Soner Yalçın

Muhteşem Yüzyıl’a uyarı Mozart’ın Zaide’sine övgü

16 Ocak 2011
RTÜK, tarihe mal olmuş bir şahsiyetin mahremiyetine gerekli hassasiyetin gösterilmediğini öne sürerek Muhteşem Yüzyıl adlı diziye uyarı cezası verdi. Peki, yıllardır alkışlanan Mozart’ın “Zaide” operasına ne ceza keseceğiz? Ya da Avrupa’da 300 yıldır Kanuni-Hürrem ilişkisini anlatan onlarca tiyatro oyununu, operayı ve baleyi nasıl sansürleyeceğiz? Ve işin daha acıklı yanı, onlarca yıldır bu konuda niye hiçbir yetkili ya da “çokbilmiş” birileri ortaya çıkıp bu eserleri gündeme getirmedi? “Türk’ün Türk’e propagandası”na bayılıyoruz!



MOZART’ın, başkahramanı Kanuni Sultan Süleyman olan ünlü bestesi “Zaide” operasını bilir misiniz? 1780’te Salzburg’da bestelendi. Ancak bitiremedi. Çünkü “Saraydan Kız Kaçırma” operası onu daha çok heyecanlandırdı.
“Zaide”, Kanuni’nin haremindeki bir tutsaktı; padişaha değil taşocaklarında çalışan köle Gomatz’a âşıktı. Bu üçlü arasındaki ilişkiyi konu alan operanın librettosunu A. Schachtner kaleme aldı. Ancak bu metin sonra kayboldu. Kim buldu dersiniz; Alfred Einstein!
“Zaide” operasının ana sahnesini harem oluşturuyor.
Bugün “Muhteşem Yüzyıl”ı eleştirenler yıllardır Türkiye’de sahnelenen Mozart’ın “Zaide”sine niye hiç seslerini çıkarmıyor acaba? Farkında bile değiller, öyle değil mi?
Sadece Mozart değil; Verdi’den Rossini’ye kadar tanınmış besteciler Türk temasıyla hep ilgilendi. Bestecilerin, oyun yazarlarının ve koreografların ilgisini en çok çeken padişah ise Kanuni Sultan Süleyman oldu.
Türkiye’den birilerinin çıkıp, “Bunlar Kanuni’yi küçük düşürüyor, Harem’i yanlış anlatıyor” dediğini, yazdığını duydunuz mu?
Oysa Türkiye’de de gösterilen bu tiyatro, opera, bale temalarında neler neler var...

250 yıldır sahneleniyor

Yıl: 1756.
Yer: İtalya/Torino, Regio Tiyatrosu.
Librettosunu G. A. Miglivacca’nın kaleme aldığı, M. A. Valentini’nin “Soliman” operası sergileniyor.
Opera, Kanuni’nin (Soliman), Hürrem Sultan (Rosselena) ile evlenmesiyle başlıyor. Sonra Hürrem’in öz oğlu Cihangir’i tahta geçirmek için Şehzade Mustafa’yı yok etme girişimlerini, damadı Rüstem Paşa’yı (Rufteno) işbirliğine ikna etmesini vs. anlatıyor.
Yani “Soliman” operası, doğru ya da yanlış sarayın/haremin içyüzünü 250 yıldır sahneliyor. Bu operaya itiraz eden birini gördünüz mü?
Peki...
1784 tarihinde metnini C. S. Favart’ın yazdığı, müziğini G. Favart’ın bestelediği “Sultan Süleyman” adlı operaya karşı çıkanı duydunuz mu?
1811 tarihli Totolo’nun veya 1827 tarihli Garcia’nın ya da 1755 tarihli D. Fischiette’nin eserlerine karşı çıkan bir ses işittiniz mi?
Bakınız: Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili yazılan-bestelenen operaları sıralasak bu sayfaya sığmaz.
Peki ya bale?

