Tayfun Timoçin

Eylül şıkırtısı

31 Ağustos 2018
YENİ BİR AY

AYLARIN en güzellerinden biri olan eylül yarın başlıyor. Hiç fark ettiniz mi bilmem, ama eylül, denizde veya deniz kenarında gerçekten başkadır. Diğer aylara benzemez. (Baktığını gören gözler için tabii.)
Sıcaklar yavaş yavaş durulur, bitmez ama Halikarnas Balıkçısı’nın deyişiyle “tam insan boyuna” gelir hava. Fazla ısıtmaz, üşütmez, terletmez, rahatsız etmez. İster güneşin altında yürü saatlerce, ister akşamüstü deniz kenarında, fark etmez, hep rahattır insan.
Yazın kavurucu sıcağında hücum edilen tatil yöreleri, eylülde başlar güzelleşmeye. Sokaklar sakinleşir, yer arayan kolay bulur, manzara her zamankinden daha güzeldir ve klimaya daha az ihtiyaç duyulur. Ne itiş kakışı kalır tatil beldelerindeki dar sokakların, ne de kulakları tırmalayan bangırtıları.
Teknesiyle gidenler için koylar da sakinleşir bu ay. Huzur daha uzun sürer. Turist akını azaldığı için, insanın ciğerlerinde patlayan müzik sesiyle rahatsız edicilikten bir türlü kurtulamayan, çevreye saygı kavramından 20 bin fersah uzak günlük tur tekneleri de azalmıştır ona paralel olarak.

YAPRAKLAR DÖKÜLÜR

Bazı ağaçlar erken davranıp yapraklarını dökmeye başlar. Dökülmüş ve kurumuş yaprakların üzerinde yürürken çıkarttığımız hışırtı, muhteşem bir melodinin nağmeleri gibidir. İnsanın yürüyüşüne bu kadar uyan bir müzik yoktur başka. Yaprakların ölümü değil, doğanın yeniden doğuşa yürüdüğünün de bir göstergesidir bu.

Yazının Devamını Oku

Elimizin altındaki cennetler

24 Ağustos 2018
Marmara’da “bize rağmen” halen çok güzel yerler var. Bazı şeyleri zorlamamıza rağmen bozamıyoruz demek ki. Marmara’da yaşayan bir denizcinin bu bölgede gitmediği, görmediği yer kalması düşünülemez. Bayram vesilesiyle elimizin altındaki bu saklı cennetlerden sadece bazılarına göz gezdirelim birlikte. Mutlu bayramlar…

 

Marmara’da yaşayıp denize yakın olanlar, hiç kuşkusuz daha temiz ve daha yeşil olduğu için Ege ve Akdeniz’e açılmak isterler. Gerçekten de daha Çanakkale Boğazı tam olarak dümen suyumuzda kalmadan, suyun rengi değişmeye başlar, mavi koyulaşır, çevredeki bitki örtüsü kendisini belli etmeye can atar. Hele ki Boğaz geçişi bitip Ege’nin sularına girdiğimiz anda artık deniz laciverttir. Eminim sanayi hücumuna uğramadan, mesela 60 yıl kadar önce Marmara da aynı şekilde muhteşemdi. Hatta belki çok daha güzeldi. Örneğin İzmit Körfezi’nin şu an sanayi tesisleri ile dolu, oya gibi girintili çıkıntılı koylarında demirleyip yüzmüş olmayı çok isterdim. Eminim muhteşem bir doğa vardı. Muazzam bir canlı çeşitliliği, kıyılardaki mağaralara doluşan foklar, kılıç balıkları, kova kova tutulan lüferler, her türlü deniz böceği ve daha nicelerinin katkısı ile hayat fışkıran bir denizdi. Büyüklerimizin anlattıkları da bu yönde. Gel gör ki sanayi hamleleri (ki gerekliydi elbette ama galiba abarttık), aşırı nüfus ve kuşkusuz bilinçsizlik, Marmara’nın o sevimli ve canlı halini unutmamıza neden oldu. Ülke nüfusunun dörtte biri Marmara Bölgesi’nde yaşıyor. Bu nüfusun ürettiği ne kadar atık varsa, bu güzelim denizi boyladı! Kimyasal atıklar bahsine hiç girmeyelim, çıkamayız. Aşırı ve bilinçsiz (hatta bazen “benden sonra tufan” anlayışı ile bilinçli ve canavarca) avlanma da cabası. Yoğun gemi trafiği ise başka alem. Fakat son yıllarda alınan bazı önlemler ufak tefek sonuçlar vermeye başladı. Umarım daha fazla kirlenmesine izin vermeden iyileşmeyi sürdürürüz.

