Ali Bardakoğlu, Mustafa Çağrıcı, Mustafa Öztürk, Saim Yeprem, Hayri Kırbaşoğlu, Ali Özek gibi dini ilimler sahasının saygın akademisyenler bu probleme dikkat çekiyor.
İktidar gücünün muazzam imkânlarıyla desteklenen bir “zengin muhafazakârlar” sınıfı gelişirken, ahlaki hassasiyetlerin ne durumda olduğu sorgulanıyor.
AKİF EMRE’NİN YAZISI
Hemen bütün fikir çevrelerinde saygıyla anılan merhum Akif Emre, siyaset ve güç tutkularına kapılmadan prensiplerini üstün tutan, bağımsız düşünceli bir İslamcı yazardı.
Merhum Akif Emre, benim arşivlediğim yazılarımdan birinde “muhafazakârların servetle imtihanı”nı anlatıyordu:
“Devlet desteği olmadan kendi girişimi ile ayakta kalan yeni muhafazakâr zenginlikten bahsetmek zordur. Ülkenin ekonomik pastasından payları ne olursa olsun genelde muhafazakârlar arasında belli bir kesimin eli para görmüş, hayat tarzları değişmeye başlamıştır. Değişim sadece hayat konforlarıyla sınırlı kalmayacak, dünya görüşleri, ideolojileri, hayata bakışları da bu çerçevede değişime uğrayacaktır.” (Yeni Şafak 2016)
Bu satırlar sosyolojik gerçeğin fotoğrafıdır.
Sorun; ahlak, hukuk, kültür gibi alanlarda umulan duyarlılıklar gelişmeden, hatta bu duyarlılıklar aşınarak
Bizim Anayasa Mahkememizin kararından yola çıkarak bakalım.
Bir İran vatandaşı ülkesinde rejim karşıtı gösterilere katılmış. “İslam Devrim Mahkemesi” tarafından “İran İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi yönünde faaliyette bulunmak”la suçlanmış.
Orada bunun cezası idam.
Bir yolunu bulup Türkiye’ye sığınmış. Türkiye’de haftalık imza yükümlülüğüne uymadığı için sınır dışı edilmesine karar verilmiş. Avukatı AYM’ye “bireysel başvuru”da bulunmuş, ivedi “tedbir” kararı verilerek sınır dışı işleminin durdurulmasını istemiş. İşte AYM’nin 16 Aralık 2015 günlü kararı:
“Ülkesine sınır dışı edilmesi halinde yaşamına yönelik ciddi bir tehlike ile karşılaşma ihtimali bulunduğu anlaşıldığından, tedbir talebinin kabulüne...” (No: 2015/191323)
‘İDAM’ KİME YARAR?
Peki AYM, hayati tehlike ihtimalini nasıl anlamış?
“İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün İran’da İnsan Hakları Raporu”
Seçim mücadelesinde sık sık duyduğumuz İslamofobik konuşmalarını ağzına almadı.
Amerika, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez ülkeleri çok güçlü bir ittifak halindeler.
Öbür yanda Rusya, İran ve Suriye.
Trump ve Suudiler İran’a çattı, İran da Trump’ı “tehlikeli teröristlere silah vermekle” suçladı. Teröristler sözüyle Vahabi Suudileri kastettikleri açık.
İbn Haldun, İslam’ın ve insanlığın bilim tarihinde çok büyük bir isimdir.
Törende konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, İbn Haldun’u bırakıp pozitivist sosyolojinin kurucusu August Compte’un geçmişte önemsenmiş olmasını eleştirdi.
Hatta bunda bir kasıt olduğunu ima ederek “İbn Haldun mahkûm edilmiştir” dedi.
Günümüzde sosyoloji bilimi Compte’u çoktan aşmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle diyor:
“Bize öyle bir tarih okuttular ki ve bizim okuduğumuz tarih kitaplarında hep mağlubiyetlerle, ilkelliklerle garip garip şeylerle geçmişi olan bir tarih okuduk. Bizim tarihimiz böyle değil. Anlı şanlı tarihimizi bize okutmadılar... Anlı şanlı tarihimizi kitaplarımıza geçireceğiz.”
