26 Eylül 2010
Yıl: 1580. Yer: İstanbul/Tophane. Halk, veba-deprem gibi felaketlerin nedeni olarak, Tophane’deki “bilim merkezi”ni gösterdi. Çünkü orada “meleklerin bacaklarına bakılıyor”du. Padişah halkın tepkisinden korktu. “Dar el-Rasad el-Cedid el-Sultani” yıkılıp dümdüz edildi. Bu olay kimi tarihçiye göre Osmanlı’nın duraklama dönemine girmesinin miladıydı. Peki, geçen hafta Tophane’deki sanatevlerine yapılan saldırıyla, 430 yıl önceki olay arasında nasıl bir ilişki var? Sonuç aslında nedendir...
ÇOK eskilere gitmeden, önce bizim tarihimizden bazı bilgiler vermeliyim:
Selçuklu veziri Nizamülmülk 1067 yılında Bağdat ve Nişabur’da “Nizamiye Medreseleri”ni kurdu. Buralarda dini bilgiler yanında, hukuk, dilbilim, matematik, astronomi gibi pozitif bilimler de öğretildi.
Osmanlı’da ilk medreseyi 1331’de Orhan Gazi İznik’te kurdu. Alt düzeydeki Osmanlı medreselerinde okuma-yazma ve din bilgileri öğretilirken, üst düzeydeki medreselerde dini bilgiler yanında matematik, astronomi ve tıp eğitimi de verildi.
Osmanlı’da bir de Enderun okulları (“Saray Üniversitesi”) vardı. II. Murad döneminde kurulan bu okullara, teste tabi tutulup başarılı olan Hıristiyan ailelerinin küçük yaştaki çocukları alınır, okutulur ve devlet hizmetlerinde kullanılırdı. Kuşkusuz bu okullarda da din bilgileri yanında müspet bilimler de öğretilirdi.
Devrimci padişah
Medrese ve Enderun’daki eğitim-öğretim, bir “kitap kurdu” olan Fatih Sultan Mehmed döneminde en yüksek seviyeye çıktı. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’nun bilgisine Fatih Sultan Mehmed hayran kaldı.
Ali Kuşçu, Timur’un hükümdarlık eden torunu Uluğ Bey’in öğrencisiydi. Uluğ Bey padişahlığının yanında âlimdi; 1437’de -teleskopun olmadığı o dönemde- gösterge çubuğu olan güneş saatiyle yıldızların yerini tespit etmiş; Güneş’in diğer yıldızlara göre yer değiştirip aynı yere gelmesi için gerekli süreyi 58 saniyelik hatayla hesaplamıştı.
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2010
Geçen ay Diyarbakır’da toplanarak “Demokratik Özerklik” konusunu tartışan BDP kurmayları, avukatıyla görüşen Öcalan ve kimi Kürt yazarları son dönemde hep aynı tarihten bahsedip bir olay anlatıyorlar. Diyorlar ki, Büyük Millet Meclisi 10 Şubat 1922’de Kürtlere özerklik verdi. Üstelik ayrıntı da veriyorlar, yasa 64 “Hayır”a karşılık, 373 “Evet” oyuyla geçti. Meclis’ten Kürtlere özerklik veren bir yasa geçti mi? Gerçek ne?..
KÜRT tarihiyle ilgili hangi kitabı okursanız okuyun hep bir tarih karşınıza çıkarılıyor: 10 Şubat 1922.
Öcalan da son dönemde avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde sık sık bu tarihe atıfta bulunuyor.
Geçen ay Diyarbakır’da toplanarak “Demokratik Özerklik” konusunu tartışan BDP kurmayları da sürekli bu tarihe vurgu yaparak siyasal değerlendirmelerde bulundular.
Peki ne olmuştu bu tarihte:
Ankara’daki Büyük Millet Meclisi Kürtlere özerklik vermişti!
