“Varlık Vergisi”nin yol açtığı sıkıntıları çok iyi hatırlıyordu Kohen. İstanbul’daki Selanik Bankası’nda muhaberat müdürü olan babası Albert Kohen’e amatörce bir çabayla çıkarttığı “La Boz de Türkiye” isimli cemaat gazetesi için astronomik bir vergi tahakkuk ettirilmişti. Babasının bütün birikimlerini koyması yetmediği gibi çalıştığı bankadan oldukça yüklü bir kredi de alması gerekecekti Varlık Vergisi’ni ödeyebilmesi için.
Kohen, bir soru üzerine babasının yaşı nedeniyle askerlik meselesinden etkilenmediğini, ancak büyük ablası Mari’nin kocası Vitali Yanni’nin askere çağrıldığını anlatıyor. Eniştesi, bu sırada Sirkeci’de dükkânı olan bir tüccardı.
Vitali Yanni, askerden döndüğünde bu kez Varlık Vergisi ile karşılaşacaktı. Kohen, eniştesinin başına gelenleri şöyle anlatıyor “Ver Elini Dünya” başlıklı nehir söyleşi kitabında Nihal Boztekin’e:
“Büyük ablam kocasıyla beraber İsrail’e göç etti. Çünkü Vitali, Varlık Vergisi’nin ekonomik açıdan yıktığı tüccarlardan biri olarak mağazasını satmıştı. Askerlikten kalma kötü hatıraları da olduğundan ‘Biz burada kalamayız’ dedi ve çekti gitti.”
Sami Kohen
‘KULÜP’ DİZİSİNİN DAVET ETTİĞİ SORGULAMA
Gazeteci olarak duayen kimliğinin yanı sıra eşsiz bir insan olan Sami Kohen’e geçen ekim ayında 93 yaşında veda ettik. Büyük bir ilgiyle okuduğum hatıratında beni en çok düşünmeye sevkeden bölümlerden biri, İkinci Dünya Savaşı yıllarında küçük bir çocukken yaşadığı bu olaylar oldu. Aradan çok uzun yıllar geçmiş olsa da bu olayların izleri Sami Kohen’in zihninde bütün canlılığıyla duruyordu.
Örneğin ABD Başkanı Joe Biden, geçen perşembe günü Beyaz Saray’da kameraların karşısında muzaffer bir ruh hali içinde harekâtın başarıyla sonuçlandırıldığını açıklarken, konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
“DEAŞ üzerinde baskıyı sürdürmek, vatanımızı korumak için yakın müttefiklerimiz ve ortaklarımızla, Suriye Demokratik Güçleri, Peşmerge dahil olmak üzere Irak Güvenlik Güçleri ve (DEAŞ’a karşı) küresel koalisyonun 80’den fazla üyesi ile çalışmaya devam edeceğiz.”
Başkan Biden’ın, ABD’nin DEAŞ’a karşı müttefik ve ortaklarından söz ederken sıralamada SDG ve Peşmerge’ye verdiği öncelikli konum dikkat çekicidir.
Biden, “Suriye Demokratik Güçleri” derken, ana omurgasını PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD/YPG’nin oluşturduğu, komuta kademesinde en tepedeki Mazlum Abdi olmak üzere büyük ölçüde PKK kadrolarının yer aldığı örgütten söz ediyor.
Yani Türk makamlarının terör bağlantıları nedeniyle her vesileyle ABD’ye ilişkisini kesme çağrısında bulunduğu ve Suriye’nin kuzeyinde sıkça Türkiye’yi de hedef alan bir örgütten...
‘HAREKÂTI ONLARIN DESTEĞİYLE YAPABİLDİK’
Başkan Biden’ın vurguladığı SDG’nin önemi teması, aynı gün üst düzey yönetim yetkilileri tarafından bu harekâtla ilgili olarak Beyaz Saray’da verilen ayrıntılı basın brifinginde daha da kuvvetli bir şekilde tekrarlandı.
Yönetimden bir yetkili, “
Bunun için her sabah saat 09.00’da Sağlık Bakanlığı’nın o an itibarıyla açıklamış olduğu aşı verilerinin işlenmesiyle oluşturulan bir Excel dosyasından yararlanıyorum.