ÖNERİLER

Tüm bunlara rağmen, herkesin Çanakkale’den çıkıp Ege’ye, Akdeniz’e gitmeye zamanı, enerjisi, deneyimi vs. olmayabilir. Zaman en önemli unsur elbette. Örneğin Tirilye’den kalkıp Ege’ye inmek, en basitinden iki gün sürüyor. İstanbul’dan da öyle. Ama bereket versinki elimizin altında da gidilebilecek yerler var. Hâlâ var. Bu yazıda, bayram tatilini şehirde geçirmek durumunda olanların, kısa sürede ulaşabilecekleri yerlerden bazılarını ele almak istedim; belki bir faydam dokunur. Şunu da söylemek gerekir ki, burada ele alınan limanlar, sadece bizzat gidip sevdiğim yerler. Kişisel zevke göre başka limanlar da eklenebilir veya benim sevdiğim bir yer başkası için bir şey ifade etmeyebilir.

TİRİLYE40° 23’ 34″ K
28° 48’

BURSA’nın en yeşil limanıdır Tirilye. Gemlik Kurşunlu, Güzelyalı, Mudanya Arnavutköy, Kumyaka (Siği) limanları da var elbette ama şehirden kısa sürede karayolu ile ulaşılabilen en yeşil liman olduğu için Tirilye’yi ele almak daha doğru. İstanbul’dan çok sayıda denizci misafir ağırlayan Tirilye’de sabahları kuş cıvıltılarıyla uyanılır. Limanda derinlik sorunu yoktur, karaya bağlanıp elektrik ve su almak mümkündür. Tirilye’nin günbatımı çok keyiflidir, limanda çok sayıda restoran güler yüzlü ve kaliteli hizmet sunar. Deniz manzarası olmasa da bana göre dünyanın en lezzetli ciğerlerini ise Vedat’ın Yeri’nde dokunduğunu lezzetli kılan Mesut Usta yapar. Pek çok tarihi binası bulunan Tirilye, Marmara’nın en sevimli limanlarından biridir kuşkusuz. Tirilye, dost limandır.

PAŞALİMANI

Yazının Devamını Oku

Bayrak Ayıbı Bitmeli

19 Ağustos 2018
Geçen haftaki yazının ardından çok sayıda mesaj aldım ve gelen şikayetlere inanamazsınız.

Diyeceksiniz ki, “Taktı bu adam bayrağa!” Haklısınız, taktım. Ama nasıl takmayayım? Aslında bu hafta başka bir konu yazmayı planlıyordum ancak geçen haftaki “Bayrak artık eskisi kadar kutsal değil mi?” başlıklı yazıdan sonra çok sayıda mesaj aldım. Hem de bu sayfanın hedef kitlesi olan Güney Marmaralı denizcilerden daha fazla, onlarca, hatta yüzlerce mil ötelerden geldi mesajlar. Meğer bu konuda ne çok dertli insanımız varmış. Ve meğer bayrağı yanlış ya da uygun olmayan şekilde taşıyan ne çok tekne varmış! BAYRAK TAŞIMAK ONURDUR