Öcalan, 15 Temmuz 2009 tarihinde avukatına şöyle diyordu:
“10 Şubat 1922 tarihinde Meclis’in gizli oturumlu 18 maddelik bir kararı var. Bu karar 64 ret oyuna karşılık 373 kabul oyuyla kabul edilmiş bir yasadır. Dikkat edilirse 64’e 373! Bu, Meclis arşivlerinde mevcuttur, devlet yetkilileri bunu biliyorlar. Bu kararla Kürdistan’a başta özerklik olmak üzere birçok hak tanındı.”
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2010
Bugün referandum var. Siyasi yazılar yasak. O halde yasaklar üzerine yazalım. Osmanlı’da yayın yasağı ilk neye, ne zaman geldi? İlk polis nizamnamesinde emniyet güçleri neye karşı uyarıldı? II. Abdülhamid Cyrano de Bergerac’ın İstanbul’a gelmesine niye karşı çıktı; öte yandan Ben Hur romanını neden çok sevdi? İngilizler 2 ciltlik Ergenekon kitabını niye toplattı? Gelin Osmanlı tarihinin sansürle ilgili sayfaları arasında kısa bir gezintiye çıkalım.
OSMANLI ’da ilk resmi sansür ne zaman oldu: Matbaa gelir gelmez!
Matbaanın kurulduğu 1720’ler sonunda Şehit Ali Paşa’nın kitapları sorun çıkardı.
Bab-ı Meşihat’tan verilen fetvada; felsefe, tarih, astroloji ve şiirlere ilişkin eserlerin basılmasının, satılmasının caiz olmadığı buyruldu.
Zaten İbrahim Müteferrika’ya hatt-ı humayun belli ölçüde izin vermişti; fıkıh, tefsir-i hadisi şerif, kelam kitapları matbaaya sokulmayacaktı!
Şeyhülislam Abdullah Efendi’ye göre ise, lügat, mantık, hikmet ve he’yet ile bunların emsali ulumu tümden yasaktı.
Matbaa kurmanın padişah iznine bağlı olduğunu yazmaya gerek var mı? Daha sonra çıkarılacak gazetelerin izni de ancak Saray’dan alınacaktı.
İzin alanlar yemin billah ediyorlardı: “Dine, devlete, ahlaka ve adaba aykırı hareket etmeyeceğim.”
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2010
19 Nisan 1960’ta Milliyet’in manşeti şuydu: “Her türlü siyasi faaliyet durduruldu.” Bu kararı alan Tahkikat Komisyonu, Başbakan Menderes’in “Adliye işleyemez hale gelmiştir” sözleri üzerine Meclis’te Demokrat Parti oylarıyla kuruldu. Neydi bu komisyonun görevi, ne tür kararlar aldı? Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasına neden olan bu komisyonu bilmeden bu referandumda neyi oyladığınızı bilmeniz mümkün değildir.
27 Ekim 1957 seçimlerinin üzerinden 2 yılı aşkın süre geçince CHP lideri İsmet İnönü Anadolu gezisine çıktı. İstanbul’da, Konya’da, Uşak’ta, Kayseri’de, İskenderun’da olaylar çıktı; polisler İnönü’yü karşılamak isteyen halkı zor kullanarak dağıttı.
Demokrat Parti Meclis Grubu bir bildiri yayınlayarak, CHP’yi halkı ve askeri ayaklanmayı kışkırtmakla ve bütün yurtta yıkıcı grupları kendi çevresinde toplamakla suçladı.
DP muhalefeti susturmak istedi. Muhalefete karşı yeni tedbirler alınmasına karar verdi.
Alınacak öncelikli tedbir; Meclis’te “Tahkikat Komisyonu” kurulmasıydı. Ve 18 Nisan 1960’ta Tahkikat Komisyonu kuruldu.
Tamamı DP milletvekilinden oluşan 15 üyeli komisyonun görevleri bakınız neydi:
- Muhalefet ve basın aleyhinde ortaya atılan tüm iddiaları bu komisyon soruşturacaktı.
