Paylaş
Bu seçimler Almanya’da 16 yıla yayılan Angela Merkel döneminin sonuna gelindiğini gösteriyor.
Merkel’in liderliğinin Almanya’nın yakın tarihindeki en istikrarlı dönemlerinden birini temsil ettiği hususunda bir şüphe yok. Gerçekten de 16 yıl süren başbakanlığı, Almanya açısından içte genel hatlarıyla bir istikrar ve ekonomik büyüme dönemi oldu.
Bu, aynı zamanda Almanya’nın Avrupa politikasındaki ağırlığının somut bir şekilde güçlendiği bir zaman kesitiydi. Birleşik Krallık Brexit süreciyle Avrupa Birliği denkleminin dışına çıkar ve Fransa birbirini izleyen iktidar değişiklikleri ve yönetim sorunlarıyla içte savrulurken, Merkel’in liderliğindeki Almanya Avrupa’nın başat gücü olarak sivrildi. Almanya AB politikalarında büyük ölçüde belirleyici olurken, Merkel de Avrupa’nın en önemli siyasi aktörü konumuna geldi.
Gelgelelim Almanya’nın kazandığı bütün zemine karşılık, geçen bu yılları AB’nin küresel bir güç kimliğiyle dünya politikasında tescil edildiği bir dönem olarak nitelendirebilmek güç. AB, uluslararası krizlere tuğrasını vurabilen bir küresel oyuncu olamıyor.
Zaten Merkel’in dış politikasına yöneltilen temel eleştirilerden biri, içte başarılı bulunsa da Avrupa açısından kuvvetli bir gelecek vizyonu ortaya koyamamış olmasıdır.
TÜRKİYE’NİN TAM ÜYELİĞİNE HEP MESAFELİ DURDU
Bu yönünün yansımalarından biri, Merkel’in Türkiye’nin tam üyelik hedefinde icra ettiği olumsuz etkide görülebilir. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığının resmen kabul edilmesi ve ardından müzakerelerin başlaması Almanya cephesinde önemli ölçüde sosyal demokratların iş başında olduğu bir konjonktürün türevidir.
Merkel’in selefi sosyal demokrat Gerhard Schröder’ın 1998-2005 yılları arasındaki dönemi, hem 1999 sonunda Türkiye’nin tam üyelik adaylığının kabul edildiği Helsinki zirvesi, hem de 2004 yılı aralık ayında müzakereleri başlatma kararının alındığı Brüksel zirvesine tanıklık etmiştir. Schröder, Türkiye’nin tam üyelik hedefine kuvvetli bir destek vermiştir.
Bu zirve kararlarının sonucu olarak Türkiye ile AB arasında tam üyelik müzakerelerinde başlama vuruşu, 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da düzenlenen Hükümetlerarası Konferans’la yapıldı. Bu tarihi adımdan bir buçuk ay kadar sonra 22 Kasım 2005 tarihinde Almanya’da başbakanlık koltuğuna Hıristiyan Demokrat Angela Merkel oturdu.
Hıristiyan Demokratlar, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine her zaman soğuk baktılar. Merkel de bu kulvarda siyaset yapan bir şansölye olarak bu çizginin istisnası olmadı. Yaptığı sayısız açıklamada Türkiye’nin tam üyeliğini arzulamadığını gizleme gereği duymadı, tercihinin “imtiyazlı ortaklık” olduğunu belirtti.
Ancak kendisinden önce Almanya adına AB kararları çerçevesinde altına imza atılmış bir dizi taahhüt söz konusuydu. Merkel, bu noktada Alman devletinin üstlendiği taahhütleri yerine getireceğini de söyledi.
ÜYELİK MÜZAKERELERİNDE VİTESİ DÜŞÜRDÜ
Merkel’in açıklamalarına bakılırsa, Türkiye’ye karşı “Ahde vefa” ilkesi uygulanacaktı. Ama uygulanmamıştır. Almanya müzakerelerde bir dizi başlığın açılmasına onay vermiştir. Buna karşılık sonraki sürece bir bütün olarak bakıldığında, Merkel’in sergilediği siyasi irade ile müzakerelerin bir ivme kazanamadan belirsizliğe girmesinde bir faktör olduğu inkâr edilemez.
