450 milyon dolarlık bir yatırımla, 270 mağaza ve 79.600 metrekarelik bir ticari alan, 5 yıldızlı bir otel ve 20.000 metrekarelik şehir parkı, üstelik 4000 kişiye istihdam olanağı sağlayarak kent envanterine dahil oldu. Tamam, o bölgenin trafiğine yönelik bir takım olumsuzluklar yaşanacaktır. Maalesef meslek odalarının başvurusu üzerine yargı kararı ile orada bir katlı kavşak düzenlemesi yasaklanmış durumda.
Neyse, esas konu bu değil.
İzmir’imizi değerlendirenler hep şehir içi cazibesinin eksik olduğunu belirtirler. Yabancıların bile, gemilerle geldiklerinde, doğrudan Efes-Bergama yapıp geri döndüklerinden söz edilmiştir. Tabii ki bu eksikliğin bilincinde olarak temiz bir körfez, marinalar, otantik Kemeraltı ve benzer çabalar devam etmektedir. Ama muhteşem bir AVM de hiç şüphesiz bu kente katılan bir değerdir. Bulunduğu yeri eleştirebilirsiniz, ancak 450 milyon dolarlık bir yatırımın yatırımcısı muhtemelen bu sayede ikna olmuştur.
Bu arada şehir merkezine geçmişte bu tutarda özel sektör yatırımını başka kimler yapmıştır, hatırlamıyoruz.
Umarız bugünün ekonomik ve pandemi koşullarında bu işin fizibilitesi tutar.
Neyse, o bizim işimiz değil. Konumuza dönersek;
Bilahare, insan olma vasfımızı zenginleştiren Türk, Kürt, Alevi, Sünni ve ilave tüm sosyal kimliklerimizle yaşlı gezegenimize yerleşik, sınırlı ömrünü yaşayan, düşünme yetisi ile donatılmış ayrıcalıklı özel “varlıklarız”.
Aynı zamanda, her canlı gibi “doğan, üreyen, ölen” ve neslinin bayrağını ileriye doğru taşımaktan başka kozmik görevi olmayan bir “sıradanız”.
Yerküremizin tüm canlılarının uyduğu doğal dengeyi örnek almama konusunda ısrarını sürdüren ve bahse konu sıradanlığın bir türlü idrakine eremeyen, hadsiz, huzursuz, meraklı “yaratıklarız”.
Öyle olduğumuz içindir ki, kirleten, yok eden, ihtiyacını aşan, doğal dengeye saldıran, çok muhtemel bir “genetik karambol” kimliğiyle belasını arayan, bulması vakit almayacak “lüzumsuzlarız”.
Tablo bu kadar açık olmasına rağmen neden insanoğlu “dünyaya” hoyrat davranmaya devam ediyor?
Sınırlı sayıda ülke durumun vahametinin farkında olsa da, ülkelerin tamamına yakını büyük bir “aymazlık” içinde gemiyi batırmak için elinden geleni yapıyor.
İşin enteresanı, toplumlar zenginleşirken bireylerin insanlığa dair sorumluluklarının evrilmesi bir “duyarlılık” şeklinde gelişmiyor, aksine bir “bencillik” anlayışıyla doğaya saygısızlık katmerleşiyor.
2023 yılında hem cumhurbaşkanlığı, hem de parlamento seçimleri var.
Mevzuat gereği seçimlerle ilgili kanun değişiklikleri bir yıl geçtikten sonra uygulanıyor.
AK Parti iktidarı bu yolu tercih ederse 2022’nin ilk altı ayı içinde bir aksiyon alması gerekecektir.
Bilindiği üzere seçim barajının yüzde 10’dan yüzde 7’ye indirileceği deklare edildi.
Bu oran anketlere göre MHP ve HDP’nin elini rahatlatıyor.
Ama Saadet, DEVA, Gelecek partileri için yeterli gözükmüyor.
Bahse konu partiler için “ittifak” çatısı altında seçime girmek, şartlar değişmediği takdirde Meclis’e girebilmenin tek çözümü gibi duruyor.
“Cumhurbaşkanlığı makamı” gibi sadece ağır sıkletlerin boy gösterebileceği bir müsabakadan söz ediyoruz.