- Her türlü siyasi faaliyet hakkında önleyici karar almak; mitingleri, toplantıları yasaklamak bu komisyonunun göreviydi...
- Her türlü yayını yasaklamak, yayın organlarının basım ve dağıtımını durdurmak ve kendilerince gerekli her belgeye el koymak bu komisyonunun görevleri arasındaydı. (Belge aradığı her kurumu, her evi izinsiz basma yetkisi vardı.)
- Meclis görüşmeleri ya da önergeler sadece Resmi Gazete’de yayınlanabilecekti.
- Hükümet bütün iletişim araçlarından istediği gibi yararlanabilecekti.
Anlaşılacağı üzere komisyon, TBMM’den ve mahkemelerden daha güçlüydü; savcı ve hâkimlerin bütün yetkisini elinde tutuyordu.
Öyle ki:
- Komisyonun alacağı önlem ve kararlar kesin olacak; bu önlem ve kararlara hiçbir şekilde itiraz edilmeyecekti.
- Komisyonun karar ve önlemlerine karşı çıkanlar 1 yıldan 3 yıla kadar ağır hapisle cezalandırılacaktı.
- Komisyon kararlarının icra ve infazında sivil ya da asker hangi görevlinin ihmali görülürse o kişi 6 aydan 3 yıla kadar hapsedilecekti. Keza soruşturmayla ilgili olayları açıklayanlar da aynı cezaya çaptırılacaktı.
Aldığı ilk karar
Komisyon kurulur kurulmaz aynı gün iki karar aldı:
- Partilerin kongre, toplantı düzenlemeleri, siyasal etkinliklerde bulunmaları ve yeni örgütler kurması yasaklandı.
- Komisyonun yetki, görev, karar ve çalışmaları hakkında yayın yapılmasına ve konuyla ilgili TBMM’de görüşme yapılmasına yasak getirildi.
Milliyet Gazetesi 19 Nisan 1960’ta manşeti attı: “Her türlü siyasi faaliyet yasaklandı”.
Dikkat ediniz daha 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi yapılmamıştı.
Kim alıyordu bu kararı; sivil bir iktidar!
Hep yazdım, darbeyi sadece askerler yapmaz; sivil iktidarlar da darbe yapar.
Ve işte böyle komisyonlar kurdurup böyle kararlar alabilirler.
Gücünü nereden aldı
Tahkikat Komisyonu’nun kurulması Anayasa’ya aykırı değildi. Anayasa Meclis’teki çoğunluğu elde bulunduran partiye/hükümete bu yetkiyi veriyordu. DP bu nedenle Tahkikat Komisyonu’na çok geniş yetki tanıyan “Tahkikat Encümeni Salahiyet Kanunu”nu Meclis’ten geçirdi.
Başbakan Adnan Menderes 1960 yılbaşından beri aynı sözü tekrarlıyordu: “Adliye işlemez hale gelmiştir.” Şimdi Başbakan Menderes yargı yetkisini DP milletvekillerinden oluşan bu komisyona vermişti.
Menderes Türkiye’yi kendi idaresindeki bir tek parti sistemine döndürmek için kurdurmuştu bu komisyonu.
Yani bu komisyonunun kurulmasının salt amacı muhalefeti bastırıp yok ederek sonsuza kadar iktidar olmaktı.
Peki...
Milletin oyuyla iktidar olup yargının üzerinde yetkisi olan bir komisyon kuran Başbakan Menderes olayları önleyebildi mi? Yoksa bu komisyon kararlarıyla olaylar daha mı kontrol edilemez bir aşamaya geldi?
Tahkikat Komisyonu parti faaliyetlerini yasakladı; gazeteleri kapattı, habercileri cezaevine gönderdi; beş kişinin yan yana gelerek dolaşmasına yasak getirdi; 19 Mayıs törenlerinin yapılmasını bile yasakladı; mektup ve telgraflara sansür koydu; üniversiteler kapattı vs.
