22 Temmuz 2012
BELİRLİ bir yaşa geldikten sonra sosyal yaşamınızı renklendirme gayretine girdiğinizde yeme içme keyfi ön plana çıkıyor.
Şüphesiz herkesin kendine göre bir lezzet anlayışı vardır.
Zaman içerisinde bu ilginizi derinleştirir ve “gurme” sıfatını elde edebilirsiniz.
Ancak “gurme” nitelemesi öyle kolayından ulaşılabilecek bir rütbe değildir.
Onun için bu neviden hobisi olanlara, en fazla “lezzet avcısı” demek yeterlidir.
Bendeniz de kendimi bu kategoride görürüm.
Gittiğim yeni yerlere hep bir gizli “gırtlak turizmi” heyecanıyla motive olurum.
Pek tabii, kişisine göre değişmekle beraber, benim arayışım yerel tatların keşfedilmesi üstünedir.
Atina deyince aklıma ilk gelen balık halindeki esnaf lokantalarıdır, Urfa sabah ciğeri ve katmeriyle gözümde tüter, Antep Halil’dir, Denizli Enver Usta, Sicilya ucuz ve lezzetli sofra şarapları yüzünden hasretimdir.
Öyle anlaşılmaktadır ki yerel tatlar o bölgenin en önemli turizm değerlerinden biridir.
Buradan hareketle sözü kentimizin yeme-içme mekanlarına getirmek istiyorum.
Esnaf lokantalarımıza bir diyeceğim yok. Onlar geleneksel tatlarını hep aynı seviyede tutsunlar, sürpriz yapmasınlar, kalite ve hijyen çatısını yukarıya çıkarsınlar, yüzyıllık lezzetleri en otantik tarzda sunmaya gayret etsinler.
Adil Müftüoğlu’ndan Zaim Usta’ya, Beğendik Abi’den Bergama Köftecisi’ne, sağolsunlar bize aradığımız tatminleri yaşatıyorlar.
Ancak aynı şeyi, hitap ettiği kitle itibariyle, fiyat düzeyleriyle, ulusal şöhretleriyle belirli bir seviyeye gelmiş balık restoranlarımız için söyleyemiyoruz.
Ünlü Gurme Yazar Vedat Milör, İzmir ve Çeşme’de o pek öğündüğümüz deniz kıyısı restoranlarını çok net eleştiriyor, hatta yetersiz buluyor.
“Bu restoranlar” diyor Milör, “Son 20 yılda üzerlerine bir tuğla bile koyamadı. Hep aynı anlayış, aynı kolaycılık”. Denizden çıkan taze balığı at ızgaranın üstüne, yanına haşlanmış ot, sebze, zeytinyağı, limonla servis et, bunu da bulunmaz, eşsiz lezzet diye pazarla.
Bakın, geleneksel lezzet başka bir şeydir, iddialı bir restoran olmak bambaşka.
Bu ikincisi yenilikçilik ister, emek gerektirir, uğraşmak gezip görmek, uygulamak zorluğu içerir.
Bizim marka restoranlarımız, “Mekanı tefriş ettik, tuvaleti temiz tuttuk, garsonun kılık kıyafetini düzelttik, tüm işimiz bitmiştir” diye düşünüyorlar.
Bir biçimde talep gördüklerinden mevcut menülerde yeniliğe, gelişime kendilerini kapalı tutuyorlar.
Şüphesiz bu durumun en önemli sebebi bu yerleri işletenlerin çoğunun “bilahare restorancı” olmalarıdır.
Mesleki görgülerinin kıtlığı, risk almaktan çekinmeleri, ufuksuzlukları... Ne derseniz deyin, neticede içleri bayıltan tek düzelikleriyle işi bilenlerin tokat gibi eleştirilerine müstahak oluyorlar.
Bizim gibi, İzmirlinin İzmirliye propagandasını seven insanlara da, galiba susmak, hak vermek ve çıplak gerçeği kabullenmek kalıyor.
Yazının Devamını Oku 
15 Temmuz 2012
Etrafınızı gözlediğinizde, haline tavrına bir sükûnet inmiş, dengeli, dingin insanlara rastlarsınız. Hemen kolayından bu insanlara “mutlu” dersiniz. Oysa bu haller, mutluluğun tanımında yer alan huzur, sevgi, aşk gibi kavramları içermeyebilir.
Günümüzde kişinin kendisiyle “barışık” olması, “barışıkmış gibi” gözükmesiyle iç içe geçmiş durumda.
Çağımız insanı karmaşık ve yoğun ilişkilerden kendini sakınmak için adeta maskeli yaşamı tercih ediyor.
Maskeli yaşamdan kastımız “içimizdeki beni” örterek, erteleyerek, bir plastik denge yakalama halidir.