Geriye dönüp baktığımızda, müzakerelerin 2005 yılında başlamasından sonra sürecin tavsamasında iki liderin tutumunun özellikle belirleyici bir rol oynadığını teslim etmeliyiz. Bunlardan birincisi, dikkat çektiğimiz gibiMerkel’dir. Aynı zamanda Fransa’da Nikolas Sarkozy, 2007 ile 2012 yılları arasındaki cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye ile müzakerelerin ilerlememesi için bariz bir şekilde engelleyici bir tutum sergilemiştir. Kuşkusuz, Berlin ve Paris frene basarken, özellikle 2007 sonrası dönemde Ankara cephesinde de AB heyecanının söndüğü bir olgu olarak belirtilmelidir.
Sonuçta tam üyelik müzakereleri ivme kazanamamış, perspektifini kaybetmiş ve bugün tanıklık ettiğimiz üzere fiilen durmuştur. Ancak müzakereler durmuş olsa da, her iki taraf müzakereleri fiilen koparmanın, süreci bitirmenin siyasi risklerini de göze alamıyor.
18 MART MUTABAKATI EN KRİTİK KARARLARINDAN BİRİ
Bununla birlikte Merkel, tam üyelik konusunda frene bassa da, AB içinde Türkiye ile yakın bir diyaloğun da savunucusu olmuştur. Zaten karşılıklı köklü çıkarların ve aynı zamanda bir dizi anlaşmazlık konusunun iç içe girdiği son derece karmaşık ilişkileri, Türkiye ile Almanya’ya birbirlerine mesafeli durabilmek gibi seçeneği hiçbir zaman bahşetmiyor. Ayrıca, Almanya’yı hayati bir şekilde ilgilendiren bir dizi krizde Türkiye’nin bölgesel konumu dolayısıyla kilit rol oynaması, bu diyaloğu her zaman önemli kılıyor.
Bu durumu en çarpıcı bir şekilde Suriyeli sığınmacılar meselesinde gördük. AB adına Merkel’in kuvvetli bir inisiyatif sergilediği, 18 Mart 2016 tarihinde imzalanan Türkiye- AB göç anlaşması, kendisinin başbakanlığı döneminin en kritik icraatlarından biridir. Bu mutabakat, aynı zamanda Türkiye’ye de Avrupa’ya sığınmacı akışına set çeken bir tampon ülke kimliği kazandırmıştır.
Almanya ve Avrupa’da düzenin, istikrarın devamının mülteci akışını kontrolden geçtiği düşüncesi Türkiye ile yakın bir diyalog arayışını ön plana çıkartıyor. Afganistan’daki son krizin yeni bir mülteci dalgasını tetikleyebileceği endişeleri belirdiğinde, Merkel’in Türkiye ile yakın çalışılması gerektiğini söyleyen ilk lider olması, bu düşüncenin artık bir zihinsel reflekse dönüştüğünü gösteriyor.
AB İÇİNDE TÜRKİYE İÇİN DENGELEYİCİ ROL
Bu arada, tam üyelik konusunda oynadığı olumsuz role karşılık, Merkel’in AB içinde Türkiye’yi hedef alan bazı dinamikleri dizginlemede azımsanmayacak bir işlev gördüğünü de teslim etmek gerekir. Bu çerçevede geçen yıl Doğu Akdeniz’de yaşanan büyük gerilimde Fransa-Yunanistan ikilisinin başını çektiği cephenin Türkiye’ye ambargo uygulanması yolundaki çabaları Almanya tarafından ciddi bir şekilde dengelenmiştir.
Merkel, bunu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile çok yakın bir diyalog yürüterek yapmıştır. Bu süreci, Türkiye’nin araştırma gemilerini ve onlara refakat eden donanma unsurlarını Doğu Akdeniz’de karşılıklı hak iddiaları nedeniyle gerilime yol açan bölgelerden çekmesi ve ardından Ankara ile Atina arasında müzakerelerin başlaması yolundaki adımlar izlemiştir.
Sonuçta Merkel’in Türkiye politikasında son dönemdeki öncelikleri mülteciler ve Doğu Akdeniz anlaşmazlıklarına odaklanmak olmuştur. Özellikle tam üyelik müzakerelerinin durduğu bir dönemde, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin “değerler” boyutu Merkel’in kendisine mesele ettiği bir alan olmamıştır. Türkiye, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanlarındaki sorunlar nedeniyle Avrupa’daki birçok çevreden ve Avrupa kurumlarından eleştiriler alırken, Merkel bu konularda bir taahhüt içinde görünmemiştir.
Türkiye ile Almanya ve AB arasındaki ilişkilerin yüklü ve karmaşık bir gündemi var. Bu zor gündemin bu ay sonunda Merkel’in koltuğuna oturacak halefinin masasındaki dış politika dosyaları içinde yoğun bir meşguliyet alanı oluşturacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Paylaş