Ancak olaylar hiç durulmadı. Üstelik çıkan olaylara kan karıştı; Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldü.
Sonrasını biliyorsunuz...
Anayasa Mahkemesi niye kuruldu
Bugün hükümetin hedefinde olan Anayasa Mahkemesi’nin 1961’de hangi ihtiyaçlar sonucu kurulduğunu sanıyorsunuz?
Hükümetin kendisine karşı çıkan muhalefeti, çeşitli kanunlar çıkararak tasfiye etme gücü ve en sonunda muhalefeti meclis aracılığıyla yargılama yetkisini de kazanması üzerine; TBMM’de çoğunluğu elinde bulunduran partinin çıkardığı kanunları Anayasa Mahkemesi kurarak denetleme ihtiyacı bütün yakıcılığıyla kendisini göstermişti. TBMM’ye hâkim olan hükümetin kuvvetler ayrılığını bertaraf ederek diktatoryal bir rejim kurmasının önünde Anayasa Mahkemesi’nin bir engel oluşturacağı düşünüldü. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin kurulması düşüncesinin arka planında işte bu tarihsel gerçek vardır.
Bugünlerde yine düne dönülmek isteniyor.
Karar sizin...
BODRUM’UN KAT İRTİFAKIYLA REFERANDUMUN NE İLGİSİ VAR
BODRUM Manastır Otel’de bir arkadaşımla sohbet ediyoruz. Akdeniz mimarisinden, Bodrum’un korunmasından bahsediyoruz.
Arkadaşım birden, “Yüksek yargı olmasaydı, Bodrum’un her yanı Marmaris, Kuşadası gibi apartmanlaşacaktı” dedi.
Bodrum’un kat irtifakı 3’ten 5’e çıkarılmak istenmişti. Bu imar cinayetini yüksek yargı önlemişti.
Sohbetimiz bir anda referandum sürecinde yüksek yargının neden sürekli hedef haline getirildiğine kaydı.
Nasıl kararlara imza atmıştı ki yüksek yargı bu derece tepki görüyordu.
Bodrum’da arkadaşımla ve konuyu bilen dostlarla yüksek yargının aldığı son yıllardaki kararları anımsamaya çalıştık.
İşte bizim hatırladıklarımız:
Erdemir: Cumhuriyet, tarihi boyunca bu nedenle devlet yatırımlarıyla demir-çelik tesisleri kurulmasına büyük önem verdi. Türkiye 2005 yılına gelindiğinde Avrupa’nın 5., dünyanın 13. büyük çelik üreticisi oldu.
2005 yılında kurumun yüzde 46.12’si satışa çıkarıldı. Danıştay 13. Dairesi 2008 yılında özelleştirme kararını iptal etti.
Tüpraş: Ülke vergi gelirinin yüzde 12’sini karşılayan Tüpraş’ın cirosu 4 buçuk milyar dolar idi. 2004 yılında şirketin yüzde 65.76’sı 1.3 milyar dolara Zorlu-Efremov Grubu’na satıldı. Petrol-İş Sendikası’nın açıklamasına göre bu para Tüpraş’ın 2 yıllık kârıydı. Ankara 10. İdare Mahkemesi bu satışı durdurdu. Danıştay da kararı onayınca şirketin satışı durduruldu.
2005 yılında Tüpraş hisselerinin yüzde 14.76’sı 569 milyon dolara İsrailli işadamı Sami Ofer’e satıldı. Satış kamuya duyurulmadan gerçekleş-tirildiği gerekçesiyle Ankara 12. İdare Mah-kemesi tara-fından iptal edildi.
Tüp-raş sonunda 2006 yılında hisselerinin yüzde 51’i Koç-Shell ortaklığına 4 milyar 140 milyon dolara satıldı. Bu satış, 2 yıl öncesinin 4 katıydı.
Galataport: İmar yetkisi olmamasına rağmen Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Karaköy İskelesi’nden Mimar Sinan Üniversitesi’ne kadar olan en değerli sahil şeridini imara açtı. Galataport Projesi’ni Sami Ofer’in sahibi olduğu Royal Caribbean Cruises ile Mehmet Kutman’ın sahibi olduğu Global Yatırım şirketi kazandı.
Danıştay, İstanbul’un tarihine sahip çıkıp projeyi iptal etti.
İETT arazisi: İmar planlarında kamu ve park alanı olarak görülen İstanbul Levent’te bulunan İETT arazisi 2007 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından arazinin imar planını değiştirerek Dubai Şeyhi El Maktum’a satıldı. Ancak Mimarlar Odası, İstanbul halkına ait olan bu arazi üzerindeki projenin durdurulması için İstanbul 7. İdare Mahkemesi’ne başvurdu.
Olay mahkemeye taşınınca El Maktum, ihalenin karşılığını ödemedi. Bu durumda ihaleyi iptal etmesi gereken belediye, ihaleyi iptal etmeyerek arazinin Şeyh Maktum’un elinde kalmasına izin verdi. Konuyu yargıya taşıyan CHP’nin talebini Danıştay kabul etti.
ETİ Alüminyum: 2007’de Danıştay 13. Dairesi, Seydişehir Eti Alüminyum Tesisleri’nin blok satış yöntemi ile Ce-Ka A.Ş.’ye 305 milyon dolara satışını onaylayan Özelleştirme Yüksek Kurulu kararını iptal etti. Danıştay 13. Dairesi’nin iptal kararında, özelleştirme sırasında Türkiye’nin alüminyum üretiminde dışa bağımlılığını azaltacak tedbirler öngörülmediği, sadece mevcut üretim seviyesinin üç yıl süreyle korunmasının taahhüt edildiği vurgulandı.
Şeker A.Ş.: Danıştay bu ihaleyi 15 Ocak 2010 günü aldığı bir kararla iptal etti. İptal kararında, ihale şartnamesinde üretimin devamlılığının güvence altına alınmamış olması ve Türk halkı için stratejik gıda maddesi sayılan şeker üretiminin, söz konusu satış sonrasında devam ettirilmemesi tehlikesinin doğmasıydı.
İzmir Limanı: Danıştay, 2008 yılında TCDD Genel Müdürlüğü’ne ait İzmir Limanı’nın özelleştirilmesi amacıyla yapılan ihaleyi “kamu yararı gözetilmediği” gerekçesiyle iptal etti.
Mayınlı arazi: Türkiye ile Suriye arasında bulunan mayınlı araziler İsrailli firmalara 49 yıllığına verilmek istendi. Anayasa Mahkemesi bu kararı ülke güvenliği açısından sakıncalı bulup iptal etti.
Kreşler ve bakımevi kararı: Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı kreş ve gündüz bakımevlerinde verilen hizmet karşılığında alınacak para davalık oldu. Danıştay 10. Dairesi muhtaç çocukların bakımını sağlayan kurumun, kâr amacı gütmek suretiyle ücret tespit etmesinin yasal amaca aykırı olduğuna karar verdi.
Engelli yasası: Danıştay 11. Dairesi, engellilerin kamu görevine atanmalarına ilişkin, işe alınmamış olsalar bile, işe başladıkları tarihte işgücü kayıplarının yasada öngörülen oranda olduğunu kabul edip engelliler lehine karar verdi.
GDO’lu gıdalar: Genetiği değiştirilmiş gıdaların ithaline izin veren bakanlık yönetmeliği Danıştay 10. ve 13. dairelerince iptal edildi.
Tekel kararı: Tekel fabrikalarının kapatılarak işçilerin 4/C statüsüne geçirilmesini Danıştay, işçilerin rızaları dışında verilen 4/C statüsüne geçirilme ve böylece sosyal güvenceden yoksun bırakılma kararının yürütmesini durdurdu.
Fazla mesai kararı: Danıştay 12. Dairesi, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4/B maddesine göre çalışan sözleşmeli personelin, verilen işleri bitirene kadar normal çalışma saatleri dışında da çalıştırılması ve bunun karşılığında herhangi bir ek ücret ödenmemesine ilişkin hizmet sözleşmesindeki düzenlemenin yürütmesini durdurdu.
Telefon dinlemeleri: Adalet Bakanlığı, 2007 yılında çıkardığı yönetmelikte telefon dinlemelerine yeni düzenlemeler getirdi. Danıştay, Adalet Bakanlığı da dahil olmak üzere hiçbir idari makamın telefon dinlemeleri için yönetmelik hazırlayamayacağına hükmetti.
Belediyelerde kadro kararı: Bakanlar Kurulu’nun belediyelerde norm kadro standardı getiren kararına karşı Belediye-İş Sendikası, Danıştay’da iptal davası açtı. Binlerce belediye çalışanının işini kaybetmesine neden olacağı belirtilen kararname mahkeme tarafından iptal edildi.
Madencilik yasası: Anayasa Mahkemesi 2009 yılında verdiği kararla, Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği’nin 65 maddesini iptal etti. Maden arama gerekçesi ile çevrenin tahrip edilmesine izin veren uygulamalar böylece mahkemeden geri döndü.
Eczane kararı: Danıştay, Sosyal Güvenlik Kurumu ile Türk Eczacıları Birliği arasındaki ilaç temini protokolünün feshine ilişkin SGK işlemi ve eczacılarla tek tek sözleşme yapılmasını öngören işlemin yürütmelerini durdurdu. Bu fesih kararı eczacıların SGK ile örgütlü bir protokol yapmasını engelliyordu.
HES iptali: Doğu Karadeniz başta olmak üzere pek çok doğal güzelliğin ortasına hidroelektrik santral yapma kararı yargıya takıldı. 138 HES projesinden 100’ü mahkemelik oldu. 26 tanesi hakkında yürütmeyi durdurma kararı verildi. Diğer davalar devam ediyor.
Metrobüs zammı: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin enflasyon oranını aşan ulaşım zammı İstanbul 10. İdare Mahkemesi tarafından belediyelerin halkın yararını gözetmesi gerektiği vurgulanarak iptal edildi.
Kuşkusuz yargının aldığı kararlar bunlarla sınırlı değil. Bizim ilk aklımıza gelenler bunlardı.
Peki, yargı bu kararlarında haklı mı haksız mı?
Ya da yüksek yargı hükümetin ayağına dolanıyor mu, dolanmıyor mu?
Buna göre gidip sandıkta oy kullanacaksınız işte...
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2010
Tartışmayı Başbakan Erdoğan başlattı: “Dersim’i CHP bombaladı.” Ardından Başbakan gibi düşünen bazı köşe yazarları konuyu CHP lideri Kılıçdaroğlu’na getirip, “Kılıçdaroğlu Dersim’le yüzleşmelidir” diye yazdı. Bilmelidirler ki, onlar Dersim’in adını bile bilmeden Kılıçdaroğlu bu olayla ilgili araştırmalar yaptı. Bunların bir bölümünü benimle paylaştı. İşte Türkiye sağının önemli isimlerinden İhsan Sabri Çağlayangil’in Kılıçdaroğlu’na anlattıkları...
İKİ ay önce.
CHP Genel Merkezi’nde Kemal Kılıçdaroğlu’yla sohbet ediyoruz.
Bir hafta önce Hürriyet’ten Faruk Bildirici’ye geniş bir röportaj vermişti. Konu orada söylediği bir söze geldi.
Şöyle demişti:
“Bu konuyu (Dersim’i) araştırma gereği duydum. Lise yıllarından başlayarak yerel tarih konusunda ciddi bir merakım vardı. Tarih Vakfı’nın dokümanlarını, kaynaklarını toplamaya çalıştım. Canlı kişilerle konuştum. Tarihçi Cemal Kutay ile görüştüm. O dönemde Başbakan olan Celal Bayar’ın konuyu çok iyi bildiğini söyledi. ‘Ben randevu alacağım, gelirsiniz beraber gideriz’ dedi. Cemal Kutay randevu alınca beni çağırdı, gittim. 1986’ydı sanırım. Kutay’a güzel de bir badem ezmesi almıştım. Dedi ki, ‘Celal Bayar hasta, görüşme şansımız olmayacak’. Ben de içimden kızdım. ‘Herhalde beni atlattı’ dedim. Otobüsle Ankara’ya dönerken yolda haberleri açtı şoför. Celal Bayar’ın hastaneye kaldırıldığını söyledi. Sonra Celal Bayar taburcu olmadan vefat etti ve o görüşme hiç olmadı. O görüşme olsaydı belki çok şey öğrenecektim.
İhsan Sabri Çağlayangil ile görüşmemi sağlayan bir yeminli mali müşavir arkadaşımdı. Onun ricası üzerine randevuyu Cavit Çağlar aldı. Çağlayangil’in Yalova’daki evinde buluştuk. Bir arkadaşın radyo teybiyle gitmiştim. O konuştu, banda aldım. O döneme ait güzel bilgiler verdi. O yaşta müthiş bir hafızası vardı. Ben o bütün bilgileri, bendeki dokümanları araştırma yapan güvendiğim bir arkadaşıma devrettim.”
Kılıçdaroğlu’nun bana verdiği belgelerden biri de İhsan Sabri Çağlayangil’le yapılan görüşmenin teyp kaydıydı.
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2010
Rüyasında eşini ve hamile kızını çıplak gördüğünü söyleyip ikisini de öldüren adamın dramının üzerine hiç gidilmedi. Benzer acı olayları sık yaşamaya başladık ve bunları hep “cinnet hali” deyip halının altına süpürüyoruz. Son yıllarda putperest Cahiliye dönemi karanlığına hızla bir geri dönüş olduğunun/dejenerasyonun kimse farkında değil mi? Bu cahillikleri niye incelemiyoruz? Bu tür cahil adamlara aydınlık bir din olan İslam neden yanlış öğretiliyor? Gerçekle yüzleşmeliyiz...
CAHİLİYE, İslam’dan önceki Arap devrinin adı.
Hz. Muhammed, Cahiliye’ye karşı büyük bir mücadele verdi ve kazandı. Bölge halkının inanç dünyasını değiştirdi, toplumu hurafelerden arındırdı, Kuran ve Sünnet’i hâkim kıldı.
Ancak Cahiliye dönemi halk âdetleri; İslam kisvesine bürünerek zamanla tekrar ortaya çıktı.
Bunun temel sebeplerinden biri, Şirk unsuru bulunmayan halkın kültürel/folklorik geleneklerine dini açıdan “Beis yoktur” hükmünün verilmesi oldu.
Ne yazık ki bugün “İslam kültürü” olarak öğretilmeye çalışılan “değerlerin, geleneklerin” bazıları Cahiliye dönemine ait. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek, rüyasında çıplak gördüğü karısını ve kızını öldürmek, kızın rızasına gerek duymaksızın evlendirmek Cahiliye döneminin inançlarıdır.
Yolculuğa çıkan birinin bir ağaca ip bağlayıp, o yolculukta iken bu ip çözülürse, eşinin kendisine ihanet ettiği inancı da Cahiliye dönemi ürünüydü.
Kuşkusuz bu derecede olmasa da, bugün sizin inandığınız bazı âdetlerin-geleneklerin-inançların Cahiliye döneminden günümüze geldiğini biliyor musunuz?
Yazının Devamını Oku