Hava sahasının askeri uçuşlara kapanması Rusya açısından fiili olarak ne gibi olumsuzluklar yaratıyor? Uygulama, bu ülkenin Suriye’deki askeri faaliyetlerini ne ölçüde sekteye uğratabilir? Ankara’nın Moskova’da rahatsızlığa yol açması kaçınılmaz olan bu hamleyi yapmasının arkasında hangi siyasi mülahazalar yatıyor?
Bu sorulara yanıt aramadan önce Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’yı işgalinin başlaması sonrasında Türkiye’nin izlediği tutumu kısaca hatırlayalım.
İNGİLTERE VE İTALYA’YA ‘KARADENİZ’E ÇIKMAYIN’ MESAJI
İşgalin ve beraberinde çatışmaların başlamasıyla birlikte yaşanan durumu “savaş” olarak nitelendirerek, Montrö Sözleşmesi’nin 19’uncu maddesi çerçevesinde Boğazlar’ı “Savaşan Devletler”e, yani Rusya ve Ukrayna’nın savaş gemilerine kapatması, Türkiye’nin attığı ilk önemli adım olmuştu.
Ukrayna’nın Karadeniz’de anlamlı bir deniz gücü bulunmadığı için bu adım doğrudan Rusya’nın hareket serbestisini kısıtlıyor, bu ülkenin savaş gemilerinin Karadeniz ile Akdeniz arasında bağlantısını koparıyor.
Türkiye’nin attığı ikinci önemli bir adım, bu kez Montrö çerçevesi dışında, doğrudan diplomasi kanallarını kullanarak üçüncü taraflara, NATO ülkelerine Ukrayna’da savaş sürdüğü müddetçe Karadeniz’e çıkmamalarının uygun olacağını duyurmasıydı.
Montrö’nün 19’uncu maddesi işletildiğinde, savaşan devletler dışındaki üçüncü ülkelerin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişini kısıtlayan bir hüküm bulunmuyor. Ancak NATO’nun Ukrayna’yı desteklemekte oluşu, birçok NATO ülkesinin yapmakta olduğu silah yardımları, ister istemez bu ittifaka bağlı savaş gemilerinin Karadeniz’de bayrak göstermeleri açısından hassas bir durum yaratıyor.
Türkiye, bu noktada Karadeniz’in Rusya ile ABD ve NATO arasında bir gerilim ve çatışma bölgesine dönüşmesi ihtimalini önlemek için Karadeniz’e çıkışları diplomatik girişimler üzerinden NATO’ya da kapamıştır. Milli Savunma Bakanı
Geçen pazartesi günü Ankara’nın çok özel bir konuğu vardı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, Ukrayna savaşına ve krizin yarattığı insani meselelere çözüm arayışıyla çıktığı gezisinin ilk durağı olarak Ankara’ya ayak bastı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la bir araya geldi.
BM tarafından yapılan açıklamaya göre, Guterres bu görüşmede Erdoğan’a, Türkiye’nin Ukrayna’daki savaşla ilgili olarak yürüttüğü diplomatik çabalara verdiği desteği ifade etti.
Guterres, Ankara’dan sonra Moskova’ya geçerek salı günü de Kremlin’de Rusya lideri Vladimir Putin’le görüştü. Bunu, dün Kiev’e geçerek Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ile buluşması izledi.
BM Genel Sekreteri’nin seyahat programının trafiğine bakmak bile Türkiye’nin Ukrayna’daki savaşa barışçı bir çözüm bulma çabalarında kilit bir konuma yerleştiğini görmek bakımından yeteri kadar fikir verici olmalıdır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her iki liderle kanallarının açık olması, ayrıca geçen mart ayı sonunda İstanbul’da yapılan Rusya-Ukrayna müzakerelerinin yarattığı zemin, Türkiye’ye çözüm çabalarına katkı sağlamada kritik bir konum kazandırıyor. Guterres’in önceki gün Erdoğan’ı telefonla arayarak Putin ile yaptığı görüşme hakkında bilgilendirmesi de bu çerçevede not edilmelidir.
GEZİ KARARININ BATI’DA YARATTIĞI TEPKİLER
Yine geçen pazartesi günü kritik bir gelişme de İstanbul’da yaşandı. 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi Gezi davasında Osman Kavala’yı ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm ederken, çoğu sivil toplum yöneticisi yedi sanığı da 18’er yıl hapis cezasına çarptırdı.