Gelen yakınmaların başında, kişilerin, uyarıldıkları halde yanlışta ısrar etmeleri tuhaflığı var. Sevgili dostlar, asker denizcileri tenzih ederim, zira onlar her şeyi en uygun şekilde ve kitabına göre yaparlar, ancak denizciliğin diğer kollarındaki arkadaşlarımızın, ister amatör denizci olsun, ister balıkçı, isterse gemici fark etmez, bu önemli konuda bir duyarsızlığı var sanki. Konu sadece, “Bayrak var mı? Var!” denklemiyle kapatılabilecek bir konu değildir. Bayrak, bir ülkenin sembolüdür. Ne mutlu ki deniz araçlarına bayrak taşıma ayrıcalığı verilmiş. Bu ayrıcalık, hem büyük onurdur hem de önemli sorumluluktur. Bayrak taşımak, çanta taşımaya benzemez. Bütün bir ulusu temsil ederiz taşıdığımız bayrakla. Bayrağa gösterdiğimiz saygı, ulusa ve vatanımıza gösterdiğimiz saygıdır. Yıpranmış, yırtılmış bayraklar ne kadar yanlışsa, hatalı şekilde taşınan, doğru şekilde toka edilmemiş veya yamuk yumuk direklere tellere, çamaşırcasına asılan bayraklar da aynı derecede yanlıştır.
Bayrak, arabanın dikiz aynasına asılan nazar boncuğu değildir ki “Takalım gitsin” diyebilelim! Kuralı vardır, kanunu, tüzüğü vardır. Bugünlerde umursayanı bulmak pek kolay değil ama “denizcilik geleneği” vardır. Mesela hem kanun, hem gelenek bize derler ki, limandaki tekneler sabahları törenle bayraklarını toka ederler, akşamları da yine törenle arya ederler. Açıkdenizde, etrafta kimseler yokken bayrak taşımak zorunlu değildir ve düşünceli denizci, etrafta görecek kimse olmadan bayrağı dalgalandırarak yıpratmamak için bayraklarını göstermez, toplarlar. Bayrak, geminin milliyetinin tanınmasını gerektiren hallerde taşınır çünkü ve amacı da budur. Bakım-onarım, boya vs. için karaya alınmış teknede bayrak gösterilmez.

SANCAK DEĞİL BAYRAK

İnanır mısınız, bayrağın adını bile yanlış söyleyenler var. Ulusal bayrağa “bayrak” denir, “sancak” denmez. Sancak, askeri terimdir, belirli bir birliğin kendisine has, süslü püslü sembolünü barındıran özel bir bayraktır/alamettir. Ancak bayrak töreni için Türkçemizde “sancak töreni” denir ve bu doğrudur. Karıştırmamak lazım. Bayrağa sancak denmez ama törenine sancak töreni denir.

Yazının Devamını Oku

Bayrak artık eskisi kadar kutsal değil mi

11 Ağustos 2018
Bayrak, en önemli değerlerimizden biriyse, nedir bu limanlardaki tekne bayraklarının hali? Nedir bizi bu kadar vurdumduymaz yapan?

Bu cüretkâr başlık rahatsızlık yaratabilir. “Ne münasebet?!” denmesine yol açabilir. Çünkü biz Türkler için “bayrak” çok önemlidir, kutsaldır. O kadar ki, ulusal marşımız bile “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye başlar. Sınırdaki gönderden bayrağımızı indirmeye teşebbüs eden hain, Mehmetçiğin tereddütsüz müdahalesi ile karşılaşır. İndirmeyi bırak, kimse kötü niyetle dokunamaz bile ay yıldızlı bayrağımıza. Bazen çok kalabalık mitinglerde vb. yerlerde, değer yargılarını yitirmiş kesimlerce bayrağımıza karşı işlenmiş suçlara tanık olsak da genellikle yere düşürmeyiz bayrağımızı; düştüğünü gören hemen uzanıp alır, kaldırır, tozunu pisini temizler. Bayrağın ucu bile toza pisliğe temas etmez, izin vermeyiz buna.

NEDİR O BAYRAKLARIN HALİ?

