Sibel Bağcı Uzun

Sürüden ayrılan kendini bulur

29 Kasım 2019
Kişisel dönüşüm danışmanı, yazar Aret Vartanyan, “Onay almak ve dışlanmamak için sürünün istediği kişiyi oynamak, insanı her geçen gün kendisinden uzaklaştırır,” diyor. Kendini tanımadan ve nereye varacağını bilmeden, yaşamda hep bir şeylerin eksik kalacağını anlatan Vartanyan, insanın önce “Nereye gidiyorum?” sorusuna yanıt bulması gerektiğine dikkat çekiyor. Aret Vartanyan ile Mor Salkım Kadın Dayanışma Derneği tarafından düzenlenen “Erkek Diliyle Şiddeti Konuşuyoruz” etkinliğinde bir araya gelerek, günlük hayata, aşka ve ilişkilere dair sorgulamaya davet eden bir söyleşi gerçekleştirdik.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi Milli

En çok ilişkilerimizden yara alıyoruz diyorsunuz. O zaman önce insanın kendisiyle olan ilişkisinden başlayalım mı? Kendimizi yeterince tanıyor muyuz?
Kendini tanıma süreci muhtemelen son nefese kadar devam edecek. Önemli olan şey bu keşfi aralıksız sürdürmeye devam etmek, değişimi kucaklamak ve her şeyden önce kendimi kabul etmek. Hepimizin artıları, eksileri farklıdır. Ancak asıl sorun insan doğduğu andan itibaren aldıklarıyla, topladıklarıyla ‘kim’ olduğunu şekillendiriyor. Yani doğduğunuz aile farklı olsaydı bambaşka bir bakış açınız, yaşamınız olacaktı. O yüzden sorgulamak anahtar yöntem. Neye göre, kime göre doğru yanlış, iyi kötü?
Kendimizi bulmayı neden erteliyoruz? Hangi gerçekleri görmemiz, hangi soruları sormamız gerekiyor?
Şu anda yaşadığın hayat, seçimlerin sana mı ait yoksa önceden belirlenmiş, önüne konmuş senden beklenen hedefler mi? Örneğin evleneceğin yaştan, nasıl bir yaşamın olmasına kadar toplumun, ailenin önümüze getirdikleri var. Ancak örneğin eşcinsel yönelimi olan biri nasıl beklenen klasik aile yapısını kursun. Kendi hamuruna uygun olmayan bir hayatı yaşamaya çalışmak, yaşarken intihar etmek demek. Herkes müdür olmak zorunda değil, zengin olmak ya da evlenmek, çocuk sahibi olmak ya da başka herhangi bir şey zorunda değil. Günün sonunda tek bir hayatın var ve öleceksin.
Bir de işte başka, aile ilişkilerinde başka, arkadaş ortamında başka olma durumları var. Kendimiz olmaktan nasıl çıkıyoruz?

Yazının Devamını Oku

‘Gazi’nin Stadyumu’ yaşamın kendisidir

22 Kasım 2019
Yarım yüz yıldan fazla bir süredir futbol maçı izleyen spor yazarı İsmail Kemankaş, son kitabı ‘Gazi’nin Stadyumu’ kitabında Bursa’nın futbol tarihine ışık tutuyor. Kemankaş, Gazi’nin stadyumunda başlayan öyküyü bir insanın yaşamına benzetirken, futbolun her türlü ilgiye, yarattığı parasal kaynağa karşın, bu zamana kadar kendini yeterince ifade edemediğini de belirtiyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi Milli

 Gazi’nin Stadyumu kitabınız için Bursa’nın futbol tarihine ışık tutan ilk kapsamlı çalışma diyebilir miyiz?
İçerik olarak uzun incelemeler sonrası, Bursa’da 1912-2018 dönemini kapsayan futbolun doğuşu ve yayılış öyküsünü ele aldım. Cumhuriyet öncesiyle başlayan Bursa’nın futbol öyküsünü, unutulmaz futbol oyuncularının yaşamlarını, devrim nitelikli gelişmeleri günümüze kadar belgeleriyle dört bölümde anlatmaya özen gösterdim. İçerikte, bu sihirli oyunda duygu ve amatör bilincin öne çıktığı yıllardan, profesyonel futbol ve 1980 yılı sonrasında ortaya çıkan küresel ya da sektörel futbola kadar gelinceye kadar en küçük bir ayrıntıyı kaçırmamak için büyük çaba sarf edildi. Bu yolculukta ise çok sayıda yol arkadaşım, saygıdeğer konuklarım oldu. Her birine katkılarından dolayı tekrar teşekkür ediyorum.