Bu dengeyi sürdürebilir kılmak için baskı altında tuttuğumuz kişiliklerimiz “tahammül” taşlarından döşenmiş bir zemin üzerine inşa ediliyor.
Bir değerli dostum çağdaş insanı, “fren sistemleri en fazla gelişmiş insan” diye tanımlanmıştı.
Pek çoğumuz yaşam mücadelesi içinde, sorunsuz bir izlenim bırakmak için kişiliklerimiz üzerinde giderek kontrollerimizi artırıyoruz. Buradan hareketle en fazlasından ancak becerebildiğimiz, yaşamlarımızın üzerimize bindirdiği stresleri yönetebilmek.
Oysa mesele sadece stres kaynaklarımızla aramıza mesafe koymayı başarmak değil.
Bu tercihlerin bizi getireceği yer, biraz tepkisiz ama müthiş uyumlu bir davranış modeline sahip olmak.
İşte kritik nokta da burası.
Bizler “uyumlu olma” ile “mutlu olma”yı birbirine karıştırıyor duruma geliyoruz.
İş ilişkilerimizden sosyal ilişkilere uyumlu beraberlikler oluşturmuşsak meseleyi çözdük zannediyoruz.
Frenler esas alınarak inşa edilmiş yaşam biçimleri bizlere heyecanı unutturuyor, sevgi, huzur ve aşka dair hesapsızlık hallerinden ıskalatıyor.
Hemen yan tarafta duran gaz pedalının yok varsayıldığı, mevsimlerden birinin de “yaz” olduğu gerçeği, zihinlerimizden kazılıyor.
Yaşamı zenginleştiren zeminlerin salt tahammül değil, itiraz, vazgeçiş, göze alış taşlarından da döşenmesi gerektiğini unutuyoruz.
Netice de “stres var, adrenalin yok” şeklinde “klişe yaşamları” yönetir hale geliyoruz. Akdenizli kimliğimizi imha ve inkar ederek, bir garip “İngiliz soğukkanlılığı” modelini kutsayıp, kıpırtısız rollerde, sınırlı ömürlerimizi tüketip bu dünyadan çekip gidiyoruz.
Yazının Devamını Oku 
8 Temmuz 2012
BİLİM dünyasındaki gelişmeler, her nedense bazı inançlı insanlarda tedirginliğe yol açar.
Bu insanlar sanki kendi inanç dünyalarında oluşturdukları kabullerin yine tartışma konusu edileceğini ve bu sebeple rencide olacaklarını düşünür.
Ancak meselenin diğer yönünü de hiç görmezden gelmek doğru değildir.
İnançlı insanlar kendilerini ait hissettikleri dinin yüzlerce yılda şekillenmiş kabulleriyle pek çok kritik konuyu zihinlerinde netleştirmişlerdir.
Bazen bazı bilimsel gelişmeler bu konforu zedeler.
İşte bu noktada “kuşku”, inanan insana da yakışan tutumdur.
Yazının Devamını Oku 
1 Temmuz 2012
TÜRKİYE ekonomik anlamda 2023 yılı için büyük hedefler belirledi.
Önümüzdeki 11 yılın sonunda dünyanın 10’ncu büyük ekonomisi olmayı, kişi başına geliri 25 bin dolar seviyesine çıkarmayı, ihracatımızı 500 milyar dolara ulaştırmayı hedefliyoruz.
Bu büyüklüklere ulaşmak kolay değildir. Her yıl yüzde 7 oranında büyüme rakamlarını yakalamak icap ediyor.
Bakınız, bizim geçtiğimiz yollardan daha önce geçmiş ülkelerin gelip başlarını vurdukları bir tehlike var.
Ekonomistler bu tehlikeye “orta gelir tuzağı” ismini takmış.
Orta gelir tuzağı, gelişmekte olan ülkelerin bir takım önlemlerle ekonomilerini disipline ettikleri zaman, kişi başına geliri 10 bin dolarlar seviyesine kadar getirdiklerini, ancak bu noktadan itibaren tık nefes kalarak öteye sıçratamadıklarından söz etmektedir.
Örnek olarak Tayland, Filipinler, Malezya, kimi Güney Amerika ve Güneydoğu Asya ülkeleri verilmektedir. Bu listeye Yunanistan, Portekiz hatta İspanya eklenebilir.
Orta gelir tuzağına düşmeyen dünya örnekleri sınırlıdır. Japonya ve Kore dışında son kırk yılda emsal yoktur.
Ekonomistler, gelişmekte olan ekonomiler yönünden kritik eşiğin kişi başına gelir itibariyle 16 bin 400 dolarr olduğunu tespit etmişlerdir. Diğer bir baz kriter de ABD’nin kişi başı gelirinin yüzde 58’dir.
Bu noktaya kadar ucuz iş gücünden çevre duyarsızlığı ve iç tüketim açlığına kadar bir takım liberal sinerjilerle milli gelir hızla yükselmekte, ancak daha fazlası için kaynak ve imkanlar yetersiz kalmaktadır.
Konuyla ilgili MÜSİAD çok kapsamlı bir rapor yayınlamıştır.
Aynı şekilde TÜRKONFED ve TÜSİAD bu tehlikeyi sürekli gündemlerinde tutmaktadır.
Pek tabi çıkış yolu çok kapsamlı, koordineli, planlı bir yol haritası gerektiriyor.
Olayın özü markalaşma, inovasyon, ve Ar-ge’den geliyor.
Ar-ge meselesinde karnemiz çok iç açıcı değil. Halihazırda milli gelirimin binde 7-9’ları arasında dolaşıyor. Katma değerli ürünlerimiz sınırlı.
Ama tüm bunlara karşın müteşebbis bir kitlemiz, heyecanımız, moralimiz var. Yanısıra, orta gelir tuzağının farkında olan bir ekonomi yönetimimiz.
Sermayenin kıt olduğu bir ülkede ve dünyanın bu karmaşık ekonomik ve siyasi ortamında işimizin kolay olduğu söylenemez.
Dolayısıyla ümitsizliğe kapılmasak da, ekonomik hamasete kendimizi fazla kaptırmamamız yerinde olacaktır.
Yazının Devamını Oku 
24 Haziran 2012
TÜRKİYE, ülkenin “kürt sorunu”nun çözümü konusunda adımlarını sıklaştırmaya başladı.
Ana muhalefet partisinin açılımına iktidarın olumlu yaklaşması, akabinde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, kişisel olduğu ifade edilse de, Abdullah Öcalan için ülke bütünlüğü ve silahların susması karşılığı “ev hapsinin” bile tartışabileceğini belirtmesi bir kararlılık göstergesi olarak yorumlanmalıdır.
Evvela bir saptama yapmak gerekirse, bölge “Kürt’tür, Müslüman’dır, fakirdir”.
Devlet, Başbakanın da ifadesi ile Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Kürt kimliğine yönelik “inkarcı” politikalar uygulamıştır.
Vaka, Kürt olan kendini “bilgi”yle teçhiz edip, resmi ideolojiye uyum sağladığında, devlet katında bir engelle karşılaşmamışsa da, bu bahşedici ve tolere edici yaklaşım giderek incitici hale dönüşmüştür.
Kürt kimliğini, diğer deyişle “etnik bilinci” uyandırarak politik ve silahlı mücadeleyi yöntem olarak seçen ve bugünlere getiren örgüt PKK’dır.
PKK, Marksist gelenekten gelen, dini değerleri öncelemeyen ve fakat kimliğin ezilmişliğine vurgu yaparak belirli bir tabana erişen bir harekettir.
Beri yandan bölge insanı aynı zamanda Müslüman’dır.
Devlet ve devleti temsil eden iktidar, bilinen muhafazakar yapısıyla, Kürt vatandaşları, din kimliği üzerinden ülke bütününe bir entegrasyona gayret göstermektedir.
Diğer başlık “ekonomi”dir, bölgenin fakirlik sorunudur.
Örgüt, kendi metodolojisinde hakların silahlı mücadele ile alınmasını benimsediğinden, istikrar ve huzur bölgeye “haram” haline dönüşmüştür.
İş ve aş’ın zeminini sağlayacak olan da sadece devlet düzenidir. Bu gerçeği bölge insanı herkesten önce bilmektedir.
Zamanın ruhu demokrasidir. Demokrasi bir yönüyle zenginliğe giden yoldur, ama aynı zamanda insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğüdür.
Devletin geçmişte ayıbı vardır. Örgüt abartılı tepkisiyle de olsa bu yanlışı gündemimize taşımıştır. Ancak seçtiği yol savunulabilir değildir. Örgüt bugün mücadelelerinin aracı değil amacı haline dönüşmüştür. Artık totaliter bürokratik yapısıyla, halkından ziyade kendine bir şeyler ister hale gelmiştir.
Ayrı bir devlet sonucuna gidecek yapılanmalar, demokrasi yerine şiddet ve korku ile beslenen bir yönetim anlayışı, sırf Kürt kimliğimizi kabul ettirdik diye bölge insanını tatmin etmeye yetmez.
Makul aklın kırmızı çizgileri bellidir. Tabii ki, ülke bölünmez, terör bitmelidir. Bunlar kadar vazgeçilmez olan tüm tarafların mücadelelerini demokrasi zemininde yapmalarıdır.
Örgüt yönünden sıkıntı bu noktada başlamaktadır. Bu yapıların demokrasilerde oy karşılığı olmaz.