Peki madem bayrak konusunda bu kadar hassas bir milletiz, madem bayrağımız bizim için çok önemli, değerli ve hatta kutsal nitelik taşıyor, madem İstiklâl Marşı’mız bile bayrağa hitap ile başlıyor, nedir o limanlardaki, barınaklardaki tekne bayraklarının hali?
Ben söyleyeyim ne haldeler:
Zamanla güneş altında kırmızı solmaya başlar, son derece normaldir bu. Kişi de onu yenisiyle değiştirir. Solmayı bırakın, artık sararmış bayrak var limanlarda. Sarı! Sarı Türk bayrağı mı olur!?
Rüzgâr, dalgalanmaya bırakılmış hiçbir şeyi sağlam bırakmaz. Her bayrak da zamanla yıpranır elbette. En çok dalgalanan kısmı uç bölümü (Uçum Kenarı denir) olduğu için, sökülmeye oradan başlar. Bunu fark eden kişi, hemen değiştirir. Ne gördüm biliyor musunuz? Bayrağın ‘ay’ı ve ama ‘yıldız’ı yok! Hilalden sonraki kısım sökülüp gitmiş; yok!

Yazının Devamını Oku

Okyanusları tekneler değil, denizciler geçer

3 Ağustos 2018
DENİZCİLİK camiasına özellikle yeni girenler ile gireli çok olsa da işin özüne bir türlü vakıf olamayanların sıkça konuştukları bir konu vardır:

Dünya turu yapacak teknenin boyu! Bırakın Dünya turunu, Akdeniz’de dolaşmak, Atlas Okyanusu’nu geçmek için de ayrı ayrı konuşulur bu. Kendisine “Dünya turu yapacak tekne kaç metre olmalıdır?” diye soru yöneltilen biri de, belki kendisine birinin soru sormasından kaynaklanan anlık ego patlaması, belki de soruyu yanıtsız bırakmama endişesi ile birşeyler uyduruverir: “En az 15 metre olması lazım!” “-Peki Akdeniz’de dolaşacaksak?” “-O zaman 12-13 metre de olmalı.” “-Ya Atlantik geçişi için kaç metre olmalı?” “-Mmm, o da okyanus olduğuna göre 14-15 metre dolaylarında olsa iyi olur!”
Size burada açık açık söyleyeyim, bunların hepsi fasa fisodur. Hiçbir dayanağı, hiçbir gerekçesi olmayan uyduruk laflardır. Çünkü asıl hikâye, tekne değil, denizcinin kendisidir. Dedim ya, işin özüne vakıf olamamış kimselerle işe yeni başlayanların konuşmalarıdır bunlar. İşin özü kavranamadığı için de tekneye odaklanılır.
Hepimizin tanıdığı, Türkiye’nin gururu olan ve kendisine “foto muhabir” diyen ünlü fotoğraf sanatçımız Ara Güler’in nefis bir anekdotu vardır, bilirsiniz belki. Kendisiyle yapılan pek çok röportajda sorarlar: “Hangi marka makine kullanıyorsunuz?” Ara Güler de her seferinde ders niteliği taşıyan o sözleri söyler: “Ne ilgisi var makinenin markası ile çekilen fotoğrafın? Bir adama dünyanın en iyi daktilosunu verseniz, dünyanın en iyi yazarı olur mu? Makine değil, bakan ve gören gözdür önemli olan.”

KAPTAN İYİYSE...

Bu, hemen her konuda böyledir. Elbette Formula 1 arabalarına pistte Doğan görünümlü Şahin’le kafa tutmaktan söz edilmiyor burada. Denizde, elbette teknenin bakımlı olması, sağlam olması önemlidir. Ancak her bakımlı ve sağlam teknenin, kendisini abrayabilecek (yani hakimiyeti altında tutabilecek) iyi bir denizciye gereksinimi vardır. Ne kadar sağlam ve bakımlı olursa olsun, hiçbir tekne kendi kendine iş beceremez, okyanusları aşamaz. Eğer denizci bilgisiz, beceriksiz ve özgüvensizse, dünyanın en muhteşem teknesinin başına da iş gelebilir, o okyanuslar aşılamayabilir.

