Söz konusu dizilerden ilki, geçen haftaki yazımın “Tavsiye Köşesi”nde yer verdiğim Unbelievable. Unbelievable, 2015 yılında Seattle merkezli The Marshall Project ve Kaliforniya merkezli ProPublica’ya Pulitzer ödülü kazandıran bir araştırma haberi üzerine çekildi. Ken Armstrong ve T. Christian Miller isimli iki muhabirin birbirlerinden habersiz kovaladıkları bu haber, parçalar birleşince hem ödüllü bir gazetecilik çalışması hem de mutlaka izlenmesi gereken bir televizyon eserine dönüştü.
Gazete köşelerinden televizyona aktarılan bir diğer yeni dizi de Netflix yapımı Diagnosis. Dr. Lisa Sanders’ın The New York Times’da kaleme aldığı aynı isimli köşede yayınlanan vakalardan yedisi, izlerken tırnaklarınızı yedirecek kadar merak uyandıran bir formatta belgesel-dizileştirilmiş. İzleyicinin bir yandan aklını kurcalayıp bir yandan da gönül telini titreten Diagnosis benzeri belgesel-diziler daha önce de çekilmiş olsa da izleyici vakayla bu kadar özdeşleştirebilenini bulmak zor.
Yine The New York Times’da 15 yıldır aralıksız devam eden Modern Love da dizileştirilen köşeler arasına bu hafta katıldı. 18 Ekim’de Amazon Prime Video’da yayına giren Modern Love dizisi için köşenin son yıllarda en çok okunanlarından 8 tanesi, bazı detayların ekrana uyacak şekilde kurgulanması dışında çok da farklılaştırılmadan çekildi. Henüz tamamını izleyemedim ama gördüğüm kadarıyla Tina Fey, Anne Hathaway, Dev Patel, Andy Garcia gibi çok ünlü isimlerin rol aldığı bölümlerin her biri seyircide bir kısa film izlemişlik hissi uyandırıyor.
Bunun dışında Central Park Beşlisi’nin yaşadıklarını anlatan ve yayınlanır yayınlanmaz ABD’de peş peşe istifalara yol açan When They See Us, Gypsy Rose Blanchard’ı kendisini yıllarca “Hastasın” diye tahakküm altında tutan Munchausen by proxy sendromlu annesi Dee Dee Blancard’ın öldürmeye götüren yolu anlatan Hulu yapımı The Act gibi geçtiğimiz yıl büyük ses getiren dizilerin hikâyelerinde de basında yer alan belgelerin rolü çok büyük.
Peki bu tablodan geleceğe dair çıkarılacak sonuçlar ne olabilir? Naçizane fikrim, özellikle 2010’lu yıllarda çok baskın olan fantezi ve kurgu türü diziler tamamen ortadan kaybolmayacak belki ama gerçek insanların gerçek hikayelerine duyulan ilgide yaşanan artış, bu tür çalışmaların yaygınlaşmasına yol açacak.
Bu tablo aynı zamanda mesleğimiz için de hem korkutucu hem de ümit verici şeyler söylüyor. Ümit verici zira iyi haberin, iyi gazeteciliğin değeri öyle ya da böyle, şu veya bu mecrada ortaya çıkıyor. Korkutucu zira bu yeni mecralara ayak uyduramadığımızda kaybolup gitme riskini cebimizde taşıyoruz. Hem yeni hikayeler hem de bu hikayeleri anlatmanın yeni yollarını bulma baskısı günden güne artıyor. Bu yolu bulan kim olur bilinmez ama en azından şurası ortada ki insan kazanacak.
TAVSİYE KÖŞESİ
Gerçek hayatı sevenlerin bayılacağı bir dizi
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre, 820 milyon civarı insan açlık çekiyor. Bu sayının dünya nüfusunun genelinde nereye denk düştüğünü merak ederseniz, her dokuz kişiden birinin kronik anlamda aç olduğunu düşünebilirsiniz.
Hal böyleyken yine FAO’nun verilerine göre dünyada üretilen gıdaların yüzde 14’ü daha tüketiciye ulaşmadan çöp oluyor. Bunun sebepleri arasında yanlış hasat ve harmanlama uygulamaları, altyapı eksiklikleri, salgın hastalıklar ve iklim koşulları gibi faktörler yer alıyor.
Diyelim ki tarladaki ürüne dadanan hastalık, meyveleri telef eden dolu, nakliye sürecinde yaşananlar bizimle ilgili değil. Peki ya bireylerin israf ettiği onca gıdaya ne diyeceğiz?