Bu siyasi bir söylem mi, bir direktif mi bilmiyoruz. Yeni müfredatın uzman bilim adamları ve pedagogların yapacağı müzakerelerle yazılması gerekir.
1930’LARDA TARİH
Tarih dersleri bütün ülkeler gibi bizde de “yeni nesiller” yetiştirme siyasetinin aracı olarak görüldü.
1932’de 4 cilt olarak yayınlanan “Tarih” kitabı, bütün eğitim tarihimizde en politize olanıdır. Laikliği yerleştirmek düşüncesiyle tarihimizin İslam içindeki parlak asırlarına bile soğuk bakılmıştı. Böyle olunca, Atatürk’ün deyişiyle “Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti” antropoloji ve arkeoloji alanlarında arandı.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin kültürel izlerini gidermek ve birkaç bin yıl öncesine dayalı bir medeniyet heyecanı yaratmaktı amaç.
Eleştirmek isteyen Zeki Velidi ve Ahmet Refik gibi tarihçiler itibar kaybına uğradılar. Bu tür üzücü olayları, merhum Halil İnalcık, Ekim 1999’da XIII. Türk Tarihi Kongresi’nde anlatmıştır.
Yönetmen Joseph Ruben’in filmi.
Konusu, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni isyanıyla bir dönüm noktası haline gelen Van’da bir Osmanlı subayı ile Amerikalı hemşire arasındaki aşkın hikâyesi...
Irkçılık karşıtı insaniyetçi Amerikalı genç hemşire Lilly (Hera Hilmar) ile Osmanlı Subayı İsmail (Michiel Huisman) arasında geçen tutkulu bir aşkın etrafında Türk-Ermeni çatışmalarını ve Van’ın Ruslar tarafından işgalini anlatıyor. Filmde üçüncü karakter Amerikalı doktor Jude (Josh Hartnett), Lilly’ye âşıktır, İsmail’le çatışmaktadır.
‘ORTAK ACI’
Biz filmi beğendik. Tavsiye de ederim. Amerika’da böyle bir filmin yapılmış olmasını ise önemli buluyorum.
Bir filmi beğenip beğenmemenin ötesinde, kalitesini merak ettiğimde ben Atilla Dorsay’a bakarım. Dorsay t24 sitesinde şu değerlendirmeyi yazdı:
“Film ana işlevi olan bu tutkuyu gayet iyi işliyor. Doktoru oynayan Josh Hartnett’in dışında tanımadığımız genç oyuncular rollerine iyi asılıyorlar.
Kendi adıma İsmail ve Lillie’yi, yani Michail Huisman (ki kendisi ünlü Game of Thrones disizinden müdevver) ve Hena Hilmar’ı çok beğendim.”
Aksine, mevcut siyasi ve ideolojik kavgaya malzeme üretmek için çarpıtılan, hatta bazen de tamamen uydurulan laflardır bunlar.
Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım hakkında “Selanik Asliye Hukuk mahkemesi” ilamı diye uydurulan kâğıt gibi.
Halbuki o zaman soy ve aile işlerine asliye mahkemesi değil, şer’iye mahkemesi bakardı; belge denilen o kâğıt tamamen uydurulmuştu.
Dikkat, “gerçek” önemli değil, ilmi ve ahlaki kıstaslar hiç önemli değil; siyasi amaç için kullanışlı ise yalan da olsa, ahlaksızca iftira da olsa pazarlanıyor.
Ama bu kadarı hiç olmamıştı.
Meclis’te Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üyeliği için seçim yapıldı. Haber şöyle:
“AK Parti için 5, MHP için 2 kontenjan üzerinden parti yönetimlerinin belirlediği anahtar liste üzerinden oy kullanıldı...”
Dün oy kullanan birkaç milletvekili ile telefonda görüştüm. Oy verdikleri isimleri tanımıyorlardı.