Yazının Devamını Oku

Gökten denize çok özel bir gün

27 Temmuz 2018
Bugün birlikte gökyüzüne bakacağız. Aklına, “denizle gökyüzünün ne ilgisi var?” diye soru takılanlar olursa diye söyleyelim; denizciler binlerce yıldır gökyüzüne bakıp yol alıyor açık denizde. Hâlâ da bir şekilde öyle. Bugün de uyduların yardımıyla yolumuzu buluyoruz. Evet insan yapımıdır uydular ama nihayetinde yine bize gökten bakıyor, kuş bakışı görebilmenin avantajını bize sunuyorlar. Ancak bir denizcinin, gökyüzüne bakarak yolunu, yönünü bulması önemli. Olur da bir gün uyduların fişi çekilir, pilleri biter ya da bunlardan yararlanmamızı sağlayan cihazlarımız bozulursa, ortalıkta anasını arayan kedi yavrusu gibi kalmamak gerek.

Başlıkta yazdığım gibi bugün çok özel bir gün. Daha doğrusu gece. 27 Temmuz Cuma (bugün), hava karardıktan sonra gökyüzünde şenlik var.
Hem “tam Ay tutulması” gerçekleşecek hem de komşumuz Mars, Dünya’ya en yakın konumunda olacak. (Sadece 58 milyon kilometrecik.)
Mars bu kadar yakınken(!) Ay ise Dünya’ya en uzak konumunda olacak. (406 bin 210 kilometre.) Ay’ın bize ortalama uzaklığı 384 bin kilometredir ama malumunuz olduğu üzere, yörüngesi yuvarlak değil, tüm gök cisimleri gibi elipstiktir. İşte o elipsin en uzak noktası da bugün bulunacağı nokta. Ama uzaklığı bizim için bir avantaj belki de çünkü tam Ay tutulmasını Dünya’nın önemli kısmından gözlemek mümkün olacak.

MARS’IN YÜZEYİ

Ülkemizden ve bilhassa Güney Marmara’dan rahat gözlenebilecek Ay tutulması 20.13’te başlayacak, 28 Temmuz 02.30’da sona erecek. Tutulmanın en görkemli zamanı ise 22.30-01.13 saatleri arasında gözlenebilecek.
Ay’a bakarken, çok yakınında olacak (olmayacak aslında, bize öyle görünecek) Mars’ı gözlemeyi unutmamak gerek. Çünkü Dünya’ya olası en yakın konumunda bugün. Elinizde dürbün, teleskop ne varsa onu kullanın lütfen. Eğer şanslıysak, Mars kutuplarındaki buz kütlelerini, yüzeydeki dev toz fırtınalarını görmek bile mümkün. Bu iyi bir fırsat zira Mars, kabaca 2 yılda bir bu konuma geliyor. Yani bugünü kaçırırsak, yeniden bu hale gelmesi için 2020’yi beklememiz gerekecek.

HAFTA SONU METEOR GÜZELLEMESİ

Yazının Devamını Oku

Deniz ve uygarlık

20 Temmuz 2018
MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan ünlü coğrafyacı Strabon (Amasyalıdır), çok ünlü “Geographika” (yani coğrafya) adlı eserinde şöyle bir şey yazmış:“Platon’un varsayımına göre, tufandan (bizim Nuh Tufanı olarak bildiğimiz. y.n.) sonra üç aşamalı bir uygarlık oluştu.

Dağların tepesinde oluşan birincisi, ilkel ve kabaydı. İnsanlar hâlâ ovaları kaplayan sulardan korkuyorlardı. Yamaçlarda oluşan ikincisinde, insanlar yavaş yavaş cesaretleniyordu, çünkü sular ovalardan çekilmeye başlamıştı. Üçüncüsü ovalardaydı. Dördüncü, beşinci ve hatta daha fazlasından da söz edilebilir; fakat esas, insanların sonunda korkudan tamamen arındıkları zaman kıyılarda ve ovalarda kurdukları uygarlıktır. Denize ulaşmak için gösterilen az ya da çok cesaret, uygarlığın ve davranışların çeşitli evrelerine işaret edebilir. Örneğin, ikinci aşamadaki daha ılımlı özelliklerin temelini oluşturmuş olan iyilik ve kabalık nitelikleri gibi. İkinci aşamada dikkat edilmesi gereken bir farklılık vardır. Kaba, yarı kaba ve uygar nitelikler arasındaki farkı kastediyorum. Örneğin, yeni isimlerin sonlarına eklenen nezaket ve yüksek kültürü gösteren ekler konmaya, aynı zamanda davranışlar daha iyiye doğru gitmeye, yaşanan yerler ve yaşam tarzı değişmeye başladı.” Strabon, Geographika, XIII.1/25, Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 5.Baskı, 2005, s.111)

KABA BİR UYGARLIK KURDU...