Bu sefer alıntılayacağım veriler Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı’nın 2018 yılında kamuoyuyla paylaştığı İsraf Raporu’ndan geliyor: Türkiye’de bireylerin yüzde 22,8’i gıdalarını çeşitli sebeplerle tüketmeden çöpe attıklarını söylüyor. Bu bireylerin yüzde 74,2’si bozulma, yüzde 29,8’i ise tüketilememe gerekçesiyle bunu yapıyor.
İsraf edilen gıdalar içinde en büyük kalemi de ekmek tutuyor. Haftada ortalama 2 adet ekmeği çöpe gönderiyoruz. Araştırmada, satın aldığı ekmeği tüketemeden çöpe attığını ifade edenlerin bireylerin oranı yüzde 11,7’yi buluyor.
İsraf Raporu’ndan Toprak Mahsulleri Ofisi’nin Ekmek İsrafını Önleme Kampanyası’nın vitrini olan ekmekisrafetme.com’a geçelim. Sitede yer alan verilere göre, kişi başı günlük ekmek israfını 20 gram, ekmeğin fiyatını ise 2,80 TL olarak hesapladığımızda, bütün ülke el birliğiyle 1,5 milyar TL’yi çöpe atıyoruz.
1,5 milyar TL ile neler yapılabilir peki? Cevaplar yine ekmekisrafetme.com’dan gelsin:
- Her biri beşer kişiden oluşan 104 bin aile bir yıl boyunca yoksulluk sınırında geçinebilir.
Kadınlara verilen rollerin çoğunlukla erkek kahramanın göze hoş görünen sevgilisi olmanın dışına çıkamaması, başrollerdeki kadınların erkeklerden çok daha düşük ücretlerle çalışmaları, başrol oynamak isteyen kadınların yapımcılar ve yönetmenler gibi erkek iktidar sahiplerinin türlü çeşitli tacizlerine maruz kalması gibi feci durumlar Time’s Up ve #MeToo gibi hareketlerin yaygınlaşmasıyla teker teker sorgulanıyor.
Bu süreçte yeni yeni kavramlarla karşılaşmaya da başladık. Bunlardan bir tanesi de Bechdel Testi. Aslında ilk kez 1985’te yayımlanan Alison Bechdel imzalı bir çizgi romanda ortaya çıkan bu kavram, izlediklerimizi değerlendirebilmek açısından önemli kıstaslar ortaya koyuyor. Nedir bu kıstaslar?
1- Filmde en az iki kadın karakter olmalı
2- Bu kadın karakterler bir kez bile olsa birbirleriyle konuşmalı
3- Kadın karakterler konuşurken erkekler dışında bir konudan bahsediyor olmalı
Elbette bu kıstaslara uyan filmlerin hepsi iyidir, uymayanları toptan silip atmak gerekir gibi bir şey söylemek mümkün değil. Sadece bu kriterlere bakarak bir senaristi ya da yönetmeni de değerlendirmek mümkün değil.
Örneğin dünyada Türk sineması denince akla ilk gelen isim olan Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ filmi Bechdel Testi’nde nispeten iyi bir performans sergilerken, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ için aynı şeyi söylemek zor. Keza Quentin Tarantino’nun ‘Kill Bill’i başta Uma Thurman’ın canlandırdığı The Bride olmak üzere kadın karakterlerin devleştiği bir filmken, ‘Reservoir Dogs’da “şoke olmuş kadın, vurulmuş kadın” gibi yan karakterler dışında kadın göremiyoruz.
Konuya dönersek, araştırmacılar sinema tarihinde bugüne kadar çekilmiş filmlerin ancak yüzde 30’unun bu testi geçebileceğini belirtiyor. Örneğin BBC’nin 2018 tarihli bir haberine göre, Oscar’ların tarihinde “En İyi Film” ödülünü alan 89 filmin yarısından azı bu testi geçebilmiş. 1929’dan bu yana verilen ödüllerde Bechdel Testi’ni geçebilen filmlerin oranı yüzde 49. Kim geçmiş, kim geçememiş diye merak ederseniz
Festtogether’ı, dünyanın ve Türkiye’nin dört bir yanındaki müzik festivallerinden ayıran bir özelliği var: İz bırakmamak.
