Paylaş
Gerek 1999 sonunda Helsinki’deki AB zirvesinde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmesi, gerek müzakerelerin 3 Ekim 2005 tarihinde resmen başlatılması kararlarının gerisindeki en önemli faktörlerden biri, Almanya’da başbakanlık koltuğunda sosyal demokrat bir politikacı olan Gerhard Schroder’in oturuyor olmasıydı.
Schroder’in bu görevini 2005 Kasım ayı sonunda Türkiye için AB’ye tam üyelik yerine “imtiyazlı ortaklık” fikrini savunduğunu gizlemeyen Hıristiyan Demokrat Angela Merkel’e devretmesi ve ardından bir dizi başka faktörün de denkleme girmesiyle birlikte, müzakere süreci sonradan kademe kademe hız kesmiş ve bugün olduğu gibi fiilen durma noktasına gelmiştir.
Ancak önceki gün yapılan seçimlerde az bir farkla Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) birinci gelmiş olması ve bu partinin adayı Olaf Scholz’un muhtemel bir koalisyonun başbakanlığı için daha şanslı konumda bulunması, tüm üyelik sürecinde girilen olumsuz süreci tersyüz edebilme gibi bir potansiyel taşımıyor ne yazık ki...
SPD ARTIK TAM ÜYELİKTEN SÖZ ETMİYOR
Geride kalan seçim kampanyasının dikkat çekici bir yönü, Türkiye’nin tam üyeliği projesinin Alman partilerinin çoğunluğu açısından artık büyük ölçüde gündemden çıkmış olmasıdır. Örneğin bir önceki seçimde (2017) Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin önemini vurgulamayı ihmal etmeyen Sosyal Demokratlar, bu kez seçim bildirgelerinde bu hedeften hiç söz etmemeyi tercih etmiştir. Türkiye ile AB arasında diyaloğun önemine kuvvetli bir vurgu olsa da tam üyelik perspektifi yer almıyor sosyal demokratların yeni vizyonunda.
Almanya’nın bundan sonraki başbakanı olması muhtemel görülen Olaf Scholz da kampanya sırasında Türkiye söz konusu olduğunda, iki ülke arasında özel bağlar, yakın ilişkiler ve demokrasi gibi temaları telaffuz etmiş olmasına karşılık, tam üyelik konusuna değinmekten uzak durmuştur. Kendisinin geçen hafta Hürriyet Avrupa’dan Ahmet Külahçı’ya mülakatı, bu bakımdan fikir vericidir. Anlaşılan bu konudan söz etmenin seçmen tabanında oy kaybettireceği endişesi, artık SPD’yi bile geleneksel pozisyonunu tekrarlamaktan alıkoyuyor.
Seçimden önce Almanya’nın kamu yayıncısı Deutsche Welle’nin Türkçe Servisi’nin siyasi partilerin seçim bildirgelerinde Türkiye konusunda yer verdikleri görüşlere ilişkin hazırladığı derleme, tam üyelik meselesinin Alman siyasetinde ne kadar zemin kaybettiğini göstermesi bakımından çarpıcı bir içerik taşıyordu.
TEK AÇIK DESTEK YEŞİLLER’DEN, ANCAK...
Sosyal Demokratlar bu hedefe değinmezken, Hıristiyan Demokratlar’ın (CDU) programında “Türkiye’nin AB tam üyeliği bizimle söz konusu olmayacaktır. Bunun yerine yakın bir ortaklıkta anlaşacağız” deniliyor. Muhtemel koalisyon ortakları arasında adı geçen liberal çizgideki Hür Demokratlar’ın bildirgesinde ise açık ifadelerle “AB’ye tam üyelik müzakereleri sona erdirilmeli ve Türkiye ile AB arasında yeni bir ilişki inşa edilmelidir” görüşü işleniyor.
Alman siyasetinde Türkiye’nin AB ile entegrasyonuna en kuvvetli desteği veren siyasi yapı olarak karşımıza Yeşiller çıkıyor. Bu partinin seçim bildirgesinde, “Türkiye ile AB üyeliği için görüşmelerin yeniden başlatılması” partinin “siyasi hedefi” olarak kayda geçirilmekle birlikte, “Bunun ancak Türkiye’de demokrasi ve insan haklarına dönüşü sağlayacak bir U dönüşü ile mümkün olabileceği” belirtiliyor.
PARTİLER TÜRKİYE’YE ELEŞTİREL BAKIYOR
Bu arada, partilerin neredeyse tümünün programları demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi başlıklarda Türkiye’ye karşı bir hayli eleştirel tutumlar aldıklarını ortaya koyuyor.