Kitabın adını koymanızda hangi sebepler etkili oldu?
İki önemli nedeni var. Birincisi sayıları yüzlerle ifade olan Atatürk statlarının birer birer yerlerini yeni isim ve futbol alanlarına, özellikle de arenalara bırakması. Kötü kopya örnekleri ile yeni isimli statlarla futbolsever yerine iddaaseverin mutlu edilmesi amaçlanmış gibi geliyor bana. İkincisi; ilk ziyaretini 17 Ekim 1922’de, yani kentin işgalden kurtuluşundan sadece 40 gün sonra yapan Ulu Önder’in Bursa’ya verdiği önem. Bunun yanı sıra İpekiş gibi örnek bir sanayi kuruluşu ile yan yana tesis edilmesine önayak olduğu bir futbol sahasına cebinden bin liralık bir katkı sunması. Gazi Stadyumu’ndan söz etmek için, bundan büyük bir neden olabilir mi? Benim için en önemli kısmı da şudur; Gazi Mustafa Kemal’in sadece Bursa’da günü, tarihi ve saatiyle izlediği bir futbol karşılaşması vardır.

GERİDE DERİN İZLER BIRAKTI

Nasıl bir öykü içeriyor Gazi Stadyumu?

Yazının Devamını Oku

Yorulmayan beni seviyorum

15 Kasım 2019
Başarılı oyuncu Sinem Ünsal, tek tutkusu olan mesleğinde sınırlarını zorlayarak çalışmanın gururunu yaşıyor. Rekorlar kıran dizisinin setinden çıkıp, nefes aldığını söylediği tiyatro sahnesine koşan oyuncu, “Yorulmayan beni seviyorum” diyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi Milli

Sinem Ünsal, otizmli bir doktorun hayat mücadelesini anlatan Mucize Doktor dizisinde, hikâye içinde duygusallığıyla öne çıkan asistan doktor rolüyle dikkatleri üzerine çekti. Hayallerini yaşadığı bir dönemde olduğunu söyleyen Ünsal ile tiyatro oyunu kapsamında geldiği Nilüfer Sahne kulisinde buluştuk. Sohbetimizde üniversite döneminde de otizmle ilgili farkındalık çalışmalarında yer aldığını anlatan Ünsal, başarılarını “Seyirci samimiyetimize kayıtsız kalmadı,” sözleriyle özetledi.

Bir yandan dizi setinde diğer yandan tiyatro sahnesindesiniz. Hareketli bir dönem sizin için. Bu koşuşturmada nasıl bir ruh halindesiniz?
Ben sahnede gerçekten nefes alan oyunculardanım, seyirciyle canlı canlı buluşmam gerekiyor. Raif ile Letafet hem benim hem de Cihangir Atölyesi’nin ilk tiyatro oyunu, bu nedenle benim için ayrıca önemli. Aynı zamanda Mucize Doktor dizisinde hem de bu kadar başarılı bir projenin içerisinde yer almak da bambaşka bir mutluluk veriyor. Diziyle beraber bu sezon da tiyatro oyunumuz devam ettiği için, provaları ve oyun tarihlerini mümkün olduğunca setimin olmadığı günlere denk getiriyoruz. O nedenle açıkçası bu koşuşturma içerisinde günlerim de biraz rüya gibi geçiyor. Çok çalışarak, kendi sınırlarımı zorlayarak, bazen uykusuz, yorgun ama çok gururlu ve mutluyum diyebilirim. Hayallerimi yaşadığım bir döneme girdiğimi hissederken önümdeki yolun uzunluğuna da kendimi hazırlamaya çalışıyorum.

OTİZMLİ ARKADAŞLARIM OLDU

Otizmle ilgili daha önce bir farkındalığınız, içinde bulunduğunuz çalışmalar olmuş muydu?

