atasoylar’ın Dünya Seyahati- Osman Atasoy, Naviga Yay. No:1, 1. Baskı, İstanbul, Ağustos 2004, s.:359)
İşte böyle bir şey...
HEP GÜLÜMSEYEN BİR DİL
Bu kadar çok takipçisi olmasının, “ilk” olmak dışında bir nedeni daha vardır. Sadun Boro’nun dili. Fark etmişsinizdir mutlaka siz de. Sadun Ağabey Pupa Yelken’de, Kısmet’le yaptığı dünya turunu şekerli anlatır. Hiç göremezsiniz, “Motor burnumuzdan getirdi”, “Tuvaletimiz bile yok, konforumuz çok düşük” gibi lafları kitapta. Hep güzelliklerden, hoşluklardan, keyiflerden söz eder Sadun Ağabey. Tuvalet demişken altını çizmek gerek. Bugünün tekne sahipleri, vakumlu mu olsun, elektrikli mi, yoksa elle pompalamaya devam mı etsek gibi “dertler” içindeyken, Türk bayağıyla dünya turu yapan ilk tekne olan Kısmet’in tuvaleti yoktu! Ben bunu Sadun Ağabey’e bir sohbetimizde sorduğumda, o anda bile şikâyet belirten tek laf etmemiş, “Ne olacak, emekli memur, ne yer, ne s..ar!” diye tevazu dolu bir espri patlatmıştı.
HAZİRAN ayı gelirken çoğumuzun aklına “en uzun gün” gelebilir. 21 Haziran’dan söz ediyoruzdur. Nedir bu 21 Haziran, gelin bir bakalım, bildiklerimizi hatırlayalım. Biliyorsunuz, Dünya’nın ekseni biraz eğik. Ama neye göre eğik? Uzayın bir kuzeyi güneyi yok ki. Yönler, sadece Dünya üzerinde geçerli. Eksenimizin eğikliği, Güneş’in etrafında döndüğümüzde oluşturduğumuz elips gibi bir düzlem var ya, onun adı ekliptik düzlemdir, yeni nesil ders kitaplarında tutulma veya tutulum çemberi diye de geçer; işte o düzleme göre olan bir eğikliktir. Dünya’nın kuzey-güney hattı, o düzleme 90 derece ile yani dik durmuyor. 90 dereceden 23,5 derece eğik duruyor. O yüzden biz Güneş’in etrafında 365 gün boyunca dönerken iklimler değişiyor, mevsimler yaşanıyor, kuzey ve güney yarım kürelerde farklılıklar oluşuyor. Eğer düzleme dik dursaydık, bunların hiçbiri olmazdı.
DÖNENCELER
Bu 23,5 derecelik eğim sayesinde Dünya Güneş etrafında dönerken, bizim yaz dediğimiz dönemde kuzey yarım küre, kış dediğimiz dönemde de güney yarım küre Güneş’e daha fazla bakma şansını yakalıyor. (Tabii bizim kış dediğimiz dönemde güney yarım kürede yaşayan insanlar da yaz mevsimimizi yaşıyorlar.) Biliyorsunuz, yazın, kuzey yarım küre Güneş ışınlarını daha dik bir açıyla alır. Dünya 23,5 derece eğik olduğu için de, ekvatordan en fazla 23,5 derece kuzeydeki enlem güneş ışınlarını tam olarak dik açıyla alır. Aynı şekilde güney yarım küredeki en dik açıyla ışınları alan enlem de 23,5 derecededir. Ekvatordan 23,5 derece kuzeyde ve 23,5 derece güneyde bulunan bu hayali çizgilere dönence diyoruz. Kuzeydeki Yengeç Dönencesi, güneydeki ise Oğlak Dönencesi. Neden yengeç ve oğlak? Çünkü tam o tarihlerde, astrolojik olarak Dünya o isimli burçları görür. Nedir o tarihler? Dedik ya Yengeç Dönencesi güneş ışınlarını tam olarak dik açıyla alır diye. İşte bu sadece bir tek gün olur. Öncesi ve sonrasında çok küçük farklarla o açı değişir ama elbette yakındır. Kışın da güney yarım küre için aynı şey geçerlidir, Oğlak Dönencesi de sadece bir tek gün için ışınları tam olarak dik açı ile alır. İşte o tarihler 21 Haziran ve 21 Aralık’tır. Bizim “en uzun gün” ve “en uzun gece” dediğimiz günlerdir onlar. Ve onların ismi de “gün dönümü”dür. Yaz gün dönümü ve kış gün dönümü olarak geçerler.