“Millet İttifakı”, seçilmesi halinde adayından bir an önce parlamenter sisteme dönüş için gerekenleri yapmasını bekliyor. Bu maksatla “görevlendirilmiş köprü aday”dan rakibiyle mücadele etmesi isteniyor.
Bilinen avantajları ile Sayın Erdoğan’ın bu şartlarda ilk turda bile seçilmesi sürpriz olmaz.
Muhalefetin stratejisi, niyet halis olsa da, çok katmanlı ve karmaşık duruyor. “Seçim zaferi” maksimum kapasitelerin ortaya sürülmesini gerektirir. “Cumhur İttifakı” bu konuda tecrübelidir. Bu seçimin onlar için “telafisi” yoktur, tüm güçleriyle galibiyete yüklenecekleridir. Buna mukabil muhalefet “düşük enerjili endirekt” söylemine mahkûm kalacaktır.
Siyaset pratiğinde bu tür retoriğinin pek işlediği görülmemiştir. Normalde her partinin ilk turda ayrı seçime girmesi, ikinci tura kalınırsa mutabık kalınan liderin desteklenmesi beklenir. Halkın öncelikli beklentisi “kuvvetler ayrılığı, parlamenter demokrasi ve benzeri talepler” değil, doğrudan yaşamına etki eden “ekonomik siyasi sosyal” sorunlarının nasıl giderileceğidir. Diğer bir yönüyle de siyaset “güce talip olmak”, “inanç haresi yaratabilmek”tir.
Gerekçesi ne olursa olsun bu imkâna mesafelenme izah güçlüğü içerir, zafiyet olarak algılanır.
Bu yapı “ulus-devlet” esasına göre kurulmuştur. İki temel ilkesi vardır. Birincisi “Türklük” kimliği üzerinden bir konsolidasyon sağlamak, ikincisi “laiklik” ilkesini esas almak. Birinci ilke “gayrimüslimleri” tasfiye etmek, “Kürtleri” ise sindirmek sistematiği üzerinden işlemiştir. İkinci ilke, gerçek bir laiklikten ziyade Diyanet denetimli bir din yönetimi şeklinde tecelli etmiştir. Bu politikalar ne Kürtleri ne de muhafazakârları mutlu etmiştir. Muhafazakârlar bir biçimde iktidar fırsatı yakalamış ve kurucu irade ile hesaplaşmışlardır. Gelinen noktada, CHP muhafazakârların gücünü kabul etmiş, büyük ölçüde ortak bir zeminde yaşayabileceklerine rızaları oluşmuştur. Şimdi aynı gerçekçi tutum Kürtlerle olan kimlik ilişkilerinde de beklenmektedir.
CHP’nin, HDP’yi meşru temsilci olarak işaret etmesi bu niyetin göstergesidir. Ancak gerek CHP içindeki ortodoks unsurlar, gerekse milliyetçi partiler Kürtler konusunda katı tutumlarını sürdürür gözükmektedir. İYİ Parti milliyetçi bir kökten geliyorsa da “merkez sağ” oylarına talip olduğundan, bahse konu meselelerde, tıpkı CHP gibi, nispi bir esnek tutum alabilir.
Neticede CHP, iki temel Cumhuriyet paradigması konusunda “kelepçelerini çözerek”, kendine iktidar yolunu açarken, Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda özlenen başlangıç ivmesine sahip olabilir.
Bu anlamıyla, muhtemel koalisyon ortağı ile (İYİ Parti) bu konunun, cesur ve gerçekçi bir şekilde konuşulması ve kamuoyuna deklare edilmesi gerekir. Aksi taktirde “HDP’yi meşru temsilci kabul etmek”, cümlesi havada kalır.
