Tabii ki çok değerli konuşmacılarla aşağıda kısa notlarla belirttiğimiz ilginç ve renkli tespitler yapıldı.
* Asgari ücret belirlenirken, o işçi o kadarlık katma değer yaratıyor mu diye de bakmak gerekir. Üretimi artırmadan sadece bölüşümü konuşmak doğru değildir. * Ülkenin geleceğine bakmak gerekir, sadece “mıntıka” temizliğine odaklanmak eksiktir. * Türkiye’yi konuşuyorsak “serbest dil kopuşuna” ihtiyaç vardır. * Dünya; pandemi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi nedenlerle soğuk savaş ortamına sürüklenirse, Türkiye hangi blokta yer almalıdır? * Dünya artık “eşitsizlik toleransının” azaldığı bir yer haline gelmiştir. * Dünya ileriye doğru sıçrıyor. Ama ilerisi bir “bilinmeyen”dir.
* Teşvik tedbirleri daha ziyade sanayiciye. Her teşvik enflasyon yaratır, bedelini de az teşvik alan çiftçi öder. * Türkiye’de insanlar “iş bulamadığı” için mecburen “girişimci” olmaya yöneliyor. * Almanya’nın iş karakteri büyük firmalara, ABD’nin ise start-up’lara dayanır. Türkiye’nin iş DNA’sı acaba ne olmalıdır? * Türkiye “inovasyon mu, imitasyon mu” tercihinde, tıpkı Güney Kore gibi ikincisine odaklanmalıdır. * Ne yapılırsa, “kazan,kazan,kazan” kuralı, “üreten, tüketen ve gezegen” esas alınmalıdır. * “Ahlak ayak izi”, “karbon ayak izinden” daha önemlidir. * Tarımın artık neoliberal anlayışlarla ele alınma devri geçmiştir. * Bir ABD olmak için 30 yıl boyunca, sektirmeden her yıl yüzde 15 büyümek lazımdır. * İnovasyon kaliteli beşeri sermaye gerektirir. Bizim üniversitelerin hali ortadayken bu mümkün gözükmüyor. * Türkiye coğrafi konumu nedeniyle çok acılar çekti. “Bedeli ödenmiş bir jeopolitiğin” karşılığını alacağımız dönemler artık gelmeli. * “Orta gelir tuzağı” kavramı artık anlamsız. Zira “Orta Direk” artık yok. * Ortak akıl önemlidir. En büyük faydası da “anlaşılamayan” konuları saptamasıdır. * Ortak akıl ararken aşırı “uyum” yakalanmışsa bu kötüdür. Onun yerine “rıza” kavramı yeterli addedilmelidir. * Türkiye “küresel bilinçle” değerlendirilmelidir. * Bugün ortak akıla değil “yeni akıl”a ihtiyaç vardır. * Dünyanın geleceğini değerlendirirken “gelişmişlik endeksi” yerine “mutluluk endeksi” ön plana çıkacaktır. * Hareketsiz timsah çanta olur.
Öncelikle belirtelim ki tüm dünyada artık “liberal” ekonomik programların geçerliliği tartışılmaya, hatta terk edilmeye başlandı. Fukuyama’nın meşhur “Tarihin Sonu” eserinde her türden sosyal siyasal ve ekonomik içeriği ile liberal anlayışlar adeta kutsanıyordu. Ancak yaşanan gelişmeler bu anlayışı teyit etmedi. 2000’li yılların başında ülkede yaşadığımız kriz sonrası IMF’nin Kemal Derviş marifetiyle uygulattırdığı ekonomik program bu teorinin izlerini taşıyordu. Hatırlayın, devletin ekonomiden elini ayağını çekmesi istenerek, özelleştirme uygulamaları hayata geçirilmişti. “Dar Koridor” bahse konu politikalara hayatın her alanında bir itirazı gündeme getiriyor.
NELERİ KAPSIYOR?
* Güçlü devlet önemlidir, tıpkı güçlü toplum gibi. * Devletin olmadığı toplumlarda “kanun” yoktur. Kanun yoksa kuvvetli zayıfı ezer. Kanunsuz toplumlarda güçlüler bir hiyerarşi oluştururlar ve kendi normlarını dayatırlar. * Devlet toplumu organize eden bir aygıttır. * Devlet ve toplum birbirlerini dengelerse özgürlük ortaya çıkar. * Devletin olmadığı tarihi süreçlerde “kabile” düzeni söz konusuydu. İnsanlık 50.000 yıl devletsiz yaşadı. Kabile düzeninde devlet hegemonyasına izin yoktu. Devletsiz toplumda herkes maddi zenginlikte eşitti, gelenekler başka türlüsüne müsaade etmezdi. Gelenek toplumu bürokratik olmayan yapısı gereği sorun çözücüydü ama esnek değildi. Gelenek kültürü kaçınılmaz olarak hiyerarşi doğuruyor, bu hal de toplumsal özgürlüğü yok ediyordu. * Devletin olmadığı özgürlük tek başına sürdürülemez. Hele gelenek denetimi söz konusu değilse “karmaşa” oluşur. Özgürlüğü anlamlı ve işler kılan Devletin kurumsal yapısıdır. * Ancak toplumu sindiren Despotik Devlet toplumun inisiyatifini yok eder, korku baskı zulüm oluşturur. * Olması gereken; ne toplumun ne de devletin tek belirleyici olmadığı bir “dar koridoru” diğer değişle bu sınırlar arasında kalan ortamı yakalamaktır. Dar Koridor istikrar güven büyüme ve zenginliğin en elverişli ortamıdır. Toplumun özgürlüğü ancak devletin demokratik değerleri koruyan düzenleyici kuralları ile bir zemin kazanır. * Dar Koridor’a geçmek yetmez, orada sürekli kalmak önemlidir. * Diktatörlükten demokrasiye geçen ülkelerin, koridor ülkelerine göre ekonomik krizlere direnci daha azdır. Demokrasiye geçiş büyümeyi hızlandırmıştır. Hemen her parametrede iyileşme görülmüştür. * Güçlü devlet ve demokrasi, aşırı güçlenen bireylere geçit vermemelidir. Avrupa’da özgürlük ve demokrasinin gelişmiş olmasının temel sebebi, devlet kurumlarının etkin varlığı ve Toplumun sivil itaatsizliğe varan karşı çıkış geleneğidir.
ÖZETLE: Toplumun gücü, devlete ne ölçüde sesini çıkartılabildiği ile ilgili olup, bu durum kendini kurumsal (sandık) ve kurumsal olmayan (sokak protestosu, kolektif aksiyonlar) güçleri vasıtalarıyla gösterir. Devlet ise ekonomik, sosyal, hukuki, yönetsel... Kısaca kural koyma ve yaptırım gücüyle misyonunu yerine getirir. Dikkat edilirse Daron Acemoğlu’nun tespitleri devletin ekonomisinin her alanında piyasadan çekilmesini savunan bir “liberal” anlayış değildir. Bu yönüyle bir Kemal Derviş politikaları önermemektedir. Hatta devleti tekrar denkleme dahil eden bir söylemle bir “Sosyal Demokrat” anlayışa işaret etmektedir. Tabii ki esas vurgu; herkesin sınırlarını bildiği ve özgürlük anlayışını Devletin makul regülasyonlarına göre revize ederek koruduğu bir düzen ifade edilmektedir.
Hrant Dink’in cenazesinde eşi Rakel cinayet zanlıları için “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiç bir şey yapılamaz kardeşlerim” diyerek, müthiş bir özeleştiri daveti yapmıştı. Aynı durum kendini taraftar zanneden bu gözü dönmüşler için de geçerli. Bu eğilim öteden beri özellikle de İzmir’de kendini gösteriyor. Önceleri sadece Karşıyaka ve Göztepe arasındayken, şimdi kervana Altay taraftarı da katıldı. Hiç şüphesiz tüm bu olaylar kulüp yönetimleri ile alakalı değildi. Bunları yapan profil, tam anlamıyla “lümpen” diye tanımlanan, kişisel planda bir değer oluşturamamış, kişiliğini bir fanatik duruş üzerinden ifade eden, çok muhtemel işsiz, kimileri uyuşturucu ve alkol müptelası, asalaklığı iş edinmiş ve toplum nezdinde itilmiş tipler. Yine çok muhtemel, sorunlu ailelerin yetiştirmesi psikolojik tahribatı olan kişiler. Böylesi insanların sayısı hiç de az değil. Fünyesi çekilmiş el bombası gibi binlercesi toplum içimize karışmış halde yaşıyor. Ama, ister tribün lideri denilsin, ister bambaşka sebeplerle itibar gören bir çarpık ruh olsun, onların ajitatik ateşlemesine bazı taraftarlar da büyük bir keyif ve heyecanla ortak oluyorlarsa, işte bu hal meseleyi ürkütücü ve düşündürücü hale getiriyor.
Hangi hastalıklı zemin bu insanları bünyesinden fışkırtarak ortaya saçıyor.
Dünyanın en güzel gökyüzünün altında, kadim Akdeniz medeniyetinin mirasçısı çocuklar neden bir mucize zenginliğin üstünde oturduklarını önemsemeden yüzeysel olgular üzerinden kimlik devşirmeye çalışıyorlar. Yok mudur bu insanların unutturulmuş değerleri, kültürel kodları, geçmişleri. Nedir bu “meraksızlık” halleri. Kim, neden istedi yüzbinlere, milyonlara ulaşmış gençlerin bu denli ilgisiz olmalarını. Nedir derin sebebi, zarar vermeyi bile eğlence addeden bilinçsiz haller.
Neyse; “küllenmiş gerçeklerimizi açığa vuran olaylardı yaşadığımız” diyerek geçelim. Hoşgörü toplumu olmak, demokrasiyi tüm unsurlarıyla bir yaşam biçimi haline getirmek öncelikli sorumluluğumuz. Konuya ilişkin genel prensip; bu neviden eylemler kişisel planda değerlendirmeli ve yasaların öngördüğü en katı hükümlerle cezalandırılmalıdır. Trübünde gerçekleşen eylemin sahadaki olaylara yansıması sürecinde arada geçen 6 dakikada sosyal medyanın müthiş abartılı bir dezenformasyona yol açtığını belirtelim. Bu durum 18 bin kişi ile bin kişiyi öfke ve hınçla karşı karşıya getirebilirdi. Saha komiseri ve hakem ilk olaydan hemen sonra insiyatif alarak maçı tatil etmeliydi. Neyse; kulüpler bu neviden olayların mağdur tarafındadadır.
Neticede üzülerek belirtelim ki; sosyolojik ve tarihsel açmazlarımız bu kitlelere pabucun pahalı olduğunu kolay öğretmeyecektir.
Bilindiği üzere bu dönem ESİAD Başkanı bir “kadın”, Sibel Zorlu. Zorlu, kadın sivil toplumcularla görüşmesini vesile kılarak İzmir’e gelince ESİAD da geniş katılımlı bir toplantıyı organize etme fırsatını kaçırmadı. Tabii ki en fazla merak edilen 6’lı masanın cumhurbaşkanı adayının kimin olacağıydı. Akşener; kendisinin aday olmama kararının asla bir “fedakârlık” anlamına gelmediğini, “feragat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Feragat kavramını ise “bir haktan bilerek vazgeçme” olarak tanımladı.
SİYASİ BİR DENKLEM
6’lı masanın adayının belirlenmesinin çözüme muhtaç bir siyasi denklem gibi değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Akşener, “Denklem bileşenleri X ve Y’den oluşuyor, X belli, ki o da Sayın Kılıçdaroğlu, peki Y kim”, dedikten sonra “Y”nin önerilmesi sorumluluğunun sadece İyi Parti’ye yüklenilemeyeceğini ifade etti. Devamında; “İş insanları, STK’lar, kanaat önderleri de seçenek üretme çabası içinde olmalıdır” dedi.
Bu arada CHP’nin Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın adaylık spekülasyonlarına dair net tavrını geciktirmesinin kamuoyunda bu iki kişiye ilişkin hoş olmayan bir taraftar oluşumunu körükleyen disiplinsiz bir gelişmeye yol açtığını, duruma müdahale uzayınca, o zaman bu iki adayı da destekleriz beyanı ile bahse konu dağınıklığın giderilmesine katkı sağladıklarını üstü kapalı ima etti. Nitekim Kılıçdaroğlu sonrasında İzmir’de Ekrem ve Mansur beylerin “liderin yanındayız” tweetlerini cebine koyduğunu hatırlıyoruz.
HANDİKAP TEŞKİL EDEBİLİR
Toplantı boyunca Kılıçdaroğlu’nun adaylık kabul ya da vetosuna dair bir şey söylemekten özenle kaçındı. Bu durum “kazanacak aday” arayışına devam edildiği, olarak algılandı. Bu noktada seçenek oluşturulursa Kılıçdaroğlu’nun kendisi ve partisini adaylığına dair bu denli angaje etmesinin ittifak içinde bir handikap teşkil edebileceği muhtemel gözüküyor. Kemal Kılıçdaroğlu en nihayetinde 6’lı masanın adayı olduğu taktirde, bu defa “gecikmenin yaratacağı yıpranma” karşı tarafa verilen büyük bir koz olarak değerlendirilecektir.
Gün gelecek herkesi kapsayan refah toplumu hayal olmaktan çıkacaktır. “Geçim gailesini” halletmiş insanlar kendilerini geliştirecek konulara yönelir. Bu anlamıyla geleceğin dünyasında sanatın, estetiğin önemi artacaktır, denilebilir. Ancak “Vehbi’nin kerrakesi” öyle oluşmuyor. Gelişen teknoloji adeta kendi ahlakını dayatıyor. İleri teknolojinin kontrolünde giderek “ürkek ve monoton birey” prototipi oluşuyor. Yarının bilim kurgularının hiç de öyle fantezi olmayacağı anlaşılıyor.
Teknoloji başlangıçta yaşamımıza masum bir perdeyle girdi. Trafik kurallarını ihlal edeni yakalıyordu. Vergi kaçıran istenirse perişan edilebilirdi. Facebook’da eski arkadaşlar ne güzel bulunuyordu... Ancak işin tadı bir noktadan sonra kaçmaya başladı. Kullanılan her kredi kartı tüketim kalıplarını deşifre ediyor, taşınan cep telefonu ile izleniliyor, hatta dinlenilebiliyordu. An itibari ile artan ölçüde “mahrem alan” daralıyor, özel yaşamlar arzu dışı şeffaflaşıyor. Bu durum insan özgürlüğünü acımasızca kısıtlamaktadır. Tüm tutum ve davranışlar dayatılmış ve disipline edilmiş normlara göre tedbirlenirse sosyal yaşam tam bir “çöl”e dönüşür. Her türden bireysel yaratıcılık, kendisini vasatın baskısından kurtarabildiği ölçüde gelişir. Hayatın her alanının izlenebildiğini bilmek kişiyi “uslu ve uyumlu” bir kültürün askeri yapar. Bizatihi özgür akıldan beslenerek gelişen bilim ve teknoloji giderek kendisinin infaz memuru olabilir.
Teknoloji baş döndürücü hızla ilerliyor. Yakın bir gelecekte de farklı bir dünyada yaşıyor olacağız. Verilere hakim “büyük ağabey”ler toplumları istedikleri gibi biçimlendirmeye başladılar bile. Sıradan insanların önemsizleştiği, “yapay zekâ”nın her konuda devreye girdiği bir dünya düzeni mukadder senaryo olarak önümüzde duruyor. Böylesi bir gelişmenin insanlığı mutlu etmesi beklenemez. “Algoritmanın” esaretine boyun eğmemek gerekiyor. Duyguların, sezgilerin değersizleştirildiği bir dünya giderek anlamını yitirir. Kapımıza dayanan tehlikeye “organik zekâmız” teslim olmamalı. Direnmenin bayraktarlığı kültürel yoğunlaşmaya emanettir.
Yazıyı ODTÜ Felsefe Bölümü Profesörlerinden Ahmet İnam’ın konuya ilişkin görüşleri ile tamamlıyorum. “İnsan hesaplanabilir bir varlık değildir. Aksi takdirde tüketilebilir anlamına gelir. İnsanı ‘mana’ kavramında soyutlayamazsınız. Mesela aşkı sadece bir hormon kalkışması olarak açıklayamazsınız. İnsan sonsuz bilgiye erişim kapasitesine sahiptir. Bu anlamıyla tarifli bir algoritmaya boyun eğemez ve sığdırılamaz.”
Ayrıca geniş kitleleri etkileyecek hukuki ve ekonomik düzenlemelerle yarışın son düzlüğünde bir memnuniyet oluşturmaya çalışacaklardır.
Muhalefet cephesine bakıldığında, henüz dayanışmanın ne seviyede olacağına dair bir netlik belirmedi. Hala cumhurbaşkanı adayları konusunda bir mutabakat olmadığı gibi, özellikle İyi Parti’nin Kılıçdaroğlu’nun adaylığına mesafeli baktığı açık olarak gözlenmektedir. Bu durumda, Kılıçdaroğlu’na “evet” denilse bile, bu kabul “kerhen aday” konumuyla baştan bir yıpranmışlık içerecektir. Meral Akşener aday olmayacağını açıklamıştı. Kılıçdaroğlu 6’lı masa’da veto edilirse daha da karmaşık bir sürece girileceği görülüyor.
Bu arada Mansur Yavaş gibi eski ülkücü referanslara sahip bir adayın HDP nezdinde itibar görmeyeceği biliniyor.
Bu sebeple İmamoğlu ismi telaffuz edilse de CHP bu yolu kapatmıştır. Kaldı ki zor kazanılmış bir İstanbul’dan vazgeçmek istenmeyecektir. İlhan Kesici ya da herhangi bir düzgün aday profili, arkasında 6 lider duruyor olsa da Tayyip Erdoğan gibi bir politikacı karşısında şansı düşüktür. Siyaset “lider” iddiası üzerinden yapılabilen bir zanaattir. Cumhur ittifakının adayı en başından beri bellidir ve o bir liderdir. Buna mukabil Millet İttifakı, bırakın lideri sıradan bir aday üzerinde bile mutabakat oluşturamamıştır. Neyse, bu konularda kesin yargılarda bulunmamak gerekir.
Siyaset her zaman yeni gelişmelere ve yeni sürprizlere gebedir. Önemli bir diğer husus; İyi Parti ve DEVA dışında muhalefetin doyurucu bir ekonomik programı henüz kamuoyuna yansımamıştır. Öyle anlaşılmaktadır ki Millet İttifakı’nın hızlanmaya ve toparlanmaya ihtiyacı vardır. Sözü Süleyman Demirel’in meşhur sözü ile bitirmek istiyoruz. “Siyasette 1 hafta bile çok uzun bir zamandır.”
Türkiye çok enteresan bir ülke. Gündem ve bağlı olarak şartlar çok hızlı değişebiliyor. Soluk soluğa bir seçim süreci yaşıyoruz. Sonunda sandığın belirleyici olacağı bir keyifli süreç bizlere iyi ki demokrasi var dedirtiyor.
İzmir’de sivil toplum kuruluşları otopark sorununa yönelik çözüm projeleri oluşturma çabası içinde. Örneğin Alsancak’ta ana arterlerin ya da geniş alana yayılmış, okul gibi, kamu binalarının altlarında yeraltı otoparkları öneriliyor. Esasında uygun çözüm taşıtların kent periferisinde park ettirilmesi, insanların merkeze toplu taşıtlarla ulaştırılmalarıdır. Bu çözüm zamana matuftur.
An itibari ile Alsancak, Buca, Bornova, Karşıyaka, Konak otoparklara acil ihtiyaç duymaktadır. “İdeal olanla akut olan” çatıştığında hayatın gerçeği pratik ve hızlı çözümlerden yana olur. Bu arada, kıyıya yakın yerlerde, pek çok dünya kentinde olduğu gibi, denizin altında da teknolojik otopark çözümleri olduğu bilinmektedir.
Başa dönersek; Alsancak gibi, konut, eğlence, yeme-içme, konser ve miting alanı, piyasa gibi binbir fonksiyonu üstlenmiş yerlerde otopark sorununu çözmek bu neviden semtleri daha da kalabalıklaştırmak anlamına gelecektir.
Aynı durum Bornova Küçük Park, Bostanlı, Güzelyalı başta olmak üzere benzer yerler için de söz konusudur.
O sebeple bu yerlere insan akışını zorlaştırmak yanlış bir kamu tutumu olarak değerlendirilmemelidir.
Birinci zone’lar için taşıt girişi kısıtlanabilir ve park yarım saatle sınırlandırılarak, eş zamanlı yüksek bedel ve ihlal halinde fahiş bir ceza öngörülebilir. “Yaşanabilir şehir” hedefine yönelik bilimsel dokunuşlara gerek vardır. Örneğin Alsancak’ta çok daha fonksiyonel kullanılabilecek ve kıyı bandının yoğunluğunu azaltabilecek “Kültürpark” orada durmaktadır. Yanısıra, Bornova’da Aşık Veysel Rekreasyon alanı ya da Buca’da 11 adet park az kullanılan harika düzenlemelerdir.
Bu şehir Osmanlı döneminde ne başkent, ne de şehzade sancağı olma şansını yakalamış. O sebeple Devletin kent estetiğine yönelik katkısı nerede ise hiç olmamıştır. Kartpostallarda İzmir’e dair simge nöbetini hep “Saat Kulesi” tutmuştur. Cumhuriyet dönemi boyunca da bu manada sembol bir yapı maalesef ihmal edilmiştir.
Şimdilerde Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamaya hazırlanıyoruz. Belki 2023 29 Ekim’e yetişmesi zordur ama artık İzmir deyince ilk anda akla gelen, görkemli ve fonksiyonel bir simge yapı için harekete geçme zamanı gelmemiş midir? Tunç Soyer’in bu konuda çok kapsamlı çalışmaları olduğunu biliyoruz. Belirtelim ki, hayallerimize hitap eden bir sembol oluşturmak ciddi maliyetler de gerektirir. Bu sebeple, böylesi bir gerekliliğe heyecan duyan tüm kent bileşenlerinin taşın altına elini koyması çok daha anlamlı olur.
Bu arada bahse konu “eser yapı” ticari bir karakterle beslenirse finansmanı “yap-işlet-devret” (YİD) gibi modellerde de çözümlenebilir. Bu son husus esasında şehrimize ilişkin kamusal yatırımlarda da gündeme getirilmeli, diye düşünüyoruz. Mesela “yeraltı otoparkları” çok rahatlıkla çok sayıda yatırımcı yarıştırılarak (YİD) finansmanı temin edilerek gerçekleştirilebilir.
Neyse, konumuz simgeydi.
---
YASTIK ALTI ÇÖZÜLÜR MÜ?
HETERODOKS ekonomi politikaları bir kısım iş dünyasının “finansmana erişimini” zorlaştırıyor. Arka arkaya yapılan düzenlemelerle iş insanlarına enteresan bir mesaj veriliyor. Hatta buna “mesaj” değil, “zorlama” demek belki daha doğru. Bilindiği üzere ülkede muhtelif gerekçelerle iş hayatı hep bir risk içerir. Ekonomik türübülanlar, uzun süreli belirsizlikler, siyasi çalkantılar, bir anda iş düzenini “ters kepçe”ye getirebilir, getirmiştir. Bu yüzden insanlar genelde kendilerini garanti altına alacak bir “fonu” iş riskinin dışına çıkartmak ister. Bu tutum kültürel olarak da makul addedilir. Şirket bünyesinden dışarıya altın, döviz, gayrimenkul aktarımları, yurtdışında servet biriktirmeler, hep bu cümledendir. Hükümetler atıl durumda olan bu kaynakları ekonomiye kazandırmak için hep çaba sarfederler. Ak Parti iktidarı bu konularda soluksuz düzenleme yapmıştır, yapmaya devam etmektedir.