Ertesi günü gerek ABD gerek Avrupa’nın önde gelen gazetelerine bakıldığında, Türkiye başlığı altında İstanbul’daki mahkemeden çıkan karara tepkili bir tavırla oldukça geniş yer ayrılmış olması dikkat çekiciydi.
Buradaki dikkat çekici bir gelişme, kararını vermesinden önce AİHM ile bir tarafta Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiserliği, diğer tarafta Adalet Bakanlığı arasında Kavala dosyasıyla ilgili olarak kritik bir yazışma sürecinin yürütülmekte olmasıdır.
İstanbul’da, geçen pazartesi günü açıklanan mahkeme kararının hemen öncesinde Adalet Bakanlığı’nın AİHM’ye gönderdiği resmi yanıt davanın seyriyle bir dizi ilginç unsur içeriyor.
BAKANLAR KOMİTESİ ’İHLAL PROSEDÜRÜ’NÜ BAŞLATINCA
Bilindiği gibi AİHM, İkinci Daire’nin 10 Aralık 2019 tarihinde aldığı, daha sonra 11 Mayıs 2020 tarihinde Büyük Daire’den geçerek kesinleşen Kavala kararında Türkiye’ye iki maddeden ihlal verdi.
Bunlardan birincisi, kendisinin tutuklanmasının“Başvuranın bir suç işlediğine dair makul şüphenin yokluğu” nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”na ilişkin 5’inci maddesinin ihlali olarak görülmesiydi.
Mahkeme, Türkiye’nin ayrıca AİHS’nin “Hak ve özgürlüklere bu sözleşme hükümleriyle izin verilen kısıtlamalar, öngörüldükleri amaç dışında uygulanamaz” şeklindeki 18’inci maddesini de ihlal ettiğine karar verdi. Çıkan bu ihlal, anlam olarak Türkiye’nin AİHS’nin tanıdığı bir yetkiyi kullanırken iyi niyetle davranmadığı yolundaki bir hükmü de içeriyor.
Kararda, zaten Kavala’nın tutuklanmasının kendisinin “susturulması” gibi bir amaç taşıdığı kanaati belirtilerek, bunun insan hakları savunucularının çalışmaları üzerinde de “caydırıcı bir etki yaratacağı” ifade ediliyor.
AİHM kararının önemi, aynı zamanda
Kendisi hakkında ağırlaştırılmış müebbet, diğer yedi sanık hakkında 18 yıl hapis cezasına hükmeden önceki günkü mahkeme kararı, yürümekte olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ve AİHM süreçleri de dikkate alındığında son derece ağır ve sıkıntılı bir durum yaratmıştır.
Daha önce İstanbul 30’uncu Ağır Ceza Mahkemesi’nin Kavala hakkında beraat kararı verip bu kararın istinaftan dönmesinden sonra bu kez 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin kendisini ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırmış olması herhalde hükmün ilk göze çarpan yönüdür.
Keza, benzer şekilde daha önce beraat etmiş olan yedi sanık, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ekmekçi, bu kez 18 yıl hapis cezasına mahkûm edilerek, mahkeme salonunda tutuklanıp buradan cezaevine gönderilmiştir. Karar bundan sonra temyiz için Yargıtay’a gidecektir.
Kuşkusuz, birinci derece mahkemelerde verilen ilk karar ile ikinci karar arasında beliren dramatik ölçülerdeki büyük farklar, öncelikle Türkiye’de yargının işleyişi ve adaletin tecelli edişinde dengeli ve adil bir teraziden, öngörülebilir bir hukuk ikliminden ne kadar uzak olduğumuzu gösteriyor.
ÜÇ SUÇLAMANIN İKİSİNDE BERAAT
Bunun gibi vurgulamamız gereken dikkat çekici bir husus daha var. Bilindiği gibi, Kavala, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Hükümeti ortadan kaldırmaya ya da görevini yapmayı engellemeye teşebbüs suçu”na ilişkin 312’nci maddesi, “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya (darbe) teşebbüs suçu”na ilişkin 309’uncu maddesi ve aynı zamanda “Siyasi ve askeri casusluk suçu”na ilişkin 328’inci maddelerinden yargılanmaktaydı.