Kürtlerin taleplerine gelince; HDP 10 madde halinde bunları açıklamıştır. Kritik konu, “anadilde eğitim” ve “güçlendirilmiş yerel yönetimler”dir. “Anadilde eğitim” demokrat zihinler için bir “kâbus” maddesi değildir. Hatta neden karşı çıkıldığının anlaşılması zordur. Diğer konu ile ilgili, zaten Türk Devleti; 1988’de imza koyup, bazı çekingelerle 1992’de onayladığı Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile gereken mesafeyi almıştır. Hiç olmadığı kadar demokratikleşmek için şartlar olgunlaşmaya başlamıştır
----
SEÇİM ÇÖZÜMÜ TETİKLER
ABDULLAH Öcalan ve doğal olarak PKK, Kürt meselelerinde muhatap alınabilir mi? Sayın Kılçdaroğlu bu hususlarla ilgili, vurguladığımız gibi meclisi ve meşru temsilci HDP’yi işaret ediyor. Türkiye’nin en hassas konularının başında gelen bir kronik problem Kürt meselesi. Devlet 1984 yılından itibaren bölgede yoğun bir silahlı mücadele veriyor. Bu uğurda on binlerce insanımız hayatını kaybetti, sakat kaldı, aileleri perişan oldu. Ama bir yandan da gayri resmi olarak bahse konu yapılarla ilişkiler sürdürüldü. 2015 yılında kapsamlı bir çözüm inisiyatifi geliştirildi. Bu dönemde Oslo Görüşmeleri, Nevruz mesajları, türküler, şarkılar, adeta bir beyaz sahifenin açılacağı bir barış ortamı oluşturulmuştu.
Ama birlikte bir arada yaşama iradesini “mecburiyet” üzerinden tanımlamak rehabilite edilmeye muhtaç bir “eksikliktir.” Hani “tasada, kıvançta” diye başlayan “ülkü birliğini” geçiniz, ülke tasavvurunda “asgari müşterek” temin edilmeden geleceğe umutla bakmak sürdürülebilir değildir. Bahse konu eksikliğin üçüncü bir tarafını da tabii ki unutmamalıyız. Bu ülkenin kadim vatandaşı olan on milyonlarca “Kürt” kendi kimliklerine dair evrensel demokrasinin tarif ettiği şekliyle makul haklara sahip olmak istiyorlar. Bu son sorun an itibari ile “buzdolabında”dır. Neyse, Süleyman Demirel’in meşhur tespitindeki gibi “olacaklar için olamayacakları yaşamak gerekiyor.”
Bu ülke Osmanlı’dan itibaren çok şeyi yaşadı. Sevr, Lozan, 12 Eylül öncesi dönemler, 15 Temmuz’lardan geçti, bugünlere ulaştı. Gelinen noktada “olması gereken” hususunda ne ölçüde “akıllandık”, maalesef çok iyimser olamıyoruz. Herkesin kendi köşesine çekildiği, gettolaşmış bir Türkiye asla huzur vaat edemez. Bir-iki yıl içinde seçimler yapılacak. Her kim iktidar olacaksa, en önde gelen misyonu, siyasi bedel ödemeyi göze alarak toplumumuzu asgari müştereklerinde bütünleştirmek olmalı.
İnsanlarımızın birbirini hissetmesini sağlayan, ortak hedeflerde heyecanlandıran yeni bir Türkiye silkelenmesine ihtiyacımız var. An itibari ile taraflar “her koyun kendi bacağından asılır” yaklaşımı içinde, kendi torunlarının geleceğine kurşun sıkıyor, istikrarsız, tatsız, tuzsuz bir tuhaf ülke oluşumuna “bencil zehrini” boşaltıyor.
----
Süslü kadınlar etkinliği
BİLİNDİĞİ üzere birkaç yıldır bir etkinlik ile laik kesimin kadınları, bakımlı halleri ve bisikletleri ile “özgür ruh”larını kamuoyu ile paylaşıyorlar. İyi yapıyorlar. Ama bu etkinliğin sosyolojik geri planı çok kişinin gözünden kaçmıyor. “Bu ülkede biz de varız” derken, karşı tarafla ilişkilerini “tahammül” esası üzerinden tarifleyen bir dik duruş çabası kolaylıkla tespit edilebiliyor.
İşte bu noktada ülkemize dair bakış açılarında iki farklı temel yaklaşım ortaya çıkıyor.
