Konumuz yeni Türk Ticaret Kanunu.
On yıla yaklaşan yoğun bir mesaiyle bu mevzuatın piri kabul edilen Profesör Ünal Tekinalp’ın özverili koordinasyonunda neticede 1535 maddelik bir yasa parlamentomuzdan geçirildi.
Ağırlıklı hükümleri Temmuz 2012’de yürürlüğe girecek.
Öncelikle belirtmek gerekir ki yapılan her düzenlemenin uluslararası hukuktan bir referansı var. Yanı sıra uygulamada aksayan yönler büyük titizlikle gözlenmiş ve neticede ortaya kapsamlı bir külliyet çıkarılmıştır.
Yani diyeceğimiz odur ki, öyle kolayından, müstehzi tavırlarla, yüzeysel yaklaşımlarla koskoca değerli bir emeği “kum torbasına” döndürmek bize açık haksızlık olarak geliyor.
Tamam bazı maddeler “akademik tutarlılık” adına lüzumsuz ısrarlara konu olmuş ve yasalaşmış olabilir. Hiç şüphesiz hayatın gerçeklerini aşırı zorlayan hükümler düzeltilmelidir.
İtirazımız sadece bu neviden hükümleri ön plana çıkartarak modern ve çağdaş bir düzenlemenin tamamını zihinlerde tartışılır hale getirmektir.
Kamu görevlileri vatandaşın hizmetlileridir. Ancak bu toprakların geleneğinde Devlet kutsaldır. Bu saptama esasında sadece devlet görevlilerin işine yarar, onları, misyonları olan “garson” vasfından çıkartır.
Demokrasilerde varsayılır ki, halkın oyuyla iktidara gelenler halk adına bürokrasiyi talimatlandırır, böylelikle temel inisiyatif sivil siyasettedir.
Bakınız, bu halin başlangıç vuruşu doğru, bir adım ötesi koca bir yalandır.
Bürokrasinin vazgeçilmez şiarı “onlar yolcu, bizler hancıyız” cümlesi üzerine kuruludur.
Mümtaz Hoca’nın (Sosyal) 1960 ihtilaline yönelik final analizi “Bürokrasinin burjuvaziye ağır basması”dır.
Bu saptamanın doğruluğu aşikardır. Üstelik bu görünmez mücadele tüm zamanlar için geçerliliğini korumaktadır.
Denilir ki, demokrasi kuvvetler ayrılığı ilkesi üzerine inşa edilmelidir.
12 Eylül yönetimi pek gönüllü olmasa da, ABD’nin görünmez eli Turgut Özal’a iktidar yolunu açmıştır.
Dışa kapalı ekonomik yapı süratli bir dönüşüm yaşayarak, toplumu tüketimle tanıştırmış ve bu olgu zenginliğe hevesli yepyeni bir insan profili şekillendirmeye başlamıştır.
O dönemler bu anlayışa uyumlu sloganlarını süratle türetmişti. Köşe dönmeci olmak marifetti, benim memurum zaten işini bilirdi. Bu kalıplar toplumumuzun ahlak çıtasına açık haksızlıktı.
Şüphesiz düzgün tutum alma, bu erdemi sıradan ve içsel bir özellik haline getirebilme bir bireysellik sorunudur.
Akıl, vicdan, kültür gibi öğelerin oluşturduğu bu doğal insani davranış, şayet böylesi bir tavrı besleyen altyapıdan yoksunsa işler çatallaşmaktadır.
Soru şudur; Türkiye toplumunda, sözünü ettiğimiz anlamıyla “bireysellik” yeterince derinleşmiş midir?
Bakınız, özgür ve kişisel tutumlar büyük ölçüde materyal refaha ilginiz arttığı ölçüde gelişir.
Bu amaçla Arap coğrafyasında din, Türkmenlerin yaşadığı yerlerde etnik kartları kullanarak Türkiye’nin ağabeyliğinde yeniden bir güç odağı oluşturmayı hedefliyor.”
Bu tip politikaların hiç şüphesiz emperyal bir yönü de vardır. Özellikle enerji kaynakları üzerindeki hegemonya, güç odağı olma hedefinin ekonomik alt yapısını oluşturur.
Dikkat ederseniz, değişen dünya dengeleri içerisinde ekonomik ağırlığını artırdığını gözlediğimiz bölgelerde, başta Çin ve Rusya olmak üzere demokrasi ikinci plandadır. Otokrasi ve kapitalizm ucuz emek ve doğal kaynaklarla birleşince refah üretmektedir. Özgürlükler olmadan da “refah” yeni ve akıl karıştırıcı bir paradigmadır.
Siyasi iktidarın genişlemeci vizyonunun bu örneklerden etkilenmediğini düşünmek çok gerçekçi değildir.
Beri yandan kadim ülkemizin kronikleşmiş bir demokrasi problemi vardır.
Bu değerler Avrupa Birliği projesi üzerinden oturtulmaya gayret edilmektedir. Avrupa Birliği kendini evrensel demokratik değerler üzerinden ifade etmektedir.
Bağlı olarak birey odaklıdır ve alt kimliklerin üzerinde, “insan” kimliği paydasında bir mutabakat oluşturmak peşindedir.
Küreselleşen ve girift finansal ilişkilerle örülen ekonomik işleyiş, daima parayı verenlerin menfaatlerine göre şekilleniyor.
Bakınız, bu dediklerimizin dünya ölçeğinde yaşanan en taze örnekleri Yunanistan ve İtalya’dır. Bu ülkelerin seçilmişleri kamu borçluluk oranlarını aşırı ölçüde artırdıkları ve gemilerini karaya çıkarma ihtimali belirdiği anda, borç verenler nezdinde hırpalanmaya başlandı.
Bu ülkelerdir ki, evrensel demokratik kuralların hayata geçirilmesinde model addedilen ve özgür seçmen iradesiyle belirlenen parlamentolarına toz kondurmayan seçkin yapılardır. Ancak işler umulduğu gibi gitmeyince tüm ulvi değerler kolayından koltuk altına süpürüldü ve söz konusu devletlerin hükümetlerine “teknisyen” kimlikli “başbakanlar” atanıverdi.
Hayat işte böyle bir şey.
Esasında, kutsadığımız “demokrasi” ve “hukukun üstünlüğü” gibi kavramlar bir yönüyle “güçlü”nün küresel bazda dolaşan sermayesinin güvencesi için, gelişmişliğin vazgeçilmez kriteri diye bu denli pompalanır.
Sözü Türkiye’de yaşanan “şike” meselesine getirmek istiyorum.
Bakınız, önce bir saptama yapalım. Yaşanan bunca rezalete, apaçık hale gelmiş olaylara rağmen, karar vericiler bir türlü alınması icap eden kararları alamıyor, “ebelek gübelek” diyerek, geciktirerek, sulandırma çabası içine giriyor.
Doğrudur.
Ancak, özellikle kış aylarına geldiğinizde, bu benzetmeye rahmet okutacak tarzda, hayatın birden bire yükselen temposu, bize “Ne zaman oldu da pazartesi başlayan hafta aniden cumaya geliverdi” dedirtiyor.
Yani, ömürler geçiyor, gerekli gereksiz koşuşturuyoruz, her türden, her seviyeden bir “anlam” değerlendirmesi yapmıyoruz.
Bizi esir almış “dünyevi kaygılar” sanki tartışılmazımızmış gibi geliyor.
Hep söylediğimiz bir şey var. Bizler refahla mutluluk kavramlarını birbirine karıştır hale geldik.
Kendimiz ve yakınlarımız için istediğimiz yaşam standardını sanki varoluşumuzun sebebi addediyor, vazgeçilmezimiz sanıyoruz.
Yaşı 40’ların üzerinde olan “bir şeyleri becermiş ve yorgun beyler” lütfen hatırlayın.