Dünyamızın dönüşü sırasında en uzun gün ve en uzun geceyi yaşadığımız iki gün olduğuna göre, bir de gece ve gündüzün eşit zamana sahip olduğu iki gün olmalı değil mi? Onlara da ekinoks diyoruz. (Onların tarihi de 21 Mart ve 23 Eylül.) Bizim kültürümüz (ki dünyanın pek çok kültüründe vardır), baharın geldiğini, önümüzün yaz olduğunu müjdeleyen bahar ekinoksuna “nevruz” demiş.
Önümüzde yaz gün dönümü var. 21 Haziran Perşembe günü elbette. O gün gün ışığı 15 saat 22 dakika boyunca bizimle birlikte olacak. Bunun öncesi ve sonrasında da biraz aydınlık olduğundan, epey bir aydınlığı yaşayacağız.
PEKİ TROPİKLER NE?
DENİZCİLİK tarihinin adından en çok söz edilen, en tanınan, en becerikli denizcileri arasında kuşkusuz Vikingler başlarda yer alır. Dönemlerinin en gelişmiş teknelerini yapıp Amerika kıtasına Kolomb’dan 500 yıl önce ulaşan bu halkı biz genelde çok barbar, pis, vahşi vb. tanımlarla anarız. Bu, elbette biraz da Hollywood etkisidir. Ancak sormak lazım, bu kadar barbar ve cahil bir halk, nasıl olur da kendi yaşadıkları dönemin en gelişmiş teknelerini yapabilmişler?
Gemileri de öyle kaba saba şeyler değil, son derece zarif, adeta biblo gibi şeylerdir. Gemi heykeli olarak önemli bir kısmında, kuzeyin efsanelerinde bolca yer alan ejderha kullanılmıştır ve inanılmaz bir el işçilikleri vardır.
EL BECERİLERİ YÜKSEK
Belli ki sanıldığı kadar cahil ve barbar değiller. Hiçbir şey olmasa, el becerilerinin çok yüksek olduğu anlaşılıyor. Kaldı ki bugünün (her ne kadar şartlar farklı olsa da) en yüksek teknolojiye sahip gemilerinin en cahil halklar tarafından yapılmadığını düşünecek olursak, Vikingler’e biraz daha sıcak bakabiliriz. Sadece gemilerle dolaşmamış, tarımla uğraşmış, ticaret yapmış, el sanatlarını ticarete dönüştürmüş olduklarını da çok iyi biliyoruz.
Aslında Vikingler, “Kuzeyli Adam” anlamına gelen Norman (Nordman) sözcüğüyle tanınırlar. Pek çok tarihsel kayıtta Viking yerine, Norman sözcüğü kullanılır. Kuzeyliler diye de çevirisi yapılır diğer dillere. Ancak yine tarih bize gösteriyor ki bu adamlar birdenbire denizci olmadılar. Güneylerinde Roma, kuzey ve doğularında diğer barbar halkların baskısı, saldırıları ve tacizleri sonucu, içinde bulundukları tecrit durumundan çıkmak için beşinci yüzyıldan itibaren denizciliği öğrendikleri, bir anlamda denizden medet umdukları artık biliniyor. Hani bizdeki “denize düşen yılana sarılır” lafı var ya, bunun tam tersi onlarda geçerli olmuş: “Yılandan kaçan denize atlar!”