Yazının Devamını Oku

Bursa büyük bir kültür merkezi olmak zorunda

8 Kasım 2019
Bursa’nın önemli sanat kurumlarının kuruluş süreçlerinde görevler üstlenen Prof. Dr. İsmail Göğüş ile Bursa’nın sanat tarihine ışık tutmaya çalıştık. Göğüş, “Bursa orkestrası, operası, konservatuvarı ve sahneleriyle büyük bir kültür merkezi olmak zorundadır. Sizce de bu şehre bir oditoryum yakışmaz mı?” diyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi MİLLİ

Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda 21 yıl konservatuvar müdürlüğü yaparak alanında bir rekoru da elinde bulunduran Prof. Dr. İsmail Göğüş, Bursa’nın sanat tarihinde önemli izleri olan isimlerden. Görevlendirildiği bu şehirde gördüğü eksikliği kapatmak için; aynı yıl içinde Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası, Bursa Filarmoni Derneği ve Bursa Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın kurulması fikrini ortaya atarak, zoru başaranlardan. İsmail Göğüş, “Bursa orkestrası, operası, konservatuvarı ve sahneleriyle büyük bir kültür merkezi olmak zorundadır. Sizce de bu şehre bir oditoryum yakışmaz mı?” diyor.
Müzikle profesyonel olarak ilk buluşma hikâyenizi dinleyebilir miyiz?
Üniversiteye kadar Gaziantep’de okudum. İlkokul dördüncü sınıfta, okulda düzenlenen anneler günü kutlamasında, “Çimene bak çimene” isimli bir türküyü söyledim. Gaziantep Radyosu’nun Güneyin Sesi korosunun şefi de oradaymış ve beni çok beğenmiş. İlkokul öğretmenim birkaç gün sonra beni yanına çağırarak radyoya çıkaracaklarını söyledi. Önce korktum tabii. Sonra radyoda yine aynı türküyü okuyarak, çocuk solist olarak başladım. Lise bitene kadar hem okulun hem Halkevi’nin solisti olarak birçok etkinlik ve konserlerde sahne aldım.

SES YARIŞMASINI KAZANDIM

Üniversite hayatınızda da sahneye devam ettiniz mi?

Yazının Devamını Oku

Mutluluğu kendimi sevmekte buldum

1 Kasım 2019
Avrupa Yakası dizisinde Yaprak karakteriyle tanıdık ve sevdik Hale Caneroğlu’nu. Ancak o, “Milyonların sevgisini kazandım ama yine de mutlu olamadım” diyerek kariyerini değiştirmeye karar verdi. İçsel bir yolculuğa çıkarak, önce kendini sevmesi gerektiğini keşfeden Caneroğlu, yeni hayatına ‘Mutluluk Eğitmeni’ olarak devam ediyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi Milli

Hale Caneroğlu ile BUSADER’in konuğu olarak katıldığı imza günü sonrasında bir araya geldik. Mutluluk Virüsü kitabı, eğitimleri ve söyleşileriyle daha fazla insana dokunma çabasında olduğunu söyleyen Caneroğlu ile kendi hikâyesi üzerinden gerçek mutluluğa ulaşmanın yollarını konuştuk.
Artık bir ‘Mutluluk Eğitmeni’ olarak tanıtıyorsunuz kendinizi. “Kendin Ol, Zihnini Eğit, Amacını Bul” diye yol göstermeye çalışıyorsunuz. Sizin kendinizi bulma yolculuğunuz nereye evriliyor?
Şu an için en çok yapmayı sevdiğim şey yazmak, konuşmak ve eğitim vermek. Kendimce elimden geleni yapıyorum. İlk kitabımın süreciyle ilgileniyorum. İkinci kitabın tohumlarını da beynimde atmaya başladım. Şu an yedi bin kişiye bire bir dokunmuş olan, mesajı da milyonların üstüne ulaşmış olan “Sen değiş dünyan değişsin” organizasyonumun daha fazla kişiye ulaşması için çabalıyorum. İnşallah büyüyeceğiz ve bir ekip oluşacak; daha fazla insana mutlu olabilmeleri, dönüşebilmeleri için eğitimler vereceğiz ve destek olacağız
Kitabınızda, “Çoğumuz bazen farkında olmadan sorumluluklar ve zorunluluklar kısır döngüsünde takılı kalmış yaşıyoruz. Her şeyi kafamızdaki kalıplara göre yapmak için çabalıyoruz” diyorsunuz. Sizin hayatınızı etkileyen kalıplar neler oldu?
Benim geçmişte hayatımı yöneten en büyük kalıp, sevilen sayılan ünlü bir oyuncu olmam gerektiği ve o zaman mutlu olacağımı düşünmemdi. Bu kalıp benim hayatımı yönetti. Evet, çok başarılı ve ünlü bir oyuncu oldum ama mutlu olamadım, yanlış bir kalıptı çünkü. Zaten kişisel gelişim ve içsel yolculuğa başlayıp hayatımda bugüne gelmem, bu yanlış düşünce kalıbının sonucunda oldu. Bu kalıbın esiri oldum, bir beş sene bu kalıbı yaşadım.

BAŞARI BENİ MUTLU ETMEDİ

Yazının Devamını Oku

Matematik ve işimizle başımız dertte!

25 Ekim 2019
Yazar Toprak Işık, ülkemizde matematiğin yanlış sunumu nedeniyle sevilmediğini ve herkesin mutlaka mesleğiyle ilgili bir mutsuzluğu olduğuna işaret ederken, doğru karar vermede etkili eleştirel düşünmenin erken yaşlarda öğretilmesinin önemine dikkat çekiyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi MİLLİ

OTUZA yakın kitabı bulunan Işık, seri olarak kaleme aldığı ‘İşlem Tamam’ kitaplarıyla matematiği çocukların kolayca ve eğlenerek öğrenebilecekleri bir dille anlatırken, ‘Acaba Ne olsam?’ serisiyle de ileride ne olacağına karar veremeyen gençlere kılavuzluk ediyor. Çocuk kitapları ve yazarlığı üzerine sohbet ettiğimiz Toprak Işık ile bir araya geldik. Meslekler serisinden önce yetişkinler için de ‘İşimle Başım Dertte’ kitabını yazdığını anlatan yazar, elektrik-elektronik mühendisi olmasına rağmen çocuk kitaplarıyla geçinebilmesinin kendisi için büyük bir şans olduğunu da söyledi.
Zamanının çoğunu yazmaya ayıran ve ‘az’ mühendislik yapan biri olarak tanıtıyorsunuz kendinizi. Bir meslek olarak yazarlık nasıl girdi hayatınıza?
Yazma aşkı, tutkusu hep vardı. Mühendislik sonradan girdi hayatıma. Aslında hep yazar olmak istiyordum. Ancak sadece yazarak hayatımı kazanmamın kolay olmayacağını düşünerek, meslek olarak mühendis olmayı seçmiştim. 2002 yılından beri yazıyorum. İlk kitaplarım yetişkin kitaplarıydı. Üslup olarak mizah kullandığım için çocuklara yazmamı da çok önerenler oldu. 2008’den itibaren de çocuklara yazmaya başladım ve çok da keyif aldım. Yayımlanan kitaplarım otuza yaklaştı. Daha doğrusu yirmi beşten sonra saymayı bıraktım.
Çocukluğunuzda kitap okuma alışkanlığınız nasıl gelişti? Ailenizin katkısı ne düzeyde oldu?
Yazı ile çok barışık bir ailede büyüdüm. Evin en küçüğüyüm. Annem, babam ve ağabeylerim kitap okumayı ve yazmayı çok severdi. Bu nedenle evin içerisinde kitaplarla dostluk içerisinde büyümem çok doğal bir süreç gibi geldi bana. Yazmak da aynı şekilde, ilkokulda kompozisyonlar yazardım, öğretmenlerim de teşvik ederdi. Yarışmalarda derecelere girmem beni ayrıca motive ederdi. Zaman içerisinde daha ciddi bir okuma ve yazma sürecine evrildim tabii.

GORKİ’Yİ ERKEN YAŞTA OKUDUM

Yazının Devamını Oku

Doğanın önünde hiçbir güç duramayacak

18 Ekim 2019
‘Önce sivil toplumcu sonra oyuncuyum’ diyen Mert Fırat, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ‘İyi Niyet Elçisi’ sıfatıyla da küresel amaçlar kapsamında çalışmalarını sürdürüyor. Benden sonrası tufan anlayışının terk edilmesi ve insanların konfor alanından çıkması gerektiğine dikkat çeken Fırat, “İhtiyacımız olan oksijeni vermek için, doğa yine üzerine düşeni mutlaka yapacak. Hiçbir güç, hiçbir kuvvet bunun önünde duramayacak” diyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi Milli

Mert Fırat ile Sabahattin Ali’den öyküler okuduğu, Korhan Futacı ve Orkestrası ile hayata geçirdikleri ‘Rivayet Radyosu’ performansı öncesi bir araya geldik. KalDer Bursa Şubesi ve Podyum Sanat Mahal işbirliğinde gerçekleştirilen buluşma öncesi, sanatını toplum için yaptığını da ifade eden Fırat, seyircisini bulmayan bir sanat anlayışının faydalı olmadığını düşündüğünü de belirtti.
BM ‘İyi Niyet Elçisi’ olarak yerel, çevresel, ekonomik ve kültürel kalkınma konusunda birçok çalışma gerçekleştiriyorsunuz. Öncelikle sizin için iyi insan olmanın karşılığı nedir?
Yaptığı her işte, toplum için nasıl bir fayda sağlayacağını düşünen, her zaman öyle planlayan, girişimlerinde, yaşam biçiminde, bununla ilgili mutlaka bir parça bulunduran insandır. Kendini sorumlu hisseden, taşın altına elini sokmaya hazır olan ve bunu barışçıl yollarla yapmayı hedefleyen özgürlükçü birisidir. Aslında benim için, topluma zararlı olmaması da tek başına yeterli olabilir.
Siz kendinizi önce sivil toplumcu olarak konumlandırıyorsunuz, sonra oyuncu. Toplum için kültür ve sanatı faydalı işler yapmak adına araç olarak kullandığınızı söyleyebilir miyiz?
Ben zaten söylüyorum, siz de söyleyebilirsiniz (gülerek). Sanatın, toplum için olması görüşündeyim. Sanatı sanat için yapmayı tercih eden bir grup da var. Her ikisi de dünyaya bir değer bırakır, değer yaratır. Ancak ben seyircisini bulmayan bir sanat anlayışının faydalı olmadığını düşünüyorum.

BİR BÜTÜNÜN PARÇASIYIZ

Yazının Devamını Oku

İyi şarkının sırrı duygu ve zekada saklı

11 Ekim 2019
‘Gülüm Benim’, ‘Unutamadım’, ‘Doymadım Sana’ gibi unutulmayan şarkıların söz yazarı Şakir Askan, 400‘ün üzerinde esere imza atarak kendi ekolünü yaratmayı başarmış usta kalemlerden. 40’ıncı sanat yılına yaklaşan Askan’a, sözlerindeki zamansızlığın sırrını sorduğumuzda, “Şarkı sözü yazmak için sadece duygu birikimi yetmez, kültür birikimi de gerekiyor. Her güzel şarkı duygu ile başlar, zekâ ile biter!” diye yanıt veriyor.

Fotoğraflar: Duygu Özbekçi MİLLİ

Aynı zamanda MSG (Musiki Eseri Sahipleri Grubu Meslek Birliği) Yönetim Kurulu üyesi olan Şakir Askan ile söz dünyasının püf noktalarından, ‘Saygı’ albümü ile onurlandırıldığı özel projeye uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Şarkı sözü yazarlığınızın başlangıç hikâyesini dinleyelim mi?
Lisedeyken şiir yazmaya başlamıştım, gazetelerde de yayınlanıyordu. Ancak şarkı sözü yazarlığı tamamen tesadüf oldu. Eşim Hürriyet gazetesinin açtığı yarışmayı görüp bana söylediğinde denemek maksatlı katılmıştım. Bankada çalışıyordum, iş yerim Çekirge’de evim ise Gençosman’daydı. Yol parası sıkıntısı olduğundan yaya gider gelirdim. Böyle bir günde diğer şarkıların nasıl yazıldığını inceleyerek bir şarkı sözü yazmaya çalıştım. Türkiye genelinden katılan 20 bin şarkı sözü arasında birinci oldum. Jüride ise Orhan Gencebay, Yıldırım Gürses, Coşkun Sabah yer alıyordu. O zamanki maaşımın sekiz dokuz katı, 25 bin lira tutarında bir ödül kazanmıştım. İlk defa yazdığım bir sözden para kazandığım için ayrıca mutlu olmuştum.

UNKAPANI’NDA KİMSE İLGİLENMEDİ

Bestelendi mi ilk yazdığınız söz? Arkasından yeni teklifler de geldi mi?

Yazının Devamını Oku