Kanuni konulu baleler

18’inci yüzyılda modern balenin kurucusu sayılan Jean G. Noverre Türkleri konu alan üç bale tasarladı.
Koreografisini ve müziğini G. Angiolini’nin yaptığı “Solimano Seconda” balesi bunların başlıcası. (Çoğu Avrupalı yanlışlıkla Kanuni’ye “II. Süleyman” demektedir.)
L. Henry, C. Rianciardi, A. Campra vd. balelerinin konusu hep “Muhteşem Yüzyıl” dizisine benzemektedir. Bunlar 300 yıldır Avrupa sahnelerinde gösterimdedir. Kanuni nasıl çapkındır nasıl çapkındır, anlata anlata bitiremezler. Elinden de içki kadehini düşürmezler.
Haklarını yememek lazım, efsane ve yiğit kavramlarının altını çizmişlerdir ama diğer yandan da hep acımasızlığı ve şehvet düşkünlüğü ile işlemişlerdir Kanuni’yi.
Komedisini bile yapmışlardır.
“Süleyman ve Üç Hanım” adlı güldürü oyunu hâlâ, Fransız tiyatrosunun en iyi güldürü oyunlarından biri olarak gösterilmektedir.
Machiavelli’nin komedyası “La Mandrogola”sı da bunun bir başka örneğidir.
Tiyatroda Kanuni
Kanuni ile ilgili en çok eser tiyatro için yazıldı.
Örneğin Kanuni tiyatro olarak Fransa’da ilk kez 1561’de sahnelendi. “La Sultana” adlı tiyatro oyununu birkaç yılını İstanbul’da tutsak olarak geçirmiş N. Moffa yazdı.
Bu eserde olduğu gibi neredeyse tüm tiyatro oyunlarında konu aynıdır hep: Kanuni’nin gözdesi Hürrem (Rose) damadı Rüstem Paşa’ya işbirliği yapıp Şehzade Mustafa’yı saf dışı etmeye çalışmaktadır.
G. Thilloys’un 1608 tarihinde yazdığı oyunun konusu da aynıdır.
Kanuni-Hürrem ilişkisi Avrupa’da hep ilgi gördü.
İtalyan P. Bonarelli’nin 1618’de sahneye koyduğu “Soliman”ın ilk gösterimine 4 bin kişi geldi.
17’nci yüzyılda J. Mariet, C. Dalibray, Desmarets ve Jacquelin gibi oyun yazarları Kanuni’yi tiyatro sahnesine taşıdılar. Senaryo konusu hep aynıydı: Hürrem Sultan’ın entrikaları.
İngiltere’de 1579-1642 yıllarında yazılan 47 oyunun 31’i Türklerle ilgiliydi. Ve çoğu Kanuni-Hürrem ilişkisi üzerine idi. İspanya, Avusturya, Almanya örneklerini sıralamaya gerek yok. Başta Kanuni olmak üzere Türklere ilişkin onlarca eser yazıldı, bestelendi, sahnelendi.
Sonuçta...
Bunların her biri sanat eseridir. Yazarının, bestecisinin yaratılarıdır. Kim ne diyebilir ki? Ama bizim ülkemizde fırtınalar koparılıyor.
Öyle ya...
“Türk’ün Türk’e propagandası”na bayılıyoruz.
Tarihimizi, salt savaşlar ve kahramanlıklar üzerine anlatırsanız/öğretirseniz olacağı budur. Muhteşem Yüzyıl’a gelen tepkilerin nedeni, resmi ideolojinin okul müfredatıdır.

SULTAN ABDULAZİZ HEYKELİNİ VALİDE SULTAN’DAN ZOR KURTARDI

TARİH: MÖ 1300’ler...
Tarihte bilinen ilk açık hava heykel atölyesi Hitit İmparatoru Şuppillulima döneminde (MÖ 1375-1335) Anadolu’da bulundu. Burası aynı zamanda bir heykel okuluydu.
Kuran-ı Kerim’de olmamasına rağmen İslam’ın tasvir yasağı getirdiği yorumları Osmanlı’yı da etkiledi; 15’inci yüzyıla kadar resim ve heykel yapımı reddedildi. (Oysa Selçuklu sanatında insan ve hayvan figürlü kabartmalara rastlanmaktadır. Örn: Konya Kalesi.)
Belirtmeliyim ki; bu yasakçı tutuma karşın Osmanlı fethettiği yerlerdeki anıtlara, heykellere, resimlere pek dokunmadı.
İlk resim portresini büyük devrimci Fatih Sultan Mehmet yaptırdı. Keza Avrupa’dan getirttiği heykeltıraş Bartolomeo Bellano’ya madalyalar üzerine kabartmalarını işletti.
Fatih’ten sonra diğer padişahlar da resimlerini yaptırdı.
Portresini çoğaltıp halka dağıtan ilk padişah Sultan III. Selim’di.
Ceket, pantolon gibi Batılı giysiler giyip yağlıboya resmini yaptırıp devlet dairelerine astıran ilk padişah ise II. Mahmud idi.
Türk heykel tarihi ise Tanzimat dönemiyle başladı. Ancak öyle pek kolay olmadı. 1839’da Tanzimat ilanı ardından Gülhane Parkı’na bir adalet taşı ve Beyazıt Meydanı’na Gülhane Hattı metninin yazıldığı bir anıt dikilmesi planlandı ama yapılamadı.
Keza Paris’te yetişmiş mimar Artin Bilezikçi’nin 1855 Paris sergisi için, Kırım Savaşı’ndaki Fransız, İngiliz ve Osmanlı ittifakını anlatan heykel projesi de kabul görmedi.
Heykel korkusunu ve tabusunu yıkan ilk padişah Sultan Abdulaziz oldu.
Avrupa’dan gelen C. F. Fuller’e önce büstünün yapılmasını sipariş etti. 1872’de biten bu büst halen Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir.
Abdulaziz’i at üstünde gösteren bronz heykelini de Fuller aynı yıl yaptı.
İlk heykel olmak kolay değildi; bu heykelin başına gelmeyen kalmadı:
Fuller heykeli Floransa’da tamamladı; heykelin bronz dökümünü ise Miller Münih’te yaptı. Anlatılanlara göre, Pertevniyal Valide Sultan heykeli gemiden attırmak istedi ama başarılı olamadı!
Heykel, tepkiden çekinip halkın pek göremeyeceği bir yere saray duvarları ardına saklandı. Yani şehir meydanına filan konmadı.
Sonra...
Abdulaziz darbeyle tahtan indirilince heykel, bulunduğu Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’nın mahzenini boyladı.
1922’de sanata meraklı Halife Abdulmecid, resim atölyesi olarak kullandığı Bağlarbaşı’ndaki Mecid Efendi Köşkü’ne götürdü.
2 yıl sonra 1924’te heykel artık müze olan Topkapı Sarayı’na tekrar getirildi. Şu an ise ilk yeri olan Beylerbeyi Sarayı Müzesi’nde.
Sultan Abdulaziz döneminde yapılan bir diğer heykel hamlesi ise İstanbul’un konak ve saray bahçelerine konmak üzere Paris’ten getirilen hayvan heykelleriydi.
Halk heykele alışıyordu.
1882’de İtalyanlar Beyoğlu’nda balmumu heykel sergisi açtı. Halktan bir tepki gelmediği gibi basında sergi hakkında övücü yazılar çıktı.
Ve aynı yıl İstanbul’da açılan Sanayi-i Nefise-i Şahane (Güzel Sanatlar Akademisi) bölümlerinden biri de heykel (oymacılık) idi.
Roma’da eğitimini tamamlayıp yurda gelen Yervant Osgan (1855-1914) ilk heykeltıraşımızdı.
İlk Müslüman heykeltıraşımız ise İhsan Özsoy (1867-1944) idi. Sonra onu, İsa Behzat, Mahir Tomruk, Nijad Sirel, Mehmet Bahri, Mesrur İzzet, Bayri Bey gibi niceleri takip etti.
Kimi “Osman Hamdi”, “Naile Hanım”, “Kerime Salahur” gibi büstler; kimi ise “Kılıçla Dans Eden Zeybek”, “Saz Şairi” gibi heykeller yaptı.
Anıtlar da yapıldı.
31 Mart gerici ayaklanması sonucu şehit olanlar adına, Muzaffer Bey (1881-1920) tarafından 1911’de mermer ve bronzdan Abide-i Hürriyet Anıtı yapıldı. Bu Batı geleneğine yakın bir anlayışla tasarlanıp yapılan ilk anıttı.
İkincisi ise, İstanbul-Mısır seferi sırasında düşen uçakta şehit olanların anısına yapılan Fatih’teki “Tayyare Şehitleri Anıtı” idi.
Asırlar sonra, Anadolu’da ilk anıt heykel 1915’te Konya’ya yapılacaktı.
Tarlada fedakârlık gösteren Konyalı köylü kadınları anlatan bu anıt ne yazık ki Birinci Dünya Savaşı nedeniyle gerçekleştirilemedi.
Ancak bu ilki Sivas gerçekleştirdi. Aynı yıl Sivas Valisi Muammer Bey Ermeni taş ustasına yaptırdığı “Osman Gazi” büstünü Hafik ilçe meydanına koydu.
Ve bu büst 1936 yılında kimliği belirsiz kişiler tarafından kırıldı! Bu da kırılan ilk heykelimizdi. Büstün konulduğu taş sütün ise hâlâ ilçedeki Tepebaşı Merkez Camii’nin musalla taşı olarak kullanılıyor!
1950’den sonra Atatürk heykelleri de dinciler tarafından sürekli tahrip edildi.
Yani:
Türkiye’nin yetiştirdiği en değerli heykeltıraşlardan Mehmet Aksoy’un yaptığı ve ne yazık ki “ucube” bulunup yıktırılması düşünülen Kars’taki Barış Anıtı ilk yok edilen sanat eseri olmayacak. Ancak Recep Tayyip Erdoğan’ın adı tarihe, ilk heykel-anıt yıktıran Başbakan olarak geçecek. Umarız hatadan dönülür.
Çünkü:
Oscar Wilde’nin dediği gibi; sanat aslında seyircisine ayna tutar!