Mahkeme heyeti, önceki gün Kavala hakkında TCK/328 altındaki casusluk suçlamasından kesin ve yeterli delil bulunmadığından dolayı beraat ve tahliye vermiştir. Karar, kendisinin sadece TCK/312’te düzenlenen “Hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçunu işlediğinin anlaşıldığını belirtiyor ve cezayı bu maddeden veriyor. Bundan, Kavala’nın TCK 309’daki darbe suçlamasından da beraat ettiği sonucu çıkıyor.
CASUSLUK
KARADENİZ REKABET ALANINA DÖNÜŞMESİN
Akar’la geçen perşembe günü Ege’de “Mavi Vatan” tatbikatını izlemek üzere yaptığı gezi sırasındaki sohbetimizde, Ukrayna’daki savaşın Karadeniz açısından yarattığı durum ve Türkiye’nin bu başlıkta izlediği tutuma ilişkin bir dizi soru yöneltme imkânı bulduk.
Kendisinin yanıtları, Türkiye’nin özellikle NATO müttefiklerine savaş sürdüğü sırada Karadeniz’e savaş gemileriyle girmemeleri yönünde bir dizi telkinde bulunduklarını ortaya koyuyor. Bakan, NATO müttefiklerine, üçüncü ülkelere savaş sırasında Karadeniz’e girmemelerinin “isabetli olacağı” beklentisinin iletildiğini gizlemeyerek, şöyle konuşuyor:
Milli Savunma Bakanı Akar, ‘Mavi Vatan’ tatbikatının sancak gemisi ‘TCG Kemalreis’ fırkateyninde Sedat Ergin’e konuştu. Fotoğraf: Arif Akdoğan
“Bunu ifade ediyoruz, söylüyoruz, telkinde bulunuyoruz. Bölgesel sahiplik ilkesi, kıyısı olan ülkelerin duruma hâkim olması kapsamında burada dengenin bozulmamasını istiyoruz. Burada denge bozulursa olayların kontrolden çıkma olasılığı çok yüksek. Karadeniz’i bir rekabet ortamına dönüştürmeyelim. Bizim açıkça söylediğimiz şey bu.”
Bakan “
Önce SAS ve SAT komandoları ortaya çıkıyor. Güncel bir tema. Tespit edilen bir mayın, helikopterle suya bırakılan SAS komandoları tarafından patlayıcı yerleştirilerek uzaktan patlatılmak suretiyle imha ediliyor. Daha sonraki bir senaryoda SAT komandolarının kullandığı, Deniz Kuvvetleri’ne yeni katılan bir sistem olan sualtı intikal cihazı da görev alıyor.
Tatbikatın ilginç bir yönü şu: Senaryolar sancak gemisinin görüş alanı içinde, ancak uzak bir mesafede icra ediliyor. Gelgelelim hadiseyi yukarıda 4.5-5 kilometre kadar yükseklikten izleyen bir Bayraktar İHA’sı aracılığıyla görüntü, anlık olarak “köprüüstü” bölümünde oturan konukların önüne yerleştirilmiş büyük ekranlara yansıtılıyor.
Örneğin, SAT komandolarının uzakta nokta olarak göründüğü mayın imha operasyonunu, bu ekranlarda kuşbakışı daha yakından izleyebiliyorsunuz. “Uzaktan Görüntü Terminali” diye adlandırılan bu sistemle Deniz Kuvvetleri’nde 2018’den bu yana tatbikatlarda İHA’lardan görüntü aktarımı sağlanıyor.
İHA VE SİHA’LAR BU KEZ EGE’DEKİ ASKERİ DENKLEMDE
Tatbikatın en heyecan verici anlarından biri, uzakta duran hedef geminin bir SİHA tarafından imha edildiği sırada yaşanıyor. Burada hedef, kamu şirketi TAİ’nin yaptığı ve geçen yıl Deniz Kuvvetleri’ne teslim ettiği “
Krallık Başsavcılığı, önce “Davanın Suudi Arabistan’daki yargı makamlarına devredilmesini” talep ediyor.
İkinci kritik bir talep daha var. Suudi Başsavcılığı, İstanbul’daki mahkemede sanık durumunda olan 26 Suudi vatandaşının Interpol’deki “kırmızı bülten listesinden kaldırılmasını” da talep ediyor.