Örneğin Almanya’nın birinci partisi konumuna gelen SPD’nin seçim taahhüt belgesinde bu konuda şöyle deniliyor: “Türk hükümetinin iç ve dış politikadaki yönelimini kaygıyla gözlemliyoruz. Türkiye hukuk devleti, demokrasi ve uluslararası hukuk ilkelerine uymak zorunda. Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında, bu konuların da eleştirel bir bakış açısıyla ele alınacağı diyaloğun yoğunlaştırılması, aciliyet gerektirmektedir.”
Keza, Hıristiyan Demokratlar’ın bildirgesinde Türkiye’ye “demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarına saygı gibi siyasi kriterlerden uzaklaştığı” tespiti yapılıyor. Yeşiller’in programında ise aynı başlıklarda ifade edilen eleştirel görüşler “kınama” ölçüsünde sertleştiriliyor. İlginçtir ki, Yeşiller’in programı, Türkiye ile -Almanya’nın inisiyatifiyle- AB arasında 2016 yılında yapılan mülteci mutabakatına da eleştirel bir açıdan bakıyor.
Hür Demokratlar’ın bildirgesinde de “Türkiye’nin otoriter bir şekilde yönetildiği” görüşü işlenirken, eleştiriler siyasal yelpazenin en solunda yer alan Sol Parti’nin programında en sert şeklini alıyor. Bu parti, HDP’nin tüm tutuklu milletvekili ve belediye başkanlarının serbest bırakılmasını talep ediyor.
YENİ DÖNEMDE VURGULAR DEĞİŞEBİLİR
Bu özet alıntılar, nasıl bir kompozisyon yansıtacağı bugünden belli olmasa da, özellikle SPD’nin liderliğinde kurulabilecek bir koalisyonda demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi konuların yeni Alman hükümetinin resmi söyleminde bundan öncesine kıyasla daha geniş bir yer bulabileceğini şimdiden gösteriyor.
Bu açıdan bakıldığında Merkel’in bu konuları daha çok kapalı kapılar ardında dile getiren ya da hiç açmayan çizgisine karşılık, yeni dönemde Ankara’nın aynı başlıklarda kendisinin daha çok üstüne gelecek bir Alman hükümetini karşısında bulması muhtemeldir.
Bunun gibi önemli bir başka noktanın daha altını çizmeliyiz. Bundan önceki dönemde Ankara ile Berlin arasındaki ilişki ağırlıklı olarak Şansölye Angela Merkel ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yakın bir şekilde işleyen diyalog kanalı üzerinden yürümekteydi. Merkel’in devre dışına çıkmasıyla birlikte, Ankara ile Berlin arasındaki bu kanalın, eskisi gibi aynı etkinlikte kurulup kurulamayacağı ilk sorulardan biri olarak belirecektir.
Merkel döneminde Berlin’in Ankara ile diyaloğunda “değerler” konusu ikinci planda kalıp, bir “ver-al” ilişkisinin baskın olduğu pragmatik bir bakış ön plana çıkmaktaydı. Merkel’in özellikle son yıllarında Türkiye’ye bakışı, daha çok Avrupa’ya göçmen akınını engelleyen bir “tampon ülke” işlevine doğru evrilmişti.
Önümüzdeki dönemde yeni hükümetin mülteciler başlığında nasıl bir tutuma yöneleceği, Türkiye ile ilişkinin alacağı görüntü bakımından yine önem taşıyacaktır.
Her halükârda Türkiye ile Almanya arasında karşılıklı köklü çıkarlar ve aynı zamanda birlikte çalışmalarını gerektiren zor konular var. Bu karmaşık ilişkide Berlin’in söyleminde belirmesi muhtemel yeni vurgularla birlikte nasıl bir dengenin oluşacağını görmek için biraz zaman gerekiyor.
MERKEL’İN AB İÇİNDEKİ TÜRKİYE ROLÜ NE OLACAK?
Unutmayalım ki, Merkel’in Türkiye açısından çok kritik bir işlevi daha vardı. Avrupa Birliği’nin fiili lideri konumuna gelen Merkel, aslında Türkiye ile AB arasındaki krizlerde, örneğin geçen yıl bu zamanlarda yaşanan Doğu Akdeniz’deki tehlikeli gerilimde AB adına devreye girerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile uzlaşı noktalarını müzakere eden oyuncu olmuştu. Bir anlamda AB adına Türkiye’nin karşısında bulabildiği en etkili muhataptı.
Almanya’nın yeni başbakanının AB içinde bu başat rolü hem Avrupa bütününde hem de Türkiye karşısında Merkel ölçüsünde oynayıp oynayamayacağı şimdilik ucu açıkta bir sorudur.
Paylaş