9 Eylül 2012
O bizim Salim ağabeyimizdi. Enine boyuna bir delikanlıydı. Ancak nahifliği de aşan bir hoşluğu olduğunu sezinlerdik. Derken bir gün, “ameliyat oldum” dedi. “Bakın bundan böyle benim adım Sofia’dır.” Ankara batakhanelerinde şarkı söylerdi. Aşık olduğu birisi vardı. “Füze Selami.” Galiba futbolcuymuş. Kendini gizlemeden ortaya koyduğu yeni yaşamı ve sevgilisi ile çok mutlu gözüküyordu.
Bildiğince cinselliğini erken yaşta yaşamaya başlamışlar gibi, içinden hep neşe kaynardı. Eşcinsellerin kıpır kıpır hallerinin bir sebebi de bu olsa gerek. Sonraları bu sürecin hazin geliştiğine tanık olduk. Önce Selami onu terk etti, arkadan uyuşturucu geldi, iş kaybedildi.
Derken bir gece bulunduğu daireden patırtı, kütürdüler duyduk. Ne oluyor diye baktığımızda sonradan meslekten atıldığını bildiğimiz bazı işgüzar resmi görevlilerin tacizine uğradığını gördük. Gördüğümüz manzara, gözünden yaşlar akarak adamların pestilini çıkardığıydı. Neticede o Sofia diye bilinse de kapı gibi bir Salim’di. Unutturmadıkları geçmiş kimliğinden patlayan güç, ezilmişliğine isyana dönüşmüş, birikmiş intikamını alıyordu adeta. Bir süre sonra sakinleşti.
Tüm suçu tabiatının onu yönlendirdiği doğrultuda tavır alıp benzerlerinin gizli yaşadıklarını yüreklice hayatına geçirmesiydi. Sonraları... intihar ettiğini duyduk.
Bu öykü aşağıda yazdığımızın ilham kaynağıdır. Tarihi filmlerden hatırlayın, cüzzamlıları tecrit adalarında yaşatırlardı. Gerekçeler hep ikna edici olur. “Hastalık yayılmasın, karantina düzeni oluşsun”. Baktığınız yerden, cüzzamlılar “onlar”dır. Oysa bir de o noktadan bakışlar vardır, bize ve insanlığa. Yaşam dayattığı mücadelesinde bizleri hoyratlaştırıyor. İnsani değerlerimize baskı yapan tüm sorunları yok farz etmek, “taç”a atmak kolaycılığına kaçıyoruz. Bu tutumumuz somut sorunları bırakın çözümlemeyi, giderek kronikleştiriyor. Sonuçlara duyarsızlık sebepleri tetikliyor.
Bu durumların bir örneği de kentimizde yaşayan travestiler.
Doğuştan ya da sonradan olma, bu insanlar toplumsal bir gerçekliğimiz. Medeni Kanunumuzun tanıdığı haklardan, sağ doğmak şartıyla ana rahmine düştüğümüz andan itibaren istifade ederiz. Miras hakkı gibi detayları dahi güvenceye bağlayan bu normlar kaynağını toplum vicdanında oluşan adalet duygusundan alır.
Yazının Devamını Oku 
2 Eylül 2012
Kürt meselesinde çözüm giderek zorlaşıyor. BDP ve ona oy veren geniş bir kitle, PKK ve Öcalan’ı bizim buralardan seslendirdiğimiz gibi “terör örgütü, eşkıya başı” gibi sıfatlarla değerlendirmiyor.
Diyarbakır Barosu Başkanı Mehmet Emin Aktar, bir televizyon programında kendileri açısından fotoğrafı açık bir şekilde ifade ediyor. Dedikleri mealen şöyle:
“Devlet Kürtlere artık mutlaka bir statü vermek zorundadır. Demokratik özerklik ya da federatif yapı bu aşamadan sonra vazgeçilmez koşuldur. Bugün bölgede 4 ülkeye dağılmış 40 milyon Kürt yaşamaktadır, Kuzey Irak ve Suriye’de Kürtlerin yönetiminde coğrafi alanlar oluşturulmuştur. Bunlar Büyük Kürdistan devletinin nüveleridir. Bu bölgeler zengin enerji kaynaklarına sahiptir. Kuzey Irak yakın gelecekte yılda 150 milyar dolarlık enerji geliri elde edecektir. Türkiye enerji fakiri bir ülkedir. Türkiye, Doğu ve Güneydoğu’nun bölünmemesini ve sınır ötesindeki Kürt oluşumların sahibi olacağı enerji imkanlarından ve zenginleşecek ekonomisinden yararlanmayı öngörüyorsa Türkiye’deki Kürtlere bölünmeyi aşan bir cazibe sunulması gerekir. Aksi halde biz de bağımsız Kürdistan modeline gönlümüzü kaydırırız.”
Özetle bölgeye hakim olan hava “ellerinin yükseldiği” şeklindedir.
Peki, devlet ya da daha açık deyişle “Türk kanadı” böylesi bir çözüme hazır mıdır?
Cevabı kestirmeden söyleyelim. “Hiçbir şekilde hazır değildir”.
Üstüne üstlük kendi pozisyonunu da giderek katılaştırmaktadır.
PKK’nın Antep’te olduğu gibi sivil ve savunmasız insanlara yönelik terör eylemleri, bunun yanında her gün gelen şehit haberleri, çözüm çabalarını giderek imkansızlaştırmaktadır.
İçinde yaşadığımız süreç herhangi bir siyasi iktidarın cesur ve kararlı tutumlarıyla aşılamayacak bir noktadadır.
Devlet ve siyasi iktidar kendi yönünden üniter yapıya zarar verecek çözümleri tartışmak bile istemez.
Şüphesiz hemen herkez geçmişin yanlışlarının farkındadır.
Laf salatalarını bir kenara koyarsanız bu devletin Sünni ve Türk esası üzerinden imtiyazlanmış bir yapıda kurgulandığı bir vakadır.
Şimdiler, yani 21.yüzyıl, bu modelin sürdürülebilirliğinin imkansızlığına işaret etmektedir.
Hayatın her alanında demokratikleşme bu ülkenin en önemli gündem maddesidir.
Gelişmiş toplumların demokratikleşmeden anladığı, “bireysel haklar üzerinden” “vatandaş hukuku” ile kişi hak ve özgürlüklerinin derinleştirilmesidir.
Ancak bu aşama, maalesef geçmişin hesabı görülmeden pek mümkün olacak gibi gözükmemektedir.
Siz; muhafazakarı, Alevi’yi, Kürdü bir biçimde baskılamışsanız, onlarda sıra kendilerine geldiğinde, taleplerini “etnik, dini, mezhepsel” parametrelerden hareketle masanıza getiriyorlar.
Böyle olunca da, modernitenin birey hakları bağlamında insanlığı sunduğu çözümler, bu coğrafya için erken, ham ve sığ kalıyor, realiteyi yansıtmıyor.
Üstüne üstlük, AK Parti’nin son iki yıldır fikren ve fiilen Avrupa Birliği’nden kopuş süreci yaşaması, elinde Kürtlere karşı önerebileceği en önemli çözüm yöntemininden de onu mahrum bırakıyor.
Yani diyeceğimiz odur ki, eşit yurttaş, kişi hak ve özgürlükleri ve benzeri şablonlar bu aşamada kendini mağdur hissedenleri kesmiyor. Onlar çözümlerini etnik, dini, mezhepsel temeller üzerinden arıyor.
Avrupa Birliği’nden uzaklaşarak 21. yüzyıla dair yaslanabileceği en önemli ‘pusula’yı kaybeden bir anlayış, yüzde 80’in Türk ve Sünni olduğu bir ülkede etnik temelli çözüme (sandık varsa) yanaşamaz.
Peki ne olacaktır?
Bakınız bu toplumun, belki son 150 yılın hesabı görülmeden, yapılan yanlışlar 21. yüzyıla revize edilmeden, dengeye gelmesi nakıs ihtimaldir.
Hep söylediğimiz gibi, hepimizin özlediği insani seviye, dingin ve barışık bireysellik, evvel emirde o kişilerin sahip olduğu alt kimlikleri doya doya yaşamasından, özgürce hissetmesinden sonra (ancak) yeşerebilecek bir kalitedir.
Şayet Müslüman ve milliyetçi bir toplumda Kopenhag kriterlerini elitist ve jakoben “değerler” olarak görmüyorsanız (ki bu da kendince reel ve muteber bir yaklaşımdır), bize göre en az maliyetli çözüm, “gevşek üniter yapı, başlangıç tatmini sağlama, güven ilişkisini oturtma, ekonomik iç içe geçmişliği daha da yoğunlaştırma ve giderek aynı ülkede bir arada yaşamanın, etnik rezervleri de aşan yurttaş bilincini yeniden tesis etme”dir.
Yazının Devamını Oku 
26 Ağustos 2012
“Jandarma biz sosyalistiz, dostuz yalnız biz sana, kurtuluşun bizimledir, elini uzatsana” türküsü eşliğinde, Beytepe kampüsünde güvenlik güçlerini yanlarına çekmeye çalışırdı 1970’li 1980’li yılların devrimcileri.
Komünistler enternasyonalistti. Marx’ın öngördüğü sihirli dünya, gençlik ideallerine pek bir uygun düşüyordu.
Kentin varoşlarının ya da kasabanın zeki çocuklarıydı. Üniversiteli gençlerdi.
Yoksulluk ve ağır geleneklerle baskılanmışlık, delikanlılığın isyankar ruh hali birleştiğinde çok kolayından yepyeni bir insan olmaya ikna etmişti onları.
Yeni insan olmaya çalışmak reddiyatçılıktan geçiyordu.
Öncesinde, rejimin bir güzel biçimlendirdiği değerlerden ibaretti dünyaları.
Artık “bilinçlenmek” ve kişiliklerini tüm eski değerlerden süzmeleri zamanı gelmişti.
Yazının Devamını Oku 
19 Ağustos 2012
Şiddet ve terör öylesine bir toz bulutudur ki yarattığı ortamda göz gözü görmez. Sözün bittiği yerdir. Devlet katılaşır, çözüm çabaları unutulur, nüanslar kaybolur ve her şey bu ahlaksız yangının söndürülmesi üzerine yoğunlaşır.
PKK’nın güncele dair başarısı (!) da budur. Makul aklın cılızlaştırıldığı, toplumsal kutuplaşmaların derinleştirildiği, birlikte bir arada yaşama ülküsünün zedelendiği bir psikolojik zemini oluşturmaktadır.
Yalçın Doğan gazete yazısında bir araştırmadan bahsediyor. Buna göre;
- Türklerin yüzde 95’i Kürtlere demokratik özerklik tanınmasına karşı,
- Kürtlerin bağımsız devlet kurmasına Türklerin yüzde 2’si evet diyor.
- Türklerin yüzde 90’ı Öcalan ile görüşülmesine karşı
- Türklerin yüzde 87’si Kürtlerin sahip olduğu haklarla Türklerin sahip olduğu haklar arasında bir fark görmüyor.
Gelinen kutuplaşmayı bu rakamlar acı bir şekilde gözler önüne seriyor.
Daha açık bir ifadeyle bu memlekette artık bir “Kürt sorunu” kadar “Türk sorunu” var izlenimi doğuyor.
Her iki kesimden giderek yükselen milliyetçi sesler derin tahribatlar yapıyor.
Ancak her şeye rağmen Anadolu insanının derin sağduyusunu kaybetmediğini de gözlüyoruz. Sevindirici olan Türklerle Kürtler arasında evlilik, komşuluk ilişkileri devam ediyor.
Esasında büyük resimde; milyonlarca ortak aile var, metropol kentlerde yine milyonları aşan Kürt vatandaşlarımız yaşıyor ve tüm bu veriler kötü senaryoları imkansızlaştıran harmanlanmaya işaret ediyor.
Dolayısıyla, her şeye rağmen karamsarlığa gerek yoktur, belirleyici yalın gerçek budur
Ne var ki dumanlı havanın kurtları, şiddet ortamından kendilerine siyasi rant devşirme uğruna kışkırtıcı yaklaşımları körüklüyorlar.
Ortam, sivil inisiyatifleri güçsüz kılıyor, makul aklın cesur söylemlerini tıknefes bırakıyor, bir şeyler yapmak isteyen, başta doğu ve güneydoğunun makul, rasyonel insanları olmak üzere herkesi, hepimizi sindiriyor.
“Bindik bir alamete, gitmeyeceğiz kıyamete” diyorsak eğer; STK’lar, siyasi partiler, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler. Lütfen sorumluluk almalı. 21. yüzyıl demokrasinin parametrelerinden hareketle, bu irrasyonel yangın söndürmeli, önümüze bakmalıyız.
CHP’ye bu süreçte önemli bir rol düşüyor. Bu parti bilmelidir ki aynı anda iki ruh halini beraberce taşıyamaz. Ya evrensel demokrasinin ruhuna uygun, çözüm odaklı bir anlayışın bayraktarlığını yapacaktır ki, Kemal Kılıçdaroğlu bu anlayışın tarafı gibi gözüküyor, ya da o tuhaf, demode, tek parti dönemi anlayışı, sorunun kördüğüme dönüşmesine hizmet verecektir.
AK Parti’ye gelince... Bu partinin artan teröre paralel Kürt meselesinde şahinleştiğine tanık oluyoruz. Halkın tepkilenmesi, esip gürlemesi normaldir ama iktidarın böylesi bir lüksü olamaz. Onlar devleti yönetiyor. Dolayısıyla demokratikleşme çabalarının hız kaybetmemesi, realitelere oy kaygısı ile yaklaşılmaması ve huzuru temin eden çözüm ortamının oluşturulması, tarihi bir görev olarak bu ülkeye boyunlarının borcudur. Bilinmelidir ki tüm makul kişi ve kurumlar meselenin bir ucundan tutmak için siyasetin kararlılığını daha açık görmek istiyor.
Yazının Devamını Oku 
12 Ağustos 2012
BU memleket, bu kadim coğrafya, üzerinde binlerce yıl yaşadığımız topraklar, insanlık tarihinin taşıyıcı kolonlarından biridir.
Tarihin en büyük imparatorlukları da bu topraklarda hüküm sürmüştür, en uzun istilalara, göçlere, savaşlara da bu coğrafya tanıklık etmiştir.
Mezopotamya’dan Balkanlara, Anadolu’nun her karışında tarihin yoğun yaşanmışlığının izleri vardır. Buralarda onlarca kültür iç içe geçmiş, birbiriyle yoğrulmuştur.
Tarihçiler 36 ayrı etnisik kültürün varlığından söz eder Türkiye’mizde.
19. yüzyıl sonlarına baktığınızda tüm dünyada milliyetçilik akımlarının yükseldiğini gözlerseniz.
Artık zamanın ruhu, imparatorluklar çağını geride bırakmış ulus-devlet anlayışları ön plana çıkmıştır.
Bizim coğrafyamız da bu gelişmelerden etkilenmiş, İttihat-Terakki ile hareketlenen süreç cumhuriyetimizle bu yeni modele çevrilmiştir.
Ulus-devlet modelleri milli aidiyet duygusu üzerinden yapılandırılır.
Yazının Devamını Oku 
5 Ağustos 2012
İZMİR’in kanaat önderleri kentlerini çok seviyor. “İzmir” deyince onu yere göğe koyamıyorlar.
Hatta bazen aşırıya gidildiği de oluyor. Çetin Altan’ın meşhur tanımlamasıyla Türk’ün Türk’e propagandası gibi İzmirlinin İzmirliye propagandası keyfine kendimizi kaptırıyoruz.
Pek tabii “abartı” dış gözle değerlendirildiğinde “gülümsemeye”
sebebiyet veriyor.
Bakın bu kentin önemine inanmak hamasetten geçmez.
Objektif kriterler yönünden yapacağınız gerçekçi gözlem ve değerlendirmeler, zaten her yönüyle İzmir’imizin başta beşeri insan kalitesi almak üzere, müthiş potansiyeller içeren bir kıymet olduğunu ortaya koyuyor.
Hele son dönemlerde gerek yerel yönetimlerin, gerekse de merkezi yönetimin başlattığı projelerle kentin her anlamıyla “rüzgarı arkasına aldığı” açık olarak gözüküyor.
Yazının Devamını Oku 
29 Temmuz 2012
BİZ Ege’de yaşıyoruz. Muhacirler diyarıyız.
Çoğunluğumuz kendini Türk olarak hissediyor.
Boşnak’mış, Çerkez’miş, Pomak’mış, Arnavut’muş, belki için için geleneklerini yaşıyor ama kendini bu kimliğiyle aşırı ölçüde belli etmeyi tercih etmiyor.
Hani, zamanında kendilerine kucak açmış bu devletin üzerine giydirdiği elbiseye itiraz etmek, gerekli addedilmiyor.
“Müslüman olmayan Araba Türk derler” anlayışının tezahürü olarak, “değilmi ki Hıristiyan değilim, değilmi ki beni anavatanımda barındırmadılar, değilmi ki bana bu ülke bağrını açtı, ben Türk sayılırım ve bunu hiç problemsiz içime sindiririm” kabulüyle fazla kurcalamadıkları bir dengede yaşamlarını sürdürüyorlar.
Esasında bir üst kimlik olarak Türk kavramı, daha ziyade “Türkçe” ortak paydasında, direnilmeye pek ihtiyaç hissedilmeyen, öyle pek çoğumuzun hiç de orta Asya’nın steplerinden kök aldığına heyecanlanmadığımız bir tariftir.
Bu yüzden bu memlekette şu anda var olan Türk-Kürt ikilemi, aslında Türkçe konuşan kanı karışıklar ve Kürtler diye tanımlanmalıdır.
Yazının Devamını Oku 
22 Temmuz 2012
BELİRLİ bir yaşa geldikten sonra sosyal yaşamınızı renklendirme gayretine girdiğinizde yeme içme keyfi ön plana çıkıyor.
Şüphesiz herkesin kendine göre bir lezzet anlayışı vardır.
Zaman içerisinde bu ilginizi derinleştirir ve “gurme” sıfatını elde edebilirsiniz.
Ancak “gurme” nitelemesi öyle kolayından ulaşılabilecek bir rütbe değildir.
Onun için bu neviden hobisi olanlara, en fazla “lezzet avcısı” demek yeterlidir.
Bendeniz de kendimi bu kategoride görürüm.
Gittiğim yeni yerlere hep bir gizli “gırtlak turizmi” heyecanıyla motive olurum.
Pek tabii, kişisine göre değişmekle beraber, benim arayışım yerel tatların keşfedilmesi üstünedir.
Atina deyince aklıma ilk gelen balık halindeki esnaf lokantalarıdır, Urfa sabah ciğeri ve katmeriyle gözümde tüter, Antep Halil’dir, Denizli Enver Usta, Sicilya ucuz ve lezzetli sofra şarapları yüzünden hasretimdir.
Öyle anlaşılmaktadır ki yerel tatlar o bölgenin en önemli turizm değerlerinden biridir.
Buradan hareketle sözü kentimizin yeme-içme mekanlarına getirmek istiyorum.
Esnaf lokantalarımıza bir diyeceğim yok. Onlar geleneksel tatlarını hep aynı seviyede tutsunlar, sürpriz yapmasınlar, kalite ve hijyen çatısını yukarıya çıkarsınlar, yüzyıllık lezzetleri en otantik tarzda sunmaya gayret etsinler.
Adil Müftüoğlu’ndan Zaim Usta’ya, Beğendik Abi’den Bergama Köftecisi’ne, sağolsunlar bize aradığımız tatminleri yaşatıyorlar.
Ancak aynı şeyi, hitap ettiği kitle itibariyle, fiyat düzeyleriyle, ulusal şöhretleriyle belirli bir seviyeye gelmiş balık restoranlarımız için söyleyemiyoruz.
Ünlü Gurme Yazar Vedat Milör, İzmir ve Çeşme’de o pek öğündüğümüz deniz kıyısı restoranlarını çok net eleştiriyor, hatta yetersiz buluyor.
“Bu restoranlar” diyor Milör, “Son 20 yılda üzerlerine bir tuğla bile koyamadı. Hep aynı anlayış, aynı kolaycılık”. Denizden çıkan taze balığı at ızgaranın üstüne, yanına haşlanmış ot, sebze, zeytinyağı, limonla servis et, bunu da bulunmaz, eşsiz lezzet diye pazarla.
Bakın, geleneksel lezzet başka bir şeydir, iddialı bir restoran olmak bambaşka.
Bu ikincisi yenilikçilik ister, emek gerektirir, uğraşmak gezip görmek, uygulamak zorluğu içerir.
Bizim marka restoranlarımız, “Mekanı tefriş ettik, tuvaleti temiz tuttuk, garsonun kılık kıyafetini düzelttik, tüm işimiz bitmiştir” diye düşünüyorlar.
Bir biçimde talep gördüklerinden mevcut menülerde yeniliğe, gelişime kendilerini kapalı tutuyorlar.
Şüphesiz bu durumun en önemli sebebi bu yerleri işletenlerin çoğunun “bilahare restorancı” olmalarıdır.
Mesleki görgülerinin kıtlığı, risk almaktan çekinmeleri, ufuksuzlukları... Ne derseniz deyin, neticede içleri bayıltan tek düzelikleriyle işi bilenlerin tokat gibi eleştirilerine müstahak oluyorlar.
Bizim gibi, İzmirlinin İzmirliye propagandasını seven insanlara da, galiba susmak, hak vermek ve çıplak gerçeği kabullenmek kalıyor.
Yazının Devamını Oku 