Müzik festivallerinde her yıl toplam 20 bin ton atık ortaya çıkıyor. Bu kişi başına 2,8 kilogram demek. Odağına sürdürülebilirliği alan Festtogether ise mümkün olduğunca az atık çıkarmayı amaçlayan, çıkan atıkların da geri dönüşümle doğaya zararını minimuma indirmeyi hedefleyen bir organizasyon. Böylece bireylerin karbon ayak izlerinin düşürülmesine ve ekolojik farkındalığın artırılmasına çaba sarf ediliyor.
Sabahtan akşama kadar devam eden festivalin öğleden sonrası müzik, öğleden öncesi ise yemek ve çevre odaklıydı. Saat 16.30’dan itibaren Son Feci Bisiklet, Kimbra, Yüzyüzeyken Konuşuruz, UNKLE ve Athena peş peşe sahneye çıkıp festival alanındakilerin ruhunu doyurdu.
Ancak malumunuz bu köşede daha ziyade karın doyuran işleri konuşuyoruz. O nedenle size Festtogether’ın yemek kısmını da anlatmadan geçmek istemem. Festivaldeki onlarca yemek standının hepsi vegandı. Evet, doğru duydunuz 1 gram bile hayvansal malzeme kullanılmadan yüzlerce kişinin karnı doydu.
Üstelik veganlıkla ilgili şahane atölye çalışmaları da vardı. Mesela canım arkadaşım Hürriyet Ekonomi Editörü Şebnem Turhan, katılımcılarla birlikte enfes bir vegan baklava yaptı. (Not: Şebnem’i önümüzdeki günlerde Lezizz’de daha sık göreceksiniz, şimdiden haberiniz olsun.)
HAYDİ SEBZE DOĞRAMAYA!
Bu arada el birliğiyle yapılan hayırlı işler demişken size bir de Deliler Kahvehanesi diye de bilinen Derviş Baba Kahvehanesi’nden bahsetmek istiyorum. Ben adını daha önce birkaç kez duymuş ancak çok fazla üzerine düşünmemiştim. Üyesi olduğum Mide Lobisi’nde bir başka üyenin paylaşımıyla yeniden tanıştım Deliler Kahvehanesi’yle.
Derviş Baba, Balat’ta bulunan bir mekan. Dört yıldır faaliyetlerini sürdürüyor. Tamamen gönüllülük mantığıyla çalışıyor. Sokaklarda yaşayan, sıcak bir kap yemeğe ihtiyacı olan herkes buraya gidip ücretsiz yemek yiyebiliyor, ihtiyacı varsa giysi alabiliyor. Burada ayrıca yabancı dil ve enstrüman dersleri de veriliyor.
Kerki-Solfej Konserleri bangır bangır başladı. İstanbul’da Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda İzmir’de de Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda sahneler ay ortasına kadar çok ışıklı olacak. Sıla, Zülfü Livaneli ile Sevdalım Hayat, Ayta Sözeri, Yalın, Duman, Mor ve Ötesi, Erol Evgin, Mabel Matiz ve Kenan Doğulu programda yer alan ve kaçırılmaması gereken isimlerden.
Misal biz geçen pazar Sıla’nın açılış gecesinde Harbiye’deydik. Tıklım tıklım dolu tiyatroda 2 saat nasıl geçti anlamadık. Klasikleşen şarkıları da Meşk’te yer alan Haytalar Dükkanı, Karanfil gibi yenileri de bir ağızdan söylendi. Sahnesiyle, orkestrasıyla, hatta Zeybek’teki sürpriz şovuyla enfesti. Seveni kaçırmasın.
Filmekimi’nin programı bile iştah kabartyor. İstanbul (4-13 Ekim), Ankara (11-15 Ekim) ve İzmir’de (18-22 Ekim) yaşayan talihliler olarak sinemaya doyacağız yine. Biletler çoktan tükenmiş olacak ki İstanbul’da Matthias & Maxime, Acı ve Zafer, Monos, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Saklı Gerçekler ve Parazit için ek seanslar konmuş.
Programda Belçika, Brezilya, Filistin, İsveç, İtalya, İzlanda, Kolombiya, İspanya, Çek Cumhuriyeti ve Güney Kore’nin Oscar adayı seçilen filmleri öne çıkıyor. Xavier Dolan, Pedro Almodovar gibi devlerin yanı sıra İran’dan Tayvan’a bağımsız sinemanın da en çarpıcı örnekleri Filmekimi’nde olacak.
Eylülde başlayıp ekime hatta yıl sonuna kadar devam eden nefis sergiler de mevcut.