KUZEYE GİDEN YOL
Norman sözcüğünün kuzeyli demek olduğunu artık biliyoruz. Bu durumda Vikinglerin bolca yaşadığı Norveç’e de değinmek gerek. Norveç sözcüğü de Germen dilinde kuzey yolu anlamına gelen “Nord weg” sözcüklerinden türemiş. Yani Norweg (Norwegen) Kuzeye Giden Yol anlamını taşıyor.
SEZON yaklaşıyor (bana sorarsanız çoktan geldi) ve bu nedenle tüm limanlarda, çekek yerlerinde ve marinalarda bir hareketlilik göze çarpıyor. Teknelerin bakımı yapılıyor, elden geçiyor, kimileri de zehirli boyasını temizleyip yeniliyor. Bilmeyenler için kısaca söyleyelim, teknelerin suyun içinde kalan gövdelerinin yani karinalarının, denizde 4 binden fazla çeşidi bulunan ve normal şartlar altında gözümüze görünmeyen zararlı organizmalardan korunması gerekir. Bu yapılmazsa teknelerin gövdesini yiyip bitirir bu organizmalar. Yiyemeseler de teknenin formunu bozdukları için yavaşlatır, manevra yapmalarını zorlaştırır, tekneyi ağır ve hantal hale getirirler.
Zehirli boya denen şey icat edilmeden önceki dönemlerde teknelerin karinası (gövdenin suda kalan alt bölümü) bakırla kaplanırdı. Tabii bunu ancak varlıklı kişilerin tekneleri yaptırabilirdi çünkü pahalı bir işlemdi. Bakır zehirlidir ve bu tip organizmaları (ki biz hepsine topluca kekamoz deriz) üzerinde barındırmaz. Zehirli boyalar icat edildikçe geliştiler ve eski alışkanlık ve bilgiyle bugün çoğu zehirli boyanın içinde bakır kullanılmakta. Fakat bu tip boyaların içerikleri ile ilgili olarak olumsuz bilgiye de sahibiz. Evet tekneleri koruyorlar ama zehir tarafı abartılır ve doğru şekilde uygulanmazsa, doğaya da zararları dokunuyor. Normal şartlar altında teknenin karinasına sürülmüş ve düzgün bir yüzeye sahip zehirli boyanın çevreye bir zararı yok ya da minimal düzeyde. Ancak boya üzerinde çizik, ezik, kazınma vs. olduğunda boya parçaları kopup dibe iniyor. İşte onlar zararlı. Yani teknenin gövdesinde zehirli boya olduğunda değil, o boya gövdeden kopup sağa sola saçıldığında zarar veriyor. Hem Avrupa Birliği içinde, hem de ABD’de, zehirli boyaların içerikleri ile ilgili yasalar ya da tasarılar çıkıp duruyor. Nedeni, doğaya verdikleri ya da verebilecekleri zarar.
HER ŞEYİ ÖLDÜRÜR!
Bu konunun burada ele alınmasının nedenine gelince... En başta belirttiğim gibi tekneler temizlenmeleri, onarılmaları, elden geçirilmeleri ve boyalarının tazelenmesi için karaya alınırlar. Pek çok işlem içinde, eski zehirli boyanın kazınıp yerine yenisinin sürülmesi de vardır. İşte bizim konumuz, tam da bu kazınan eski zehirli boyalarla ilgili.
Hepimiz görürüz, limanlarda teknelerin altındaki eski zehirli boya kazınır ve basınçlı suyla yıkanır, ondan dökülenler de etrafa pervasızca saçılır, suyu denize dökülür! Kimse kusura bakmasın, işte bu bir cinayettir. Denize akıtılan o zehirli boya artıkları, deniz dibindeki canlıları, onların yumurtalarını, yosunları, ne kadar deniz bitkisi varsa onları, her şeyi etkiler. Bu pisliği yapanlar, onlara göz yumanlar da sonra oraya bakıp bakıp, “Yahu burada eskiden balıklar oynaşırdı, şimdi hiçbiri kalmadı, deniz hızla kirleniyor” falan derler. Nasıl öyle oluyor acaba?!