TÜRK SÖZCÜĞÜNDEN KİM RAHATSIZ

DİKKAT ediyor musunuz:
Son dönemde “Türk” sözcüğünün yazılmaması ve telaffuz edilmemesi için büyük çaba harcanıyor. “Türk” demek neredeyse faşistlikle eşanlamlı hale getiriliyor.
Evet isteniyor ki, artık “Türk” sözcüğü ağızlara alınmasın.
Son olarak belki duymuşsunuz, okumuşsunuzdur:
“Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun Tasarısı” TBMM’ye sunuldu. 80 maddelik bu yasa tasarısıyla Anayasa Mahkemesi’nin statüsü yeniden düzenleniyor ve eski “2949 sayılı Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun” yürürlükten kaldırılıyor.
Tasarının en önemlisi ve dikkat çeken maddesi, Anayasa Mahkemesi üyelerinin göreve başlayabilmek için koşul olan “ant” metninde yapılan değişiklik.
Yeminden; “Türk milleti tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunan” bölümü çıkarılmak isteniyor.
Bu düzenleme, yeni anayasada “ikili ulus” kavramının getirileceğini, “Türk yurttaşı” tanımının değişeceğini, hatta belki de “Türk” sözcüğüne hiç yer verilmeyeceğini mi göstermektedir; bu konulara girmeyeceğim.
Üzerinde durmak istediğim konu başka...
“Türk” sözcüğünden-imgesinden kim/kimler rahatsız?
Hiç saklamaya gerek yok, en başta Avrupa Birliği var.
Benim “anlamadığım” işte bu!
Osmanlı’ya “Türk” diyen kimdi?
Müslüman ile Türk’ü eşanlamlı kullanan kimdi?
Oysa ne Osmanlı ne de Müslümanlar kendilerini “Türk” diye tanımladı.
“Türk” diyen sadece Avrupalılar idi.
Peki “Türk” imgesi Avrupalılar için ne ifade ediyordu?
Türk korkunun adıydı.
Türk hayranlığın adıydı.
Türk bilinemezliğin, egzotikliğin, gizemin adıydı.
En çok merak edilen, en çok konuşulan en çok yazılıp çizilen, gizli bir kıskançlık duyulan popüler bir mitin adıydı; “Gran Turco”, Büyük Türk!
Ve kesinlikle yok edilmesi gereken düşmanın adıydı. Bu nedenle Luther’den Erasmus’a kadar birçok filozof Türk düşmanlığını, zalimlikle özdeşleştirip kökleştirdi.
Uzatmayayım, Avrupa kapılarına dayanan, mağrur, muhteşem ve muzaffer Türkleri hep yok olması gereken bir düşman olarak gördüler.
Önce direndiler. Püskürttüler. Sonra saldırdılar.
Ancak yok edemediler.
Şimdi...
İşte son yıllarda “Türk” sözcüğü günlük hayattan, yasalardan, sanattan çıkarılmak istendikçe kafam karışıyor!
Yoksa Avrupa’daki “Türk” saplantısı bitmedi mi?
Ve bir soru daha:
“Türk” sözcüğünden rahatsız olanlar listesinde başka kimler var?
Bilinir ki, soru aslında yanıttır...
Yazının Devamını Oku