Greta Thunberg’in bütün dünyanın ilgisini ilkim krizine yönelttiği bir dönemde “Yedinci Kıta’ı keşfetmeye hazır mısınız?” sloganıyla dikkat çeken İstanbul Bienali devam edenlerden. MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ve Pera Müzesi’nin yanı sıra Büyükada’da altı mekanda bulunan sergileri, yerleştirmeleri görmek için henüz fırsat kaçmadı. Bunun yanı sıra ücretsiz performanslar ve paneller de devam ediyor.
SALT Galata ve SALT Beyoğlu’nda adı bile gönül çalan Mutluluk Resimlerimiz 29 Aralık’a kadar sürüyor. “Fotogerçekçilik akımının Türkiye’deki ilk temsilcilerinden Nur Koçak’ın 1960’lar ile 2010’lar arasındaki desenleri ve resim serilerinden oluşan en kapsamlı sergisi” olarak özetlenen Mutluluk Resimlerimiz’de asker fotoğraflarından kadın dergilerine, Hollywood filmlerinden hatıra fotoğraflarına popüler kültüre dair nefis izlenimler var.
Meşher’de
Avrupa’nın iki büyük kahve festivalinden biri olan İstanbul Coffee Festival’ın programında o kadar çeşitli başlıklar var ki “Ben kahve değil çay severim” diyenler bile yolunu KüçükÇiftlik Park’a düşürüp kapıdan içeri başını uzatmalı.
“Nasıl yani?” diyorsanız birkaç örnekle açıklamaya çalışayım.
Her şeyden önce festival aynı zamanda bir müzik festivali gibi tasarlanmış. Bütün bir gün boyunca Elçin Orçun, The Away Days, Ezgi Aktan, Mirkelam, Vega, Fikri Karayel ve daha birçok popüler isim festival alanında sahne alacak, kulakları şenlendirecek.
Üstelik panel programı da çok zengin. “Kahve Orijinleri ve Ticaret” paneli uluslararası ekonomi meraklılarını, “Kahve Sektöründe İş Zekası ve Data Analizi” paneli dijital dünyada bütün gün veriyle içli dışlı olanları, “Bir İçecekten Daha Fazlası: Kahvenin Sosyo-kültürel İz Düşümleri” paneli de sosyoloji ve antropolojiye ilgi duyanları kalbinden vuracaktır eminim ki…
Tabii kendi evinin baristası olmak isteyenler için de çok eğitici atölyeler mevcut: “Kahve ve Yiyecek Eşleşmeleri”, “Kavurma Teknikleri ve Blending”, “Kahve ve Süt Uyumu” ve “Bilinçli Kahve Tadımı” aklımda kalan başlıklardan bazıları.
Festival aslında bugün (19 Eylül) başladı ama 22 Eylül Pazar akşamına kadar devam edecek. Dolayısıyla “Vay benim haberim yoktu, kaçırdım mı yoksa?” diye üzülmeye mahal yok. Festivalin sitesinden programa bir bakın, kendinize uygun bir şeyleri mutlaka bulacağınızdan eminim.
Bana da içeceğiniz nefis kahvelerin 40 yıllık hatırı yeter…
Bir süredir bu köşeyi açıp bu yazıları yazmayı düşünüyordum, Mahmure ekibiyle de üzerine konuşuyorduk ama bir türlü sırası gelmiyordu. Güneşi doyasıya içine çekip lezzete dönüştüren meyveler misali, fikirlerin de olgunlaşması gerektiğinden belki de. Velhasıl zamanı geldi, başladık. Bu zamanın yılın en sevdiğim dönemi olan eylül ayı olmasını da işlerin iyi gideceğinin bir işareti olarak algıladım.
Eylül kişisel olarak sevdiğim bir dönem olmanın yanı sıra köşenin materyali açısından da zengin bir dönem. Televizyonda yeni yayın dönemi başlar, yeni sezonun kitapları birbiri ardına rafları doldurur, İstanbul’un dört bir yanı festivallerle, sergilerle doludur. Daha ne olsun?
Biliyorsunuz, geçtiğimiz hafta önce Contemporary İstanbul, hemen ardından da Bienal başladı. Contemporary İstanbul çoktan sona erdi ama Bienal 10 Kasım’a kadar sürecek. MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ve Pera Müzesi’nin yanı sıra Büyükada’da altı mekanda bulunan sergileri, yerleştirmeleri görmek için daha çok zamanınız var yani.