Bu veri tabanına baktığımda dikkatimi çeken bir yöneliş görüyorum. Birinci doz aşısını olanların sayısı 56 milyon eşiğine geçen 20 Kasım günü geldi. Yanıtını merak ettiğim soru, bu sayının 57 milyon eşiğine gelmesinin ne kadar zaman alacağıydı. 6 Ocak günü sabahı 57 milyon 11 bin sayısı kaydedilmişti.
Demek ki ilk aşılarını yaptıranların sayıca bir milyon kişiyi bularak 56 milyondan 57 milyon eşiğine gelmeleri için bir buçuk aydan da uzun bir zaman geçmesi gerekti.
Bu arada hemen belirteyim, şubat ayının ikinci haftasında olmamıza rağmen hâlâ 57 milyon basamağı içinde yol alıyoruz. Örneğin, dün sabah birinci doz aşısını tamamlamış olanların sayısı 57 milyon 518 bindi. Yani bir ayı aşkın süre içinde ancak 500 bin dolayında kişi ilk doz aşısını yaptırmıştı.
Aşı kampanyasının Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın ilk aşısını 13 Ocak 2021 tarihinde gazetecilerin önünde yaptırmasıyla başladığını, aktardığımız toplam rakamların 13 aya yaklaşan bir zaman kesitinde şekillendiğini de bu noktada hatırlayalım.
İLK DOZ AŞIYI OLMA EĞİLİMİ DURMA NOKTASINA DOĞRU GİDİYOR
Verileri daha yakından incelediğimde şu olgularla da karşılaştım. Geçen hafta bütün Türkiye’de toplam 84 bin 574 bin kişi birinci aşısını yaptırdı. Günlük aşı sayısı genelde 12-15 bin aralığında seyretmiş.
Buna karşılık ikinci doz aşısını olanların haftalık toplamı daha fazla, 133 bin dolayında. Bu kümede günlük aşı sayısı 20-25 bin aralığında gidip geliyor. Üçüncü doz aşı olanların sayısı belirgin bir şekilde fazla: 860 bin 889...
Dr. Koca, özellikle 24 Ocak tarihinden sonraki günlük paylaşımlarında ısrarlı bir şekilde “Salgının endişe verici döneminin geride kaldığı, virüsün eski gücünde olmadığı, artan sayılar nedeniyle endişelenmeye mahal bulunmadığı, Omikron varyantının salgının son bulmasının umudu olabileceği” şeklinde görüşler savundu.
Sağlık Bakanı’nın virüsün gücünün gerilediğini savunduğu günler, örneğin geçen hafta, aynı zamanda vaka sayılarının düzenli bir şekilde artarak pandemi sürecinde günlük 100 bin eşiğini ilk kez geçtiği bir zaman kesiti oldu. Günlük vefat sayıları ise 200’ün üstüne çıktı, hatta bir ara 250’ye yaklaştı.
Son dalgada ölüm oranları önceki varyantlara kıyasla daha düşük olsa da, toplam vaka sayısı Omikron’un bulaşıcılığı nedeniyle çok yüksek rakamlara çıktığından, toplam vefat sayılarında yine oldukça kaygı verici bir noktaya gelindi.
Vefat sayılarında, salgının seyrindeki en yüksek rakamlar olmamakla birlikte, 2020 sonbaharında yaşanan ikinci dalgadakine benzer bir eşiğe gelindiğini söyleyebiliriz. O dalgada en yüksek vefat sayısı 23 Aralık 2020 tarihinde 259 kayıpla kayda geçmişti. Geçen hafta en yüksek vefat sayısı cuma günü açıklanan 248 kayıp oldu.
TESTLER YÜZDE 21-24 ARALIĞINDA POZİTİF ÇIKIYOR
Sağlık Bakanlığı’nın verileri incelendiğinde, geçen hafta göze çarpan yönelişlerden biri, yapılan testlerin pozitif çıkma oranının genellikle yüzde 21-24 aralığında seyretmesiydi. Örneğin geçen çarşamba günü 457 bin dolayında test yapılmış ve 110 binin üstünde pozