Sıtkı Şükürer

İşi satmak

18 Temmuz 2021
DEĞERLİ yazar Hasan Tahsin Kocabaş’ın son dönem yazılarında belirtildiği gibi 1922 yılında İzmir ve civarında servetler büyük ölçüde el değiştirmiştir.

Hıristiyan kesimden Müslüman ve Türk eşrafa intikal eden işyerleri de bahse konu sahipleri tarafından devam ettirilmemiştir. Esasında kalıcı olmama hali bugün de bir gelenek gibi devam etmekte, sermaye sürekli el değiştirmektedir. 1950’li yıllardan itibaren Marshall yardımıyla başlayan süreçte oluşmuş sanayi tesislerin kurucu ailelerinin çoğu yine hisselerini devrederek iş hayatından çekilmişlerdir. Anlaşılan, İzmir iş insanları kuşaklar boyu tüccar ve sanayici kalmayı hayal etmiyorlar. İstisnaları olsa da kişiler bir şekilde oluşturdukları iş düzenlerini belirli bir seviyede elden çıkartarak varlıklarını nakde dönüştürmeyi istiyorlar.
Bu neden böyledir? Neden insanlar iş yerlerini çocuklarına, torunlarına bırakmayı hedeflemezler?
Hani, “aldığım para bana yeter, ölümlü dünya, risk, stres nereye kadar, ya iş bozulursa, bu memlekette ne siyasi ne ekonomik istikrar yok zaten, ortaklar hiç anlaşamıyoruz” gibi gerekçelerle niçin kendilerini ikna edip erken emekliliğe hevesle geçiyorlar? Pek tabii beşeri sebepler dışında sosyolojik geri planın biçimlendirdiği zihin yapısı da bu kararlarda rol oynuyor. Böyle olunca iş-insan ilişkisi uzun soluklu olamıyor, oluşturulmuş değerlerden “acele vazgeçişler” yaşanıyor.
İşin sıkıntılı süreci çok kişide hisseler devredildikten sonra başlıyor. İşini “satan”lar kısa bir mutluluk evresinden sonra başka bir alana yönelmemişlerse bir boşluğa düşüyorlar. Aynı zamanda toplum içinde sahip oldukları “iş insanı prestijinin” giderek kaybolduğunu ve sosyal kimliklerinin yara aldığını, yaşamaya başlıyorlar. Bir süre sonra, biraz da kendilerini avutma adına genelde, küçük çaplı ticarete veya risksiz gördükleri gayrimenkul gibi işlerine yöneliyorlar. Kimi durumlarda da “hazıra dağ dayanmaz” deyiminin pratikleri yaşanıyor.
Neticede denilebilir ki; hayata karşı bu denli temkinli pozisyon almanın ekonomik ve sosyal anlamı tartışılmaya muhtaçtır. Esasında işi devretmek gibi radikal kararlar sadece hissedarların hakkı olmamalıdır. O iş yeri ki, beyaz ve mavi yaka çalışanları, tedarikçileri, müşterileri ile birlikte herkesi ilgilendirir. Patron, sadece o bütünün bir parçasıdır ve bütünü etkileyen bir kararı çok boyutlu düşünerek alması icap eder. Neyse, mülkiyet hakkına tabii ki kimse karışamaz. Ancak bu tercihte bulunanların İzmir ticaret kültürüne de olumsuz anlamda dokunduklarının farkında olmaları gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

İzmir deniz kentidir

11 Temmuz 2021
1 Temmuz Kabotaj Bayramı’dır. İzmirlilere denizle iç içe olmaları gereğini hatırlatan bir kutlama günüdür bu. Hakikaten kent içi ulaşımda neden daha fazla denizden yararlanmadığımızı hep konuşur dururuz.

 

Büyükşehir Belediyesi bu konuda çok çaba sarfediyor. Özellikle arabalı feribotlar vasıtasıyla 15 dakikaya inen seferler, Bostanlı ve Üçkuyular iskeleleri arasında çok rahatlatıcı fonksiyon icra ediyor. Bu hatta bir köprü yapılıp yapılmaması son 6-7 senedir çok tartışılmıştı. Tabii ki trafiği rahatlatan, sıkışıklığı azaltan her çözüm desteklenmeli. Ama artık dünyamıza her yatırım tercihinin, çevresel etkilerini göz önünde bulundurularak alınması birinci öncelik haline geldi. Kendi adımıza Gediz Deltası’ndaki kuşları, hele flamingoları görünce buralarda oluşabilecek en küçük bir zararın bile göze alınamayacağını düşüncesindeyiz. Bu sebeple köprü fikrine “heyecanlanmayanlar” safındayız.
İzmir körfezinin yüzülebilir hale gelmesi özellikle 1970’lerden beri bu kentte yaşayanların en büyük hayalidir. Tamam arıtma tesislerimiz yapılmıştır ama bir türlü istenen seviyelere gelemiyoruz.
Şimdilerde atık sularla yağmur sularını ayrıştırma, birincisinin arıtmaya ikincisinin körfeze verilmesi çalışmaları Büyükşehir Belediyesi tarafından hızla sürdürülüyor. Beklenti, bu yatırım tamamlandığında iç körfezin kendi kendini doğal sirkülasyonu ile temizlemesi. Yanısıra, körfeze akan nehirlerin ilk kaynak bölgelerinden itibaren denetleniyor olması önem taşıyor. Geçen hafta Tunç Soyer ve ekibi Kütahya, Uşak, Manisa il sınırları içinde Gediz’e deşarj edilen her türlü atık için neler yapılacağına dair bir dizi temas gerçekleştirdi.
Neticede, giderek anlıyoruz ki gezegenimiz küçük ve sınırlı. Bu ölçüde hoyrat davranılmasına artık tahammülü yok. Tüm dünya “Yeşil Mutabakat” diye çığlıklar atmaya başladı. Artık tabiata zarar vermek, giderek bir “insanlık suçu” haline dönüştürülmeli. İzmirliler bu konuda örnek olmak zorunda. Ama maalesef çok duyarlı olduğumuz söylenemez.
Şimdi yaz akşamları başladı. Bunun anlamı kordon kıyı boyunca “çekirdek kabuklarının” da mevsiminin başlıyor olması demektir. Pazartesi sabahları, belki de İzmir’in en güzel yeri “Narlıdere Sahil Evleri”nde bir yürüyüşe çıktığınızda etrafa saçılarak bırakılmış çöpleri görünce insan profilimiz konusunda iyimser duygularımız yerle bir oluyor.
Başa dönersek; İzmir için körfez hayati öneme sahip. Kalbimizden geçen, tertemiz plajları, yelkenli tekneleri ve en aşağı dört-beş marinası ile “Akdeniz incisi” unvanına geri dönme yolunda hayli mesafe almış bir İzmir. İzdeniz şirketi eski Levent Marina’yı kiraladıktan sonra yapmış olduğu düzenlemelerle harika bir “deniz kıyısı vahası” oluşturmuşlar. İçinde sosyal tesislerin, yüzme havuzunun ve “Nefes” adıyla çok özenli bir restoranın olduğu tesis bu sayede kentin “kıyı kalite envanterine” kazandırılmış.

Yazının Devamını Oku

Anlamaya çalışmak

4 Temmuz 2021
NE söylediğinden ziyade “nasıl söylediğin daha önemlidir” diye bir söz vardır. Çoğu kez “Doğrucu Davut”çu olmak çözümlenebilecek meseleleri kilitlemeye sürükler. Türkiye’nin dış politika üslubu son birkaç yıldır diplomatik esnekliğe yer bırakmayacak ölçüde sert olmaya başladı.

 

Tabii ki bu durum ülkeyi yönetenlerin “Devlet politikası” tercihidir. Bu neden böyledir, ne gibi yararlar umulmaktadır... mutlaka öncesinde değerlendirilmiştir. Ancak bu tutumun karşılıklı ilişkilere bir “gerginlik” yüklediği açıktır. Ak Parti iktidarının ilk dönemlerinde aksi bir dış politika uygulanıyordu. AB parlamentosunda üyeliğe yönelik çabalarımız teşvik ediliyordu. Ermenistan’la sınır kapılarının açılması, Suriye ile ileri dostluk ilişkileri dış dünyaya Türkiye’nin barışçı pozitif iklimini yayıyordu. Bu durumun sonucu doğrudan yabancı sermaye akımında rekorlar kırılıyor, Türk Lirası istikrar kazanıyor, tüm ekonomik parametreler iyiye gidişi işaret ediyordu.
Sonra hava değişmeye başladı. Bunda başta ABD olmak üzere dış dünyanın siyasi ve ekonomik tutumlarının farklılaşması rol oynadı.
Bağlı olarak dış dünya ile karşılıklı itibarsızlaşma politikaları giderek tırmanır oldu. Türkiye artık uyumlu bir ülke izlenimi verme gayreti içinde değildi. Tabii ki bu tavrın ekonomi alanına yansımaları olumsuz olacaktı. Bugün sıradan insanlar uluslararası toplumla mesafeli olunmanın ne gibi bir yarar hesabı ile tercih edildiğini anlamaya çalışıyor. Böylesi konularda yeteri kadar bilgi sahibi olmadan, genel çerçevede hükümler oluşturmak hiç şüphesiz doğru değildir. Aradığımız cevap; uzmanların, tarihçilerin ve yayınlanırsa otobiyografik eserlerin açıklamaları ve değerlendirmeleri ile aydınlanır.

 

 

“KADİM HEMŞEHRİ” PLAKETİ

GEÇENLERDE usta gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş “İzmirliyim diyenlerin çok düşük yüzdesinin dedesi İzmir’de doğmuştur” diye yazarak 8500 yıllık kentin insanlarının kadim yerleşik olmadığını, hatırlatıyordu. Hakikaten pek azımız, bırakın bir üst kuşağı, halen kendi doğduğumuz evde yaşıyor. Kent’in en eskileri, gayrimüslüm yerleşikler hariç, çok büyük ölçüde “mübadele” ile gelenlerdir.

Yazının Devamını Oku

Gazeteci dediğin

27 Haziran 2021
BİR gazeteci; vatanına, milletine aşık olduğunu her daim söylemesin, dinine, diyanetine uygun bir yaşamı eş zamanlı sürdürdüğünü gözümüze sokmasın, ezilenlere dair duyarlılığı sadece bir kesimle sınırlı tutmasın, enternasyonalist olduğu iddiası ile yaşadığı ortamın gerçeklerinden kopuk yaklaşımlar türetmesin, olması gerekeni “meziyet” diye pazarlayarak “doğru, dürüst” olunduğuna dair bir imaj dayatmasın, laf ebesi yeteneklere sahip olmayı mesleğinin yeter şartı saymasın...

 


Bir gazeteci; vicdan sahibi olsun, demokrat olsun, araştırsın, teyit etsin, dik dursun, işinin gerektirdiği moral değerlere sahip olsun, o değerleri korumanın tatmini ile mutlu olsun, bir kamu hizmeti yaptığının bilincinde olsun, geçim kaygısının onu zedelemesine imkan tanımasın, yazılarında, röportajlarında muhatabı karşısında ön yargısız ve objektif olsun, hiçbir politik görüşün ve ideolojinin askeri olmasın...
Bir amatör köşe yazarı olarak gazetecilik mesleğinden anladığım bunlardır. Kutsal olan halkın haber alma hakkıdır. Gazeteci sadece bu işin “vasıtası”dır. Ötesi rol çalmaktır, had aşmaktır. Gazeteci mesleğin dışına taşmaya görsün nereye savrulacağı belli olmaz.

------------

KAPI DUVAR

YAŞAM içerisinde bir hareketlilik oluşabilmesi için “etkiye tepki” gerekir. İçinizde istediğiniz kadar öfke biriktirin, hiddet gösterin, şayet karşınızdaki hiçbir tepki vermiyorsa durumda bir değişiklik olmaz. Ülke siyasetimiz de bu esas geçerlidir. Muhalefetten sosyal medyaya sıkıntılı görülen konuları gündeme getirerek sarsıcı sonuçlar doğurmasını bekleyenler, muhatap aldıkları nezdinde kaale bile alınmıyor ve hiçbir şey olmuyorsa, bu durum demokrasileri “dumur”a uğratır.

Yazının Devamını Oku

Bitti güzelim dizi

20 Haziran 2021
NECİP halkımızın en büyük eğlencesidir televizyon dizileri.

 

Türkiye bu konuda çok üretken. Sektör, hele dizi tutulmuşsa kendi yıldızlarını yaratıyor, yapımcısına yurtiçi-yurtdışı para kazandırıyor, hepsinden önemlisi izleyenlerine hoş vakitler geçirtiyor. Bu sektörde rekabet çok yoğun ve acımasız. Şayet umulan reytingler elde edilmese, genelde 13 hafta sonunda yayından kaldırılıyor. İşte bu noktada, yani tutmayan dizinin apar-topar bitirilmesi, bir şekilde onu izleme alışkanlığı edinmiş insanlara karşı nezaketsiz bir durum oluşturuyor. Esasında tantanalı reklamlarla başlayacağı ilan edilen bir dizi izleyicileri yazılı olmayan bir sözleşmeye davet ediyor demektir. Onun davetine icap edenlere karşı bu anlamıyla yapımcının artık bir vecibesi oluşur.
Bu konuya nereden geldik? Bir kanalımızda son derece absürt “batman-superman” karışımı üstün güçleri olan bir kişiyi konu alan yerli yapım bir dizi başlamıştı. Dizi öylesine fütursuzdu ki, tıpkı Cüneyt Arkın’ın “Dünyayı Kurtaran Adam” filmi gibi, dünya çapında “absürt literatüre” girecek bir potansiyel içeriyordu.
Kahramanımız bir vuruşta on kişiyi yere serdikçe bu türün müptelası olan bizler keyifleniyorduk. Bir ara nedense diziyi özel kılan bu değerin farkında olmayan yapımcılar senaristlere müdahale etmişlerdi.
Jenerikte danışman olarak sektörün saygın senaryo yazarı Ahmet Yurdakul’un ismini görünce, eyvah dedik, şimdi dizimiz mantıklı, derli-toplu bir hale dönüşecek, “tutarsız tutarlılığı” mundar edilecek. Nitekim gelişmelerde o şekle dönüşmeye başlamıştı. Bereket ki bahse konu danışman birkaç bölüm sonra diziden ayrıldı. Tekrar eski mutlu günlere dönmüştük. “Akıncı”mız asıp kesiyordu ki, halkımız maalesef bu mümtaz eserin kıymetini takdir etmedi. Bu sebeple bir anda “sezon finali” yapıldı ve tüm karakterler rol gereği öldürüldü, yok edildi. Şimdi soruyoruz, bu “emri vaki” azınlıkta kaldık diye bizim gibilere yapılan açık haksızlık(!) değil midir?

 

KSK’DE ÖNEMLİ GELİŞMELER

İZMİR futbolu üzerinde ısrarla durmaya çalışıyoruz. Göztepe ve Altınordu örneğinden “şirketleşme” olgusunun önemini hep vurguladık. Çok güçlü bir camia olan Karşıyaka’da da bu anlamıyla olumlu gelişmeler yaşanmaya başladı. Eski başkanlardan Cenk Karace’nin önderliğinde kulübe gönül vermiş iş insanları 100 milyon TL sermayeli bir şirket kurma yolunda hayli mesafe aldılar. Bahse konu şirket dernekten Futbol şubesini sınırlı bir süre için aktif ve pasifiyle devir almayı hedefliyor. Tabii ki konu, önce dernek genel kurulunun onayı, sonrasında başta Türkiye Futbol Federasyonu izni olmak üzere bir takım hukuki prosedürleri gerektiriyor. Öncelikle belirtelim ki bu fedakâr girişimi yürekten alkışlıyoruz. “Kaf Kaf” ne denli büyük bir camia olduğunu bir kere daha gösteriyor. Kurulacak şirket 25.000 TL’lik sermaye paylarından oluşuyor ve hiçbir kişinin hissesinin yüzde 5’i geçmemesi öngörülüyor. Yıllar boyu Yaşar Holding’in milyonlarca dolara ulaşmış desteklerine ilaveten ilk defa bu boyutta toplu bir çaba her Karşıyakalıyı mutlu ediyor, iyi günlerin kısa zamanda geleceğine dair umutlandırıyor.

Yazının Devamını Oku

Vesayet fanusunun narin çiçekleriydik

13 Haziran 2021
BELİRLİ bir yaşta olanlarımızda hep bir söylemimiz vardır.

 

Çocukluğumuzun mütevazi koşullarda geçtiğinden dem vururuz. Aynı zamanda, kimsenin diğerinin dinini, mezhebini sorgulamadığını, ötesinde farkını dahi bilmediğini belirtir dururuz. Buradan hareketle, günümüzde nereden nereye geldiğimize hayıflanır, o zamanları yücelterek anarız. Hani ima ettiğimiz şekliyle, kişilerin birbirleriyle “birey” kimlikleri itibariyle, “insan” oluşlarının yeterliliği üzerinden ilişki kuruyor olması, tabii ki müthiş bir medeni seviyedir. Ancak “geçmiş” gerçekte böyle miydi?
1970’ler ve öncesinde Türkiye dışa kapalı bir ülkeydi. “Genç Cumhuriyet” toplumu kendi değerlerine göre biçimliyordu. Eğitim ve kültür politikaları ile rejime uyumlu kitleler, “geçmişleriyle mesafelendirilmiş” insanlar haline dönüştürülmüşlerdi. Kişi başı gelirin 1000 dolarlara zor ulaştığı “statik” bir toplumda “sorgulama ihtiyacından” arındırılmış zihinler hesapta “huzur” içinde yaşıyorlardı. Oysa Alevilerin kendi kimliklerini gizleme ihtiyacı içine sokulduğu, Yahudilerin 1946 varlık vergisi mezaliminden söz edilmesini kendilerine bile yasakladıkları, Dersim’de yaşananlardan, hatta 1980’lerde Diyarbakır cezaevinde insanlık dışı acılardan bihaber bırakılmamız, kimi dindar çevrelere uygulanan baskılar... Bunların hiç biri ne derdimizdi ne de merak ediyorduk.
Bizler; Süryanilerin, Ermenilerin, Pontusluların, mübadelenin, bu sebeple yaşanan insani dramların ne ayırdında olduk, ne de doğru bilgimiz vardı. Açıkça, verildiği ile yetinen mazbut insanlardık. Bu anlamıyla böylesi makbul addedilirse, evet o günlerde hem mutlu, hem huzurluyduk. Neyse; bu eleştirisel bakış tabii ki Cumhuriyet’in kazanımlarını gölgede bırakmaz. 1920’lerin şartlarında darmadağın olmuş bir toplumdan bir millet, ötesinde bir devlet oluşturmak, İttihat Terakki ile başlayan “katı tercih”leri dayatmış olabilir. Ama her “tercih” beraberinde “vazgeçişleri” getirmiştir. O vazgeçişler ki, bu coğrafyanın tarihi boyunca gördüğü en kapsamlı tedbirlerin ve sosyolojik inkârların hayata geçirilmesi şeklinde olmuştur. Bu sebeple “yaralar kolay kapanmıyor.”
Dediğimiz gibi; Cumhuriyet’in olumlu katkıları tartışılmaz. En azından “laiklik” kalitesini kazandırma çabası bile çok önemlidir. Ama, bugüne yansıyan sıkıntılarda onun da payı vardır ki; jakoben tabiatı icabı toplumda demokrasi kültürünün oluşmasını teşvik etmemesi en temel eksikliğidir.

 

KADIN MAKAM ŞÖFÖRLERİ

Yazının Devamını Oku

Resmi tarihçiler

6 Haziran 2021
BU ülkede resmi tarih tezlerini savunanların genel olarak farklı görüş sahiplerine yönelik üstten bakan, tahammülsüz bir tavırları söz konusudur.

Devlete yaslanmanın getirdiği özgüvenle, yaklaşımlarına karşı duranlara hakarete varan ölçüde saldırgan üslup kullanırlar. Hiç şüphesiz, aykırı görüşleri savunanların da her zaman haklı olması söz konusu değildir. Genelde hakim otoriteler kendi devamlılıkları için tarihsel doğruları manipüle etme yolunu tercih ederler. Bazen bu çarpıtmanın dozu kaçar ve yaratılan hikayelerle zihinler adeta inşa edilerek biçimlendirilir. Bu süreçlerde kitlelerin “merak” yeteneği dumura uğratılır, hamasetle sıvanan “uyduruk tarih” “fiktif hakikate” teslim edilir. Ancak birileri mutlaka bu esaretten firar eder ve ortaya çıkarak “kral çıplak” der. İşte bu noktada, aniden en acımasız linçler, küfürler, horlamalar, vatan haini yaftalamaları başlar. Hani, halk kitlelerinden statükonun her boyutuna, bu tepkileri anlamak mümkündür. Ama bilimsel bir eda ile ortaya çıkan resmi tarihçilerin gayretkeşlikleri hayret ötesi bir eğlenceye dönüşür.
Diyeceğimiz, resmi tarihçiler, istisnalar hariç, entelektüel namuslarını pazara çıkartmış, “kadrolu palavra imalatçıları” dır. Devran değişmedikçe de “muteber araştırmacı” muamelesi görürler

 

Gavur İzmir

TÜRKİYE geniş bir coğrafya. Her bir yerleşim yerinin yaşayanları muhtelif namlarla anılmaktan hoşlanırlar. Örneğin; Gakkuşlar, Dadaşlar, Yiğidolar gibi tanımlamalar hem bir aidiyeti işaretler hem de bölge insanını onere eder. Aynı türden bir tanımlamada, mevzu İzmir olunca akla nedense “Gâvur İzmir” gelir. Bu söylemde biraz kıskançlık, biraz bastırılan hayranlık ama manşet ifadede küçümseme hatta yurtseverliği sorgulama gayreti görülür. Oysa “Gâvur İzmir” nitelenmesi bizim gökyüzümüzde olumsuz bir çağrışım içermez. Aksine, genetik kodlarında yer alan çok kültürlülüğün bugüne dair bir kalite deklarasyonudur. Gâvur İzmir; batıya açık bir zihin yapısının, açık toplum olmanın, özgürlüğü teneffüs edebilmenin bizim topraklarımızın mutadı ve vazgeçilmezi olduğunun mesajını içerir ve övünç tınısı ile keyifle sahiplenilir.
Günümüze dair algımız böyle olmakla birlikte, tarihsel olarak “Gavur İzmir” deyiminin 14. yüzyılda Haçlı St John şövalyelerinin İzmir’in bir kısmına hakim olmalarına dayandığı söylenir. Onların kontrol ettiği bölgeyi tarif eden bir deyiştir. Pek tabii “mübadele”ye kadar olan süreçte gayrimüslim nüfusun Anadolu’nun diğer yerlerinden farklı olarak hem sayısal hem de ekonomik olarak yoğun ve güçlü olmaları bu nitelemede rol oynamıştır. Neticede “batıya açılan pencere” unvanı boşa söylenmiyor. İzmir, tam bu sebeple çok renkliliğin ve demokrasi umudunun hiç yitirilmeyeceği sembol topraklarıdır.

 

İçe dönük yaşamaya alıştık

Yazının Devamını Oku

Futbol İzmir’le özdeştir

30 Mayıs 2021
İZMİR futbolu ciddi bir atak içerisinde. Göztepe ve Altınordu bu fitili ateşleyen kulüpler. Göztepe, Mehmet Sepil kulübün hisselerini aldıktan sonra büyük yürüyüşüne başladı.

Bu yıl süper ligin güçlü bir takımıydı. Sayın Sepil’in bu süreçte çok mücadele verdiği biliniyor. Bu ülkede, pek çok şeyde olduğu gibi, futbol dünyasının da maalesef yıpratıcı zorlukları vardır. Yaşadıklarının detayını bilmesek de tüm bunların Sevgili Sepil’de bir birikim yarattığı anlaşılıyor. O sebeple kulüp yönetiminden ayrılacağını anons etti. Yükselen İzmir futbolunun bayraktarlarından olan Mehmet Sepil’in bu kararından vazgeçirilmesi önem taşıyor. Umarız sevgili başkan ikna edilir.
Diğer bir futbol şövalyemiz Altınordu Başkanı Mehmet Özkan. Altınordu, bugün alt yapı tesisleri, ortaya konulan felsefesi, uygulamada elde ettiği harika sonuçlar ile tam bir “yetiştirici kulüp” hüviyetinde.
Kurumsal bir anlayışla planlı hareket edilince, “başarı” size talip oluyor. Nitekim genç oyuncularıyla yakın gelecekde Süper Lig’de fırtınalar estireceklerdir.
Altay’a gelince. O her zaman “Büyük Altay”dır. Fedakâr başkanları Özgür Ekmekçioğlu ile birlikte yeni sezonla birlikte Süper Lig’in en dişli takımlarından olacaklar. Sevgili Mustafa Denizli’nin de takımını sahiplenmesi ilave bir motivasyon oluşturdu. Karşıyaka’nın da bahse konu uyanışın dışında kalması düşünülemez. Basketbolda Yaşar Holding sayesinde Pınar Karşıyaka iftihar vesilemiz. Futbolun mevcut durumu camiayı üzüyor. Şimdilerde şirketleşme çalışmaları yeniden başlıyor. Göztepe ve Altınordu tecrübeleri ile gerek KSK’nin gerekse Altay’ın doğru modellerle “şirketleşme” olgusundan uzak kalmaması gerekir. İzmirspor, Buca, Menemen aynı şekilde İzmir futbolunu zenginleştiren camialar.
Özetle; asırlık kulüpler, şanlı geçmişler, meftun taraftarlar, akil camia büyükleri ile İzmir takımlarının ülke futboluna damga vuracağı günler çok yakın görünüyor.

 

Kulüpler kent emanetidir

FUTBOL kulüpleri, hele İzmir’de olduğu gibi “asırlık” oluşumlarsa her biri bir kent değeridir. Hal böyle olunca bu yapıların mülkiyeti anonimdir. Yani herkesin kent aidiyetine ilişkin bilinçli ve duygusal bütünlüklerinin bir parçasıdır. Mevzuyu futbol kulüplerinin şirketleşme olgusuna getirmek istiyoruz.

Yazının Devamını Oku