Üstelik şehre bu hafta bir de bu yıl 18’incisi düzenlenen !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali geliyor. İstanbul ile Ankara ve İzmir’de 22 Eylül’e kadar devam edecek !f’in programı yine çok zengin. Ben programı ve IMDb’yi biraz biraz kurcaladıktan sonra şunları seçtim:
The Death of Dick Long – ABD’nin Alabama eyaletinde küçük bir kasabada yaşayan Dick Long hayatını kaybediyor; Zeke ve Earl ise bu ölümden kimsenin haberi olmasın diye ellerinden geleni yapıyor. Ancak böyle küçük kasabalarda haberler çabuk yayılır. Film ABD’de 27 Eylül 2019’da vizyona girecek. Tüm dünyadan önce izlemek isteyenler için doğru seçim.
Dylda – 1945 yılının Leningrad’ında geçen bir Rus filmi. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı fiziksel yıkım şehir sakinlerini de hem fiziksel hem de ruhsal olarak sarsmış durumda. Bu ortamda iki genç kadın hayatlarını yeniden kurmak için mücadele veriyor. Film programda uluslararası vizyon ismi Beanpole olarak yer alıyor. 26 yaşındaki yönetmen Kantemir Balagov imzalı Dylda, 2017’de Cannes’da FIPSRESCI ödülünü aldı.
J’ai Perdu Mon Corps – Programda “I Lost My Body” diye İngilizce adıyla yer alan bu film, Guillaume Laurant’ın “Happy Hand” isimli romanından uyarlama 2019 tarihli Fransız yapımı bir animasyon. Bir yanda pizzacı çocuk Naoufel (Nafnaf) ile kütüphaneci Gabrielle arasında bir aşk hikayesi, diğer yanda bedenini yeniden bulmak için Paris sokaklarında nice tehlikeler atlatan Naoufel’in kesik eli. Naoufel ile Gabrielle’in hikayesi kesik elin geçmişine de ışık tutuyor.
Tehran: City of Love
1- Odunpazarı Modern Müze, Ağaca Övgü, Bir Hayvanın Gözlerinden
Türkiye'nin en güzel, en yaşanası şehirlerinden biri Eskişehir'in benzersiz renklerine geçtiğimiz hafta sonu bir renk daha katıldı: Odunpazarı Modern Müze.
İş insanı ve koleksiyoner Erol Tabanca'nın girişimiyle ve Tabanca ailesinin memleketinde hayata geçirilen bu müze sadece Türkiye'de değil, dünyada en iyiler arasına girecek enfes bir iş.
Sadece bir müze olarak değil, bir mimari iş olarak da benzersiz. Japon mimarlar Kengo Kuma ve Yuki İkeguçi'nin tasarladığı OMM binası, ahşap ağırlıklı malzemesi ve katman katman tasarımıyla geleneksel Japon mimarisini Odunpazarı evlerinin içine tertemiz bir biçimde yerleştirip kaynaştırıyor.
Müzede Tabanca'nın uzun yıllar boyunca bir araya getirdiği 1150 parçalık koleksiyonunun, küratör Haldun Dostoğlu tarafından seçilmiş 90 parçasının yanı sıra Japon sanatçı Tanabe Çikuunsai IV'ün buraya özel olarak hazırladığı dev bir bambu enstalasyon bulunuyor.
Ayrıca bir de Marshmallow Laser Feast kolektifinin imzasını taşıyan ve Vodafone Red'in sponsorluğuyla Türkiye'ye getirilmiş iki dijital iş var: Ağaca Övgü ve Bir Hayvanın Gözlerinden.
Bu işlerin ikisi de birbirinden çarpıcı. Kafanıza VR gözlüğünü kulağınıza kulaklıkları takıp işlerin parçası oluyorsunuz. İlkinde Kaliforniya'da yaşayan 3500 yaşında 120 metre yüksekliğinde bir sekoya ağacının içine giriyorsunuz. İkincisinde ise sinek, yusufçuk, kurbağa ve baykuşun gözünden dünyayı görüyorsunuz.
Kolektifin Türk direktörü Ersin Han Ersin de işini deneyimlediğimiz sırada bizimleydi. Kısaca sohbet etme şansı bulduk. Ersin ve ekibi teknolojinin insanı doğadan ve toplumdan kopardığı fikrine karşı çıkmak için hazırladıkları bu enstalasyonların doğanın ritmini yeniden yakalamamıza yardımcı olacağına inanıyor.