PEKİ NE YAPMALI?
Öncelikli hedefimiz, eski veya yeni, hiçbir zehirli boyanın etrafa, canlılar alemine taşmasına, bulaşmasına, akmasına, dökülmesine izin vermemek olmalı. Yani zehirli boya tozları ve atıkları, hiçbir şekilde denize veya toprağa gitmeyecek. Eğer “kuru” temizlik yapılıyorsa, yani elle veya makineyle kazıyarak eski boya temizleniyorsa, teknenin altına çok geniş bir naylon veya branda sermiş olacağız. Tüm boya oraya dökülecek. Ve kazırken, işlem sırasında çıkan tozu solumamak için maske takacağız. İşlem bittikten sonra, yaygıyı, üzerinde/içinde biriken maddeyi döküp saçmadan güzelce derleyip toplayacak, bir çöp poşetine koyarak sıkıca bağlayacak ve çöpe atacağız. Ama keşke bulunduğumuz bölgede kimyasal atık toplama merkezi olsa da oraya bıraksak. Her yerde yok. Hatta çok az yerde var. Bu nedenle çöpe atmak, genel olarak en uygun yöntem. En azından oradan çöp toplama havzalarına gidecektir ve oralarda, limanlarda olduğundan daha fazla önlem alındığını biliyoruz.
ZAHMETLİ AMA...
YILLARDIR, doğrusu 1954’ten bu yana, sabırla ve bitmeyen bir azimle, bin bir türlü zorluğu ve olanaksızlığı aşarak Marmara Denizi’ni bilimsel olarak inceleyen, hakkındaki tüm verileri kaydeden ve yayımlayan bir proje var: MAREM. (Marmara Denizi’nin Değişen Oşinografik Şartlarının İzlenmesi – Marmara Environmental Monitoring Project). Proje, 2006 yılından bu yana Sevinç-Erdal İnönü Vakfı bünyesinde çalışmalarını sürdürüyor. Başında Hidrobiyolog M.Levent Artüz var.
ARTÜZ, KAMUOYUNU UYARMIŞTI
2012 yılında Artüz, bir basın toplantısı düzenleyerek kamuoyunu uyarmış, Marmara’da durumun içler acısı olduğunu, pek çok yerde “oksijen oranının sıfır” olduğunun tespit edildiğini anlatmış, adeta haykırmıştı: “Marmara Denizi’nin başta en önemli göstergesi olan suda erimiş oksijen değerlerinde geçmiş senelere kıyasla, çok daha fazla alanda oksijensiz bölgelere rastlanmaktadır. Marmara, canlıların yaşayıp, büyüyüp, üreyeceği oksijen miktarına sahip değil. Marmara Denizi çok büyük risk altında; ciddi bir şekilde tür çeşitliliği erozyonuna uğramış vaziyette.”
Bu, çok önemli bir çığlıktı. Aradan 6 sene geçti. Yeni verileri bekliyoruz. İlgilenenler için www.marem.org sitesinde tonla veri ve bilgi var.
Şimdi biliyorum ki siz değerli okurlar arasında, “İki yıldır uygulanan balık avı yasağı sayesinde tür çeşitliliği artmaya başladı. Bir süredir ıstakoz çıkıyordu Marmara’da, artık ahtapot bile var” dediğini duyuyorum. Haklısınız, bu bir zenginleşmedir ama denizin kirlenmesi ve oksijenin azalması başka şeydir, bu canlıların biraz rahat bırakılıp çoğalmaları başka! Tüm canlılar bir şekilde beslenmek zorunda. Eğer besin olmaz veya kalmazsa, onlar da hayatta kalmayı sürdüremezler ve besin başta olmak üzere hayatın tümü, oksijene bağlıdır.
Peki oksijen nedir, nasıl biter?