Yani mealen şunu söylüyor Platon: İnsan, tufandan sonra dağın tepesine mahkûm olduğunda kaba bir uygarlık kurdu. İnsanın en uygar ve gelişmiş hali, deniz kenarındaki halidir.
Tarihe baktığımızda hep aynı şeyi görmez miyiz? İnsanı insan yapan neredeyse tüm gelişmeler deniz/su/ırmak kenarında veya ona yakın yerlerde ortaya çıktı. Yazı, alfabe, bankacılık, para, edebiyat, sanat... Sadece Anadolu’yu gezmek bile bunu görmeye yeter. Antik tiyatrolara bakın mesela. Hepsi denize/göle/suya bakar ya da çok yakındır bir şekilde. Alfabe ve diğer tüm kültürel gelişim, denizcilik (yani deniz) sayesinde dünyaya yayıldı. Dünya derken, elbette önce Akdeniz çanağında oldu bu yayılım, sonra diğer coğrafyalara taşındı. Denizcilik teknolojilerinden burada söz etmem saçma olur, zira deniz olmazsa denizcilik de olmaz değil mi? Fırat ve Dicle olmasaydı Mezopotamya’da uygarlık filizlenebilir miydi? Seyhun ve Ceyhun olmasaydı, Maveraünnehir diye bir yeri biliyor olabilir miydik?
Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyle. Sahillerde insanların hayata bakışı farklıdır. Daha rahattırlar, daha az stres gözlenir, hastalıklar daha azdır, ortalama süresi haliyle daha uzun olur, eğitim seviyesi, okuma oranı, kişi başına düşen kültürel aktivite vb. pek çok unsur, sahillerde farklıdır.
O halde size bir soru: Madem denizin böyle eğitici, geliştirici, yumuşatıcı, güzelleştirici, yükseltici gibi işlevleri var, neden denize bu kadar kötü davranıyoruz? Neden onu mahvetmek için çaba harcıyoruz? Neden karasal tüm pisliğimizi, sözde arıtmalarla denize boca etmek için uğraşıyoruz?

BİR HABER BİR ÖRNEK

15 Temmuz günü Hürriyet’in manşeti “Denizdeki Hayaletler” idi. Balıkçılardan balık çiftliklerinden vs. kalmış, unutulmuş, terk edilmiş, toplanmamış, temizlenmemiş ağlar ve diğer balıkçılık takımları, denizdeki canlı hayata büyük zararlar verdiği için Tarım ve Orman Bakanlığı’nca son dört yılda 12 ilde temizlik yapılmış ve 389 bin metrekare ağ ile 2 bin 300 balık sepeti toplanmış. Güzel ve takdir edilesi bir çalışma. Akıl edenleri ve uygulayanları tebrik ederim. Darısı, balık çiftlikleri ile ilgili sıkıntıların giderilmesinin başına. Malum, içlerinden bazıları halen pislik saçıyor.

Yazının Devamını Oku

İstanbul nasıl İstanbul oldu?

13 Temmuz 2018
Hepimizin bildiği o meşhur Sezen Aksu şarkısı kulağımıza gelip, “Ah İstanbul İstanbul olalı / Hiç görmedi böyle keder / Geberiyorum aşkından / Kalmadı bende gururdan eser” sözleri duyulduğunda, hiç düşündünüz mü, ne kadar bir süreden bahsediliyor olabilir?

“İstanbul İstanbul olalı...” tabii ki rasyonel bir laf değil ama yine de üzerinde durulabilir. İstanbul ne zaman ve nasıl “İstanbul” oldu?