Bu sebeplerle, zaten giderek homojen yapısını terk eden örgütün barış sürecini provoke etmesi sürpriz değildir. Meselenin uluslararası boyutları da diğer bir zorluktur. Denklem zordur.
Ancak 21’nci yüzyıl gerçekleri ülke bütünlüğünden geçmektedir. Bu, PKK dahil herkesin gerçeğidir.
Sivil toplumun yaşanan bu hengamede çözüme yönelik bir rol üstlenmesi kolay değildir.
Ancak tüm yükü Devletimize bırakmak bize kolaycılık gibi geliyor.
Acaba, barış ve istikrar ortamını herkesten fazla istediğini bildiğimiz doğu ve güneydoğu iş insanlarını, STK yöneticilerini İzmir’e davet etsek, ülkenin bütünlüğüne, huzur ve istikrara yönelik çabalara sivil toplumun gücüyle ortaklaşa destek versek; yanlış anlaşılmanın riskiyle sinip kalmasak...
Sanki böylesi girişimler ülkeye borcumuzdur gibi geliyor.
Yazının Devamını Oku 
17 Haziran 2012
Toplum hayatını dini kurallardan destek alarak düzenlemeye kalkıştığınızda çok tartışmalı bir süreci yaşamak durumunda kalırsınız.
Türkiye, Osmanlı geçmişi de göz önüne alındığına Birinci Tanzimat’dan itibaren yönünü Batı’ya çevirmiştir.
Bu yönelim kendisini en fazla “laiklik” ilkesinde ifade etmiştir.
Laiklik, toplumu düzenleyen kuralların ihtiyaçlara göre değişebilmesinin imkanını sağlamıştır.
Beri yandan toplumun tamamına yakının Müslüman olması, Müslümanlığın kapsamlı bir sosyal, siyasal, ekonomik bir düzen öngörmesi, tercih seçmene bırakıldığında laiklik ilkesinin esnetilmesi sonucunu doğurmaktadır.
Türkiye, bize göre 1830’lı yıllarda başlayan ve yaklaşık 180 yıl süren yönelimini, demokrasinin vesayetsiz hale gelmesine paralel yeniden gözden geçirmektedir.
Yazının Devamını Oku 
10 Haziran 2012
Din bu toplumun realitesi. Ege’de, özellikle İzmir’de bu durumu Anadolu kadar hissetmeyebilirsiniz.
Oysa toplumumuzun önemli bir kısmı, yaşamlarının omurgasına inançlarını oturtmuşlardır. Öteye gitmeyin Kırkağaç’tan Ödemiş’e, Kütahya’dan Bolvadin’e bu ağır etkiyi gözlemleyebilirsiniz.
Dolayısıyla dindar nesil isteyenlerin hedef kitlesi bu insanlar değildir.
Bu geniş kitlelerin yanında “Cumhuriyet değerleri” ile yetişmiş ve sayıları on milyonlara ulaşan bir kesim daha vardır.
Bu kesimin dinle olan ilişkileri bilinçli bir şekilde mesafelendirilmiştir.
Şüphesiz bazı tarihi ve kültürel nedenlerle “Arabik anlayışlara” uzak olma hali de, “laik” dediğimiz bu kitleyi dindar söylemlere karşı önyargılı bir tutuma sürüklemiştir.
Bugün ülkenin en büyük problemlerinden birisi de laik denilen kitlelerin İslam dinine, ya da daha doğru anlatımla dindarlığı ön alarak çeşitli yaklaşımlar oluşturan kimselere aşırı ihtiyatlı bakmasıdır.
Oysa, o ihtiyatlı baktıkları kişilerin temsil ettiği zihniyet bu gün iktidardır.
Yazının Devamını Oku 
2 Haziran 2012
Bir devletin nasıl olması gerektiğini düşündüğünüzde siyasi partilerin her birinin temel yaklaşımlarını kolayından mahkum edemezsiniz.
Hemen hepsi “gerçeğin” bir yönüne işaret eder.
Mesele hiçbirinden tam vazgeçmeden, dünyanın ve ülkenin o günkü ahvaline uygun bir kombinasyon oluşturmaktadır.
Bu anlamıyla, bizim cumhuriyetimiz de 20. yüzyılın başlarında bu esasa göre yapılanmıştır.
Devletimiz ideolojik olarak “altı ok” prensibine göre inşa edilmiştir.
Bugün hala CHP’nin amblemi olan bu ilkelerin üç tanesi Fransız Devrimi’nden esinlenmiştir.
Bu ilkeler, “laiklik”, “cumhuriyetçilik” ve “milliyetçilik”dir.
Diğer üç illkede ise Sovyet Ekim Devrimi’nin izlerini görürsünüz.
Yazının Devamını Oku 