Birinci anlayışta bu ülke insanına yönelik “kötümser kanaatler” hakim. Bu görüşlerini gerekçelendirirken sosyokültürel yapımızın bilimden sanata, demokrasiden insan haklarına, batı toplumları gibi biçimlenmediğini belirtiyorlar. Münferit örneklerin bu tabloyu değiştirmeye yetmediğini, ideal söylemlerin sadece kağıt üzerinde kalmaya mahkûm olduğunu, ekliyorlar. Bu bakış açısı, “teslimiyetçi” bir tutumdur. Bu ülke insanının medeni toplumların seviyesine ulaşması mümkün değilse, o zaman hep birlikte “dükkânı kapatmak” daha anlamlıdır. Diğer bir anlayış ise, insana dair umut taşır. Tabii ki toplumların silkinmesi ve her yönüyle pozitif bir iklime geçişi bir anda olabilecek bir şey değildir. Burada en kritik husus, insan denen varlığın “doğrunun” ne olduğuna dair her daim bir “fikrinin” ya da en azından “sezgisinin” olduğunu kabul ediyor olmaktır. Hele kadim Anadolu insanının, hani şartlar onu “kurnazlığa” yöneltmiş olsa da, “gelişmişliğin” hemen her konuda “düzgün” olmaktan geçtiğinin farkında olmaması düşünülemez. Bu anlamıyla, “olması gereken”e doğru bir çaba göstermelerinin artık zamanı gelmiştir. Bu çevrede yılların baskıcı yönetimleri ile küllenmiş özgüvenlerini kazanabilmeleri için “demokrasi” ırmağı ile sürekli yıkanmalarının temini gerekiyor.
Pek tabii, bahse konu durum kendiliğinden zor oluşur. Bu sebeple, toplum önderlerine, siyasetçilere önemli bir görev düşmektedir.
------
ÇEKİRDEK KABUKLARI
İZMİR denizi hissederek yaşamayı seven bir kent. Hele kolaycılığa kaçıp kentin tarihsel kıyı bandını doldurduktan sonra ilave ortamlar oluştu. Ancak buraları öncesinde konut mahalleriydi. Şimdi, hem insanların buluşma ortamı, hem restoranların, kafelerin yoğunlaştığı yerler, hem zaman zaman miting alanları... Ez cümle bir koltuğa kırk karpuzun sığdırılmaya çalışıldığı alanlar olmaya başladı.
Hele bir 2022 yılını idrak edelim, “sandık heyecanı” hepten ülkeyi saracak. Bu hallerimiz, hani kalitesini çok tartışsak da, demokrasimiz açısından çok iyi bir şey. “Halkın gözüne girmenin” en temel kriter olduğunu hissettiriyor. Bu ülke bir biçimde seçim sandığını korumayı hep bildi. Hani, manipülasyonlar yapılıyor, rekabet koşulları eşit olmuyor, bazen oyun başladıktan sonra kurallar değiştiriliyor, oy güvenliği konusunda sesler yükseliyor... Ama neticede kabul edilebilir bir seçim, öyle ya da böyle yapılabiliyor.
Bu seçimler öncekilerden daha farklı olacak. 20 yıllık bir iktidar, hele “Başkanlık” sistemi geldikten sonra bir kere daha kazanmayı hedefleyecek. Buna mukabil, muhalefet değişim zamanının geldiği kanaatiyle seçime yüksek motivasyonla asılacak. Çok partili dönemde aynı siyasi partinin hiç bu kadar kesintisiz iktidar süreci olmamıştı. Bu yönü itibariyle demokrasimiz özel bir sınava hazırlanıyor. Sınav derken, şayet iktidar değişirse sancısız bir devir teslimi kastediyoruz. Bu konuda bir sıkıntı olabileceğini düşünmek bile son derece yanlıştır. Demokrasinin en önemli unsuru “değişim” dinamiğini canlı tutabilmesindedir.
AK Parti’nin 2002 yılında iktidara gelmesi Türkiye açısından yepyeni bir sürecin başlamasıydı.
Muhafazakarlar cumhuriyet dönemi boyunca tek başlarına ilk defa iktidar fırsatını elde etmişlerdi.
Bu sebeple zor ve çalkantılı zamanlar yaşanacağı bekleniyordu. Aradan geçen 19 yıl boyunca Cumhuriyet’in ortodoks değerlerinden askeri vesayete hakikaten “köprülerin altından çok sular aktı.”
Hani bir ekstremden diğerine savrulduğumuzu söyleyenlerimiz çoktur. Belki de “toplumsal mutabakata” varabilmek, diğer değişle “denizlerin durulması”nı temin için “dalgalanması” mukadderdi.