BALIKÇI KÖYÜNDEN MEGA KENTE

İstanbul, neredeyse 15 bin yıldır insanların yaşadığı bir yer. Ama sivilize olması, yani yerleşik düzende kentleşmesi, bir başka deyişle uygarlaşması ile ilgili daha net konuşmak mümkün. İstanbul’un “yerleşke” olarak var oluşu, hiç şaşırtıcı olmayan şekilde bugünkü Sarayburnu bölgesinde olmuş hep. Daha önce
Lygos adlı küçük bir balıkçı köyü varmış Sarayburnu’nda. Daha önce de ismini bilmediğimiz köylerin olduğu gibi. Fakat MÖ 668’de, Yunanistan’ın Atina kentinin yakınlarındaki Megara kentinden birileri kalkıp gelmiş ve bir koloni kurmuşlar. Bunların başında Byzas isminde bir lider varmış. Söylenceye göre Byzas, yola çıkmadan önce Delfi Kâhini’ne gidip, “Şehir kuracağım, nereye kursam acaba?” diye danışmış. Kâhin Byzas’a, “Körler ülkesinin karşısına kur” demiş, başka da bir şey dememiş. “Yahu körler ülkesi de neresi?” diye sorup yanıt alamayan Byzas ve beraberindekiler düşmüşler yollara. Talih yollarını bizim İstanbul Boğazı’na düşürmüş. Bir bakmışlar bugün Kadıköy olarak bildiğimiz, o günkü adı Khalkedon olan yerde bir şehir var. Sollarına bakmışlar ve Sarayburnu bölgesini görmüşler. İşte o an anlamışlar ki Kâhin’in bahsettiği Körler Ülkesi, olsa olsa bu Khalkedon olabilir çünkü karşısındaki yer, oraya göre çok daha güzel ve bir şehir kurmak için çok daha uygun. Bu kadar iyisi varken gidip Khalkedon’a yerleşmek için ancak kör olmak lazım! (Bazı kaynaklarda Khalkedon isminin Körler ülkesi anlamına geldiği yazılı internette. Ne yazık ki yanlış bilgi. Khalkedon ismi körler ülkesi anlamına gelmiyor. Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar isimli sözlüğünde sözcüğün, “iskele yeri olan” anlamına gelen kala-ka-da kökünden türemiş olma olasılığının yüksek olduğunu, bir olasılık da Helen dilinde bakır anlamına gelen ‘khalkos’tan türemiş olabileceğini belirtir.) Bölge, olağanüstü bir avantaja sahiptir, arkasındaki Keras denilen haliç, gemiler için mükemmel bir limandır, Avrupa tarafına doğru çok verimli arazilerle tarıma elverişlidir vs. Byzas şehrini kurar ve kendi adını verir kente: Byzantion. MÖ 668’de. Bu isimle kurulan kent giderek genişler, serpilir, güzelleşir. Daha sonra bir Roma yerleşkesi olur. Roma İmparatorluğunun önemli kentlerinden biri haline gelir. İsmini de 7 asır kadar korur. Ta ki Roma eş imparatorlarından Büyük Konstantin (Constantinus) ortaya çıkana kadar.

YOL ÇANAKKALE’DEN GEÇER

Roma’da Tetrarşi denen, dört eş imparatorun (aslında bu ifade çok doğru değil ama açıklayacak yerimiz olmadığı için böyle özetlemeyi tercih ediyoruz) birlikte ülkeyi dört parça halinde yönettiği bir dönem vardır. Konstantin, İngiltere ve Batı Avrupa dolaylarından sorumlu imparatordur. Licinius adlı bir diğeri de Anadolu’yu içine alan eyaletin yöneticisidir. Zamanla birtakım hadiseler sonucu diğer iki imparator ortadan kalkar. Konstantin ve Licinius kalır meydanda ve birbirlerine bir şekilde meydan okurlar. Elbette savaş çıkar aralarında. Hem de karadan ve denizden. Deniz savaşının adresi ise bellidir. Her zaman İstanbul’a giden yol olan Çanakkale Boğazı’nda. Yani, 1915’te Çanakkale’de yaşananların bir benzeri, MS dördüncü yüzyılda, yani 300’lerin ilk yarısında yaşanır. İstanbul’a ulaşmak isteyen, her zaman Çanakkale’den geçmek zorundadır.

KONSTANTİNOPOLİS’E HOŞ GELDİNİZ

Yazının Devamını Oku