Bu talepler iletildikten sonra şöyle deniliyor:
“Davanın devri durumunda dava ve davadaki iddialar değerlendirilecek ve sonucundan Türk adli makamlarına bilgi verilecektir.”
Yani “Siz dava dosyasını gönderin, biz inceleyip sizi sonuçtan haberdar edeceğiz” mesajı veriliyor.
ANKARA KARARI YETERSİZ BULUP KUVVETLE ELEŞTİRMİŞTİ
Bu noktada dünkü yazımızda altını çizdiğimiz bir hususu hatırlatalım. Krallık Başsavcılığı’nın aynı yazısında (İstanbul’daki mahkemede sanık olan) bu 26 kişi hakkında tahkikat yapıldığı, bunlardan 11’inin suçlanarak yargılandığı, geriye kalan isimler hakkında ise (15 kişi) suçlamalar kanıtlanmadığı için dava açılmadığı da belirtiliyor.
İstanbul’daki mahkeme dosyası ile davanın Suudi yargısındaki seyri arasındaki kayda değer çatışma başlıklarından biri burada karşımıza çıkıyor. Suudi Başsavcılığı, Ankara’nın suçladığı diğer 15 kişi hakkında kovuşturmaya yer olmadığına zaten kanaat getirmişti.
Değerli meslektaşımız Tolga Şardan’ın önceki gün T-24’te yayımladığı dikkat çekici bir haber, iletilen adli yardımlaşma talebi üzerine Suudi Arabistan Başsavcılığı’nın geçen 13 Mart tarihinde yolladığı resmi yanıtın belgesini konu alıyordu.
Suudi Başsavcılığı’nın bu resmi yazısı, Kaşıkçı cinayetiyle ilgili olarak Riyad’da yürütülen soruşturma sürecini aktarıyor, aynı zamanda buradaki mahkemenin verdiği kararın tam metnini de içeriyor. Bu çerçevede hem cinayetin işlenme şekli hem de davanın Riyad cephesinde sonuçlanmasıyla ilgili birçok ayrıntıyı bir kez daha detaylı bir şekilde dikkatlerimize getiriyor.
‘ONU ÖLDÜRECEK MADDEYİ İĞNEYLE ENJEKTE ETTİM’
Kaşıkçı davasıyla ilgili kararın bundan iki yıl önce Riyad’da açıklanmasından sonra yargılanan sanıkların cinayeti ne şekilde işlediklerine ilişkin itiraflarının bir bölümü o zaman da basına yansımıştı.
Başsavcılığın yazısında, mahkeme kararında, İstanbul’a gelen infaz timinde yer alan Suudi Arabistan Adli Tıp Kurumu Başkanı Salah Muhammed Tubeyki’nin Başkonsolosluğa giriş yapan Kaşıkçı’ya “Ölümüne yol açacak bir maddeyi iğneyle enjekte ettiğine” ilişkin itirafı özellikle dikkat çekiyor. Tubeyki, “cesedi parçalayarak ölünün kutsallığını ihlal ettiğini” de kabulleniyor.
Keza yargılanıp mahkûm olan sanıklardan Turki Müşerref eş-Şehri, “kurbanın elini bağladığını, cesedin parçalanmasına ve ayrıca cinayet aletleri ve kurbanın cesedinin gizlenmesine katıldığını” itiraf ediyor. Bir diğer hükümlü Osman Ebu Hüseyin, (Başkonsolosluktaki) “kameraların çalışamaz hale getirilmesinde rol oynadığını” anlatıyor. Mustafa Muhammed el-Medeni, “kurbanın kılığına girerek cinayeti ve izlerini örtmeye çalıştığını” açıklıyor.
Riyad’daki mahkeme kararının altı çizilmesi gereken bir noktası, hükümlülerden Mahir Abdülaziz Mutrib’in kendi itirafına da dayanarak “Kaşıkçı’yı öldürme ve ölünün vücudunu parçalama emrini veren kişi” olarak gösterilmesidir. Mutrib, cinayet işlendiği tarihte Suudi Arabistan Kraliyet Sarayı’nda albay rütbesiyle görev yapan ve açık kaynaklardaki birçok fotoğrafta yurtdışı gezilerde Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ın yakın çevresinde görülen bir şahsiyettir.
RİYAD’DA MAHKEMEDE 11,