Türbanlı bir annenin yazılmamış öyküsü

9 Ocak 2011
Hizbullah tarafından kaçırıldı. Günlerce sorgulandı. Şükür namazı kılınıp boğuldu. Konya’da bir evin bodrumuna gömüldü; üzerine beton döküldü. 10 yıl sonra katilleri serbest bırakıldı. Serbest bırakılmanın ne anlama geldiğini bilmeniz için size Konca Kuriş’in pek yazılmamış hayatını yazmalıyım. Yazmalıyım ki, Hizbullah’ı salıverenler bugün Mersin’de yaşayan o beş çocuğa nasıl “yargısız infaz” yaptıklarını bilsinler...



TARİH: 22 Ocak 2000.
Konya.
Yahya, beş kardeşin en büyüğüydü; 21 yaşındaydı.
Dayısı Mehmet’le Konya Emniyet Müdürlüğü’nde bir odaya götürüldü. Polis memuru bilgisayara bir CD koydu. Soluğunu tutup izlemeye başladı.
Yüzlerinde maske olan iki sivil polis, üç katlı bir villanın kömürlük olarak kullanılan yerini kazıyordu. Önce zeminindeki betonu kırdılar. Sonra toprağı kazmaya başladılar.
Ardından...
Önce iki genç adamın cesedi çıkarıldı. Bunlar Mersin’den kaçırılan iki kardeşti; birlikte gömülmüşlerdi.
Polisler kazmaya devam etti.
Bir erkek cesedi daha çıkardılar. O da Van’dan kaçırılan bir benzinciydi.
Polisler bu kez bodrumda başka bir yeri kazmaya başladı.
Burada da bir kadın cesedi buldular. Başında çürümeye yüz tutmuş türbanı vardı.
Yahya polisin sesini duydu, “Türbanıyla gömmüşler!” Sonra açıklama yaptı: “Toprağa kireç attıkları için ceset tam çürümemiş.”
Ceset... Çürüme...
Yahya gözünü bilgisayar ekranından ayırmadı; içinden dua ediyordu, “Allah’ım ne olur...”
Çıkan kadın cesedinin yüzü belirsiz haldeydi; gözleri çöküp, kulakları küçülünce tanınmayacak hale gelmişti.
Yahya fazla bakamadı.
Polis memuru CD’yi kapattı; “O mu” diye sordu.
Dayısına baktı Yahya; emin değildi. Dayısı “Bilemedim” dedi.
Morga götürüldüler. “Belki ekrandan tanıyamamışlardır” diye.
Soğuk olduğunu hatırlıyor Yahya.
Dayısının polislerle konuştuğunu, polis telsizlerini ya da koşuşturmaları anımsamıyor hiç.
Tek bildiği sonra Mersin’den diş hekimi getirilmişti. Annesi kaçırıldığı gün diş doktoruna gitmişti. Alınan diş kalıbının ağzına uyup uymadığına bakıyorlardı.
İçinden sürekli Allah’a yalvarıyordu. Sonra...
Morgda yatan kadının ayak ucuna gitti sessizce.
Annesinin en büyük keyfi oğlu Yahya’nın akşamları ayağına masaj yapmasıydı. Yahya hiç üşenmez, annesini hiç kırmazdı.
Annesinin başparmağında çıkıntı vardı; bir de sol bacağında siyatik. Masajın annesine iyi geldiğini bilirdi.
Yahya morgda yatan kadının ayağını örten örtüyü usulca kaldırdı. Kadının sol bacağı simsiyahtı. İşkenceyi hiç aklına getirmedi.
Gözlerini morgda yatan kadının başparmağına dikti.
Baktı... Baktı... Baktı...
Sonra eliyle yavaşça dokundu.
Kemik çıkıntısını hissetti.
Tanımıştı.
“Anne” diye bağırmak istedi; sesi çıkmadı.
Ve...
İşçiler kanlı ip buldu
4 Haziran 1999.
Konya.
Konya Meram Belediyesi işçileri Akyokuş mevkiinde ağaçların, bahçelerin bakımını yapıyor; toprağı belliyordu. İşçilerden birinin küreğine ip takıldı. İpi çekti ama çıkaramadı. Kazmaya başladı... İpteki kan lekelerini görünce korkup hemen arkadaşlarını çağırdı.
Sonra...
Üç cesetle karşılaştılar.
Hizbullah’ın öldürüp toprağa gömdüğü ilk cesetlerdi bunlar.
İşkence edildikten sonra öldürüldüğü belirlenen üç kişiyle ilgili sır, polis tarafından kısa sürede günışığına çıkarıldı. Enver Aktaş, Hüseyin Tuncer ve Ali Arslan, Hizbullah örgütü ile bağlarını koparmaya çalışan eski militanlardı. Polis, Hizbullah’a yönelik operasyona böyle bir tesadüf sonucu başladı. Çünkü bir dönem Hizbullah’la ilişkili olan birçok kişi kayıptı...
Yaylaya gideceklerdi
Tarih 16 Temmuz 1998.
Mersin.
Saat gece yarısını geçti.
Konca ve Orhan Kuriş tekstilciydi.
O günlerde tekstil siparişi almışlardı ve yoğun çalışıyorlardı. Aslında o gün yaylaya çocukların yanına gideceklerdi.
İş uzayınca Mersin’deki evlerinde kalmaya karar verdiler.
Konca Kuriş kendi kullandığı beyaz minibüsle, tüm işçileri teker teker evlerine bıraktı. Sonra kocasıyla evlerine geldiler. Minibüsten indiler.
Kendine yeni giysiler almıştı; minibüsün arka tarafına geçerken üç kişinin koşarak yanlarına geldiklerini fark ettiler.
Hiç bir şey anlayamadan, biri Orhan Kuriş’in kafasına tabanca dayadı ve sesini çıkarmamasını istedi.
Diğer iki kişi Konca Kuriş’i bir otomobile sokarak kaçırdı.
Komşuları polise haber verdi.
Herkes şaşkındı; kimdi bunlar?
Mersin Emniyeti’nde her ihtimale karşı, terörle Mücadele, Cinayet Masası ve İstihbarat Birimi’nin oluşturduğu üç ayrı ekip günlerce Konca Kuriş’i aradı.
Başbakan bile bizzat devreye girdi ama yine de Konca Kuriş bulunamadı.
Ta ki İstanbul Beykoz’da Hizbullah’a baskın yapılana kadar...
Oyuncak tavşan
17 Ocak 2000
İstanbul.
Hizbullah’ın beyin takımının bulunduğu Beykoz’daki villaya yapılan baskında binlerce doküman ele geçirildi.
Örgüt iletişimini her türlü dinlenme olasılığı nedeniyle telefonla değil kuryeler aracılığıyla sağlıyordu.
Operasyon sonucunda yapılan aramada, bir kuryeye yazılan bir pusula bulundu.
Notta şifreli bir isme, İstanbul Bağcılar’daki bir eve gitmesi ve emaneti alması isteniyordu.
Ayrıca bir de not vardı: Evin penceresinde oyuncak tavşan varsa güvenilirdir girebilirsin. Oyuncak tavşan yoksa tehlike var demektir girme!
Yazılan bu pusulanın tarihi yeniydi.
Polisler, çatışma haberini duyan militanın eve gitmeyeceğini düşündüler ama binde bir olsa da bir ihtimal vardı. Bu nedenle hemen ilgili adrese gittiler. Evin etrafını kuşattılar. Beklemeye başladılar. Saatler geçti.
Birden evin perdesi kımıldadı, kara çarşaflı bir kadın pencerenin önüne oyuncak tavşanı koydu. Demek kadın çatışmadan habersizdi.
Polisler beklemeye devam etti.
Fakat aradan kısa bir zaman geçti; evdeki çocuk tavşanı aldı. Polisler “Bizi fark ettiler mi” diye endişelendi. Korktukları olmadı; kara çarşaflı kadın çocuğu dövüp elindeki tavşanı alıp tekrar pencere önüne bıraktı. Polisler rahatladı.
Kısa bir zaman sonra, bir süredir sokakta gezinen sakallı bir adam, penceresinde oyuncak tavşan olan eve girdi.
Polisler hemen baskın yaptılar ve adamı kıskıvrak yakaladılar.
Yakalanan Hizbullah militanı örgütün Akdeniz sorumlusu Mehmet Emin Ekinci’ydi. Hemen itirafçı olacağını söyledi.
İlk itirafı da Konca Kuriş’i iki arkadaşıyla nasıl kaçırdıklarını anlatmak oldu.
Konca Kuriş’i bayıltıp kaçırmışlardı. 10 gün Mersin Güneykent’teki örgüt evinde saklamışlardı. Polisin yol kontrollerini bitirdiğini öğrenince, Konca Kuriş’i televizyon kutusuna koyup bir kamyonla, iki gün önce kiraladıkları Konya Meram’daki örgüt evine götürmüşlerdi.
İşin en acıklı yanı neydi biliyor musunuz?
Polisler bu eve daha önce gelmişlerdi. Meram belediyesi işçilerinin üç cesedi bulduktan sonra polis yaptığı araştırmalar sonucu bu eve de gelmişti. Ancak evde siyah çarşaflı bir kadın ile çocuklarını görünce, evin örgüt evi olmayacağına karar vermişlerdi!
Konca Kuriş polisin eve ilk geldiğinde sağ mıydı acaba? Sağ mıydı öldürülmüş müydü, bilmek zor.
Ancak...
Meram’daki üç ceset gösteriyor ki, Hizbullah ilk öldürdüklerini dışarıya gömüyordu. Bu cesetler bulununca mı, evlerin altına gömmeye başlamışlardı acaba? Bilinmiyor.
Otopsi raporuna göre Konca Kuriş, cesedinin bulunmasından 8 ay önce öldürülmüştü. Konya Meram’daki o evde neler oldu; neler yaşandı? Pek ortaya çıkmadı.
Bilinen:
Bir gün Hizbullah İcra Şûrası karar verdi. Görevlendirme yaptı. Konya Selçuk Üniversitesi İnşaat Fakültesi öğrencisi “Edip” şükür namazı kıldı.
Ve Konca Kuriş’i boğdu...
Eve ilişkin bir bilgi daha var:
Polis, Beykoz baskınından sonra Meram’daki eve ikinci kez operasyon yaptı. Ama artık villada kimse yoktu. İlk operasyondan hemen sonra Hizbullah, kömürlüğünde gömülü üç ceset bulunan evi terk etmişti.
Polisin hata yapmasının bir tek nedeni vardı:
Evinde çocuklarıyla yaşayan dini bütün kara çarşaflı bir kadın terörist olamazdı!

KONCA KURİŞ NİYE HEDEFTİ

GENÇ ailesi Mersinliydi.
Türkmen Sünni Yörüktü.
Baba demir çelik fabrikasında ustabaşıydı; anne ise ev kadını.
İkisi kız, ikisi erkek dört kardeştiler.
Konca Kuriş 1962 doğumlu.
Yerinde duramayan, kıvrak, sıcakkanlı, zeki bir çocuk.
Okumayı seviyor ama okulla başı sürekli dertte. Ortaokul ikinci sınıfta öğrenimi bıraktı.
16 yaşında âşık olduğu Orhan Kuriş’le evlendi.
Kuriş ailesi muhafazakârdı. 75 yaşındaki kayınpederinin baskısı başladı: “Kızım örtün!”
Kafası karıştı; “Gönül bağı mı, yoksa baş bağı mı önemliydi?”
Gelin gittiği ailede sorun çıkmaması için binlerce kadının yaptığını yaptı; başını kapattı.
Kurişler mutaassıp bir çevrede yaşıyorlardı. İran İslam Devrimi herkesi etkilemişti. Konca Kuriş, komşuları sayesinde Hizbullah’la tanıştı. Toplantılarına katıldı. İran’dan gelenlerle tanıştı. Verilen kitapları okudu.
Ve bu arada bu kez Hizbullah, kara çarşafa girmesini istedi.
Bocalama devresi yaşarken Ankara’da Ercüment Özkan’ın çıkardığı “İktibas” Dergisi çevresiyle tanıştı.
Bu tanışıklık İslam’a bakışını değiştirdi. İranlı kadınlar gibi kara çarşafa girmeyi reddetti. Hizbullah’la yolunu ayırdı.
Bu arada Konca Kuriş, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden bazı öğretim üyelerinin doktora tezlerini, kitaplarını okumaya başladı.
Bu arada...
Küçük teyzesi Necla 68 kuşağından sosyalistti. Fikirleri hiç uyuşmuyordu ama kadına bakışları aynıydı. Birlikte Mersin’de Bağımsız Kadınlar Derneği’ni kurup çalıştılar.
Teyzesiyle yoğun birlikteliği Konca Kuriş’i feminist görüşle tanıştırdı. Kadının İslam’daki yerini sorgulamaya başladı. Cesur çıkışlar yaptı:
? “İnsanlar; erkeklerin Kuran’da daha üstün olduğu mesajının verildiğine inanıyorlar. Ama böyle bir ayet yok.”
? “Kuran’ı erkekler yorumluyor; kadınlar çevirse çok farklı olur. Erkek egemenliğini yok etmek için Kuran’ı kadınlar da yorumlamalıdır.”
? “İbadetin Türkçe yapılmasında hiçbir mahzur yoktur.”
? “Kadın âdet dönemindeyken namaz kılıp oruç tutabilir.”
? “İslam’da kadına başörtüsü zorunluluğu yoktur.”
? “Kuran kadınların sadece göğüslerini kapatmasını emrediyor. Kuran’da çarşaf yoktur.”
? “Kadınlar ve erkekler cuma ve cenaze namazını birlikte kılabilirler.”
? “Günümüzde çokeşlilik doğru değil, üzerine kuma getirilenler gerekirse ve güçleri varsa boşanabilmelidir.”
Birgün...
İslam konusunda modernist görüşler dile getiren türbanlı bir kadın basının ilgisini çekti.
“Demek örtünen kadınlar arasında böylesine modernist düşünceye sahip birileri de varmış” diyen Yeni Yüzyıl Gazetesi Mersin muhabiri, Konca Kuriş’i, “İslami-Feminist” diye tanıtıp görüşlerini haber yaptı.
Star TV’de Hakan Aygün, Konca Kuriş’i ilk kez televizyon programına çıkardı.
Türbanlı bir kadının İslam’a getirdiği yorumlar ilgi gördü. Aslında söylediklerini daha önce Prof. Yaşar Nuri Öztürk gibi bazı ilahiyatçılar söylemişti. Ancak türbanlı bir kadının bunları dile getirmesi Konca Kuriş’i bir anda popüler yaptı.
Diğer yanda...
Konca Kuriş’in hayatı da ilgi gördü. Eve kapanan biri değildi; Mersin’de hem eşiyle birlikte ticaret yapıyor; hem beş çocuğuna bakıyor ve hem de şehirdeki tüm etkinliklere katılıyordu.
İçi-dışı birdi; samimiydi; herkesle hemen dost oldu; evini-sofrasını açtı. Tarikat mensupları da, solcu kadınlar da onu çok sevdi.
Ve o...
Birilerinin görüşlerinden çok rahatsız olacağını hiç tahmin etmedi; düşünemedi.
İdealistti ve herkesi öyle gördü; öyle bildi.
Sakıncasız konuştu. İslam’ın aydınlık yüzünü insanlara anlatarak, göstererek inancına hizmet verdiğini sandı.
“Aman dikkat et” diyenlere şaşırdı; “Ne var ki bu sözlerimde, kim benim inancımdan şüphe duyabilir ki, kim benim Müslümanlığımı sorgulayabilir ki” dedi hep.
Bilemedi.
Bir dönem birlikte mücahitlik yaptığı arkadaşlarının kendisine neler yapacağını hiç tahmin edemedi.
Hele hele bu derece cani olacaklarını anlayamadı.
Hizbullah’ın Beykoz’daki villasında ele geçirilen CD’lerin biri, Konca Kuriş’in sorgu kasediydi.
“Sorgulanmamın 38’inci günü” diye başlıyordu konuşmaya Konca Kuriş.
Kamera arkasında durup soru soranlara, hâlâ bildiklerini anlattıkça anlatıyordu. Sanıyordu ki ikna olacaklar.
Oysa hüküm verilmişti çoktan:
“İslam düşmanı ve laik-feminist Konca Kuriş, Allah ve Kuran-ı Kerim karşıtı fiilleri ve söylemleri nedeniyle, Hizbullah savaşçıları tarafından kaçırılarak üslerimizde sorgulanmıştır. Dinsiz-laik TC’nin resmi din söylemleri ile talimatları paralelinde hareket eden ve Siyonistlerce de kullanılan Konca Kuriş, Müslümanları şüpheye sevk edecek fiiliyatlara giriştiği için şeri hükümler gereği cezalandırılmıştır.”
Aradan 10 yıl geçti.
Konca Kuriş’i kaçıranlar, sorgulayanlar, boğanlar, bir evin bodrum katına gömüp üzerine beton atanlar bugün serbest. Onlar cezaevinden halay çekerek çıktılar.
Şimdi...
Birileri...
Vicdan sahipleri...
Grafiker Yahya’ya, babasıyla inşaatlarda çalışan Muzaffer’e, yeni evli Sırma’ya; üniversitede okuyan Cemal’e ve lise öğrencisi Selanur’a; yani Konca Kuriş’in yavrularına bunun hesabını vermelidir...
Bırakın onca vahşeti, onca cinayeti...
Öksüzlüğün, annesizliğin ne demek olduğunu birazcık biliyorlarsa, bu çocuklara yapılan yargısız infazın sorumluluğunu üstlenmelidir...
Yazının Devamını Oku

Uygarlık tarihini Kürtler başlattı!

2 Ocak 2011
Başlığa şaşırdınız mı? Şaşırmayın. Atı binek aracı olarak kim kullandı? Uygarlığın başlangıcı sayılan tekerleği kim icat etti? Yazıyı ilk kim keşfetti? Nuh Tufanı kimin efsanesi? Tarihte ilk yazılı antlaşmayı kim imzaladı? İlk şiiri kim yazdı? Rasathaneyi ilk kim kurdu? Gılgamış Destanı kimin eseri? Cirit kimin oyunu? Sazı ilk kim çaldı? Mevlânâ ve Hacı Bektaş’ı kim etkiledi? Tarikatları kimler kurdu? Alevilik nasıl doğdu? Ve onlarca akıldışı iddia... Mesele iki dil ve özerklikle bitecek mi sanıyorsunuz? Yeni polemiklere hazır olun. İşte bazıları...

Peşinen görüşümü yazayım:
Kim kendini hangi etnik gruba ait görüyorsa o kimliktedir. Yani “Ben Kürt’üm” diyorsa Kürt’tür.
Dil konusunda istediğiniz bilimsel çalışmayı yapabilirsiniz, ama biri “Bu benim dilimdir ve Kürtçedir” diyorsa, öyledir.
Ve ben hâlâ, kendi kaderini tayin hakkına inanırım...
Tamam. Şimdi istediğimi yazabilirim.
Gündemde, Kürtlerin iki dil ve özerklik talebi var.
Meselenin iki dil ve özerklikle biteceğine inanıyorsanız, yanılırsınız. Bu sadece başlangıçtır.

Yazının Devamını Oku

Güneş Dil Teorisi gerçek mi safsata mı

26 Aralık 2010
Anayasa’da ikinci resmi dil olması istenen Kürtçe, televizyonlarda, gazetelerde günlerdir tartışılıyor. Kürtçeyi yüceltmek isteyenler karşı taarruzla konuyu, “Güneş Dil Teorisi”ne getirip Atatürk’ün düşünce yapısını ve Kemalist devrimin tarihsel konumunu küçük düşürmeye gayret ediyor. Gerçekten “Güneş Dil Teorisi” hurafe miydi? Düşünsel kaynakları nelerdi? Atatürk’ü hangi yabancı bilim adamları etkiledi?

GÜNDEMDE Kürtçe var.
Kürtçe moda, Türkçe demode!
Bugün: “Türk” ya da “Türkçe” sözcüğünü dile getirenler ırkçılıkla, faşistlikle itham ediliyor.
Dün: Türk Dil Kurumu’nu kapatan 12 Eylül 1980 darbecilerine göre ise Türkçe ile ilgilenenler komünistlerdi!
“Güneş Dil Teorisi” dün de bugün de hep safsata olarak değerlendirildi.
Bütün dillerin kaynağının “Türk kökenli” olduğunu savunan “Güneş Dil Teorisi” Kemalist çevreleri bile artık sadece gülümsetiyor.
“Kemalist aşırılık” olarak değerlendiriliyor teori.

Yazının Devamını Oku

Annesi Tevfika bilinmeden Menderes anlaşılabilir mi

19 Aralık 2010
Başbakanların özel hayatları nerede başlar, nerede biter? Kamer Genç’in Meclis kürsüsünden rahmetli Adnan Menderes’in özel hayatıyla ilgili söylediği bir anekdot Genel Kurul’u karıştırdı; hükümetin bütçe konuşmasını etkiledi. Başbakan Erdoğan “CHP gereğini yapsın” dedi. Peki, bir başbakanı sadece siyaset dünyasındaki icraatlarıyla mı anlatmalıyız, yazmalıyız? Öyle düşünüyorsanız bu yazıyı hiç okumayınız...

TEVFİKA Hanım’ın babası Hacı Ali, Kırım Tatarı bir göçmendi. Tire’de büyük bir çiftlikte kâhyalık yaptı; çiftliğin dul hanımıyla evlenerek “ağa” oldu.
Dört çocuğu oldu: Sadık, Şükrü, Refik ve Tevfika.
Tevfika genç yaşında gönlünü Halepçizade İbrahim Edhem’e kaptırdı. İbrahim Edhem İstanbul’da hukuk öğrenimi görüyor ve yazları Aydın’daki Kızılseki çiftliğinde kalıyordu. Bu çiftlik Tevfika’nın ailesiyle oturduğu konağın tam karşısındaydı.
Yaz aşkı mektup yazmakla başladı. Sonra gizli buluşmalarla sürdü.
Araya öğrenim yılı girse de birbirlerini unutmadılar. İbrahim Edhem, Aydın Vilayeti Tahriratı Umumiye Müdürlüğü’nde kâtip olarak çalışmaya başlayınca evlenmeye karar verdiler.
İbrahim Edhem’in babası İsmail Efendi bu birlikteliği karşı çıktı; çünkü Tevfika veremdi. Ama oğlunun ısrarlarına dayanamadı ve Tevfika’yı istemek için Hacı Ali Ağa’yı ziyaret etti.
Bekledikleri yanıtı alamadılar; Hacı Ali Ağa kızını vermedi.

Yazının Devamını Oku

68 kuşağını iyi tanıyor musunuz

12 Aralık 2010
MHP Lideri Bahçeli son öğrenci eylemlerini 68 dönemine benzetti. 68 kuşağı üzerine bugüne kadar pek çok kitap, makale yazıldı; belgeseller, diziler, filmler çekildi. Ama bir konunun üzerinde nedense pek durulmadı. Bu nedenle 68 kuşağı sanki hep eksik anlatılmış gibi geliyor bana. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Gelin onların pek bilinmeyen yönlerini yazayım, kararı siz verin...

ARKADAŞIM dert yandı:
“Oğluma yatarken hikâye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.

Yazının Devamını Oku

Ingiliz ‘WikiLeaks’inde ünlü Türkler

5 Aralık 2010
Vay efendim böyle küstah bir diplomat dili olur muymuş? Vay efendim dedikodular rapor haline getirilir miymiş? Vay efendim hakaretamiz yazışmalar diplomatlara yakışır mıymış? Bugünlerde WikiLeaks belgeleri nedeniyle “Vay efendim” ile başlayan cümleler kuruluyor. Çoğu ülke bu tür kripto arşivlerini belli bir zaman diliminden sonra araştırmacılara açıyor. Bakın İngiltere Dışişleri Bakanlığı arşiv belgelerinde tanınmış Türkler hakkında neler neler yazılmıştır.

WIKILEAKS belgeleri sayesinde ABD’nin Ankara büyükelçileri Eric Edelman, Ross Wilson ve James Jeffrey isimlerini ezberledik...
Peki Sir Percy Loraine (1880-1961) adını anımsıyor musunuz?
1933-39 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ydi.
1938’de gizlilik kaydıyla Londra’ya gönderdiği, “Notes On Leading Turkish Person Alities” adlı raporunda, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin toplam 96 yönetici, gazeteci ve aydını hakkında ne yazdığını biliyor musunuz?
WikiLeaks tartışmalarına ışık tutması için bu rapordan -daha önce de bu sayfada özet vermiştim- örnekler sunayım.
Bakın Sir Loraine, tanınmış Türkleri Londra’ya tanıtırken nasıl bir üslup kullandı ve haklarında neler yazdı:
“Yunus Nadi Abalıoğlu: Gazeteci. Kısa boylu, şişmandır. Kelebek gözlük takar. Herhangi bir rüzgâra kapılmaya meyillidir. Vicdansız, alçak adamın tekidir.

Yazının Devamını Oku

Bu da benim sakıncalı listem

28 Kasım 2010
Nobel kazanmış yazar Naipaul’un ülkemize gelmesini engelledik. Avrupa’nın en iyi film ödüllerini almış Emir Kusturica’yı sınır dışı ettik. Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” ve Vedat Türkali’nin “Fatmagül’ün Suçu Ne?” eserlerinden uyarlanan dizileri “ahlaklı” bulmayıp, ekrandan kaldırmaya çalışıyoruz. Madem öyle, “Ahlak komitesine bir iyilik yapayım” dedim ve kendi yasak listemi yayınlamaya karar verdim! Bakın hangi ünlü isimler var listemde?..

Ahlak, aklın polisidir.
Hayatın içinde ne var ya da ne yoksa; hepsi edebiyatın/sanatın konusudur.
Siz sanata; otoriteye dayalı kendi ahlakınızı dayatırsanız bunun adı tüm dillerde aynıdır: Faşizm!
Aşağıda ironik bir yazı kaleme aldım.
İstedim ki, gerçekten neyi tartıştığımızın farkında olalım.
Ya da nereye gittiğimizin!..
Umarım bu şaka (ki bazıları ne yazık ki, akıl tutulması sonucu artık neyin şaka olduğunun bile farkında değil) gerçek sayılmaz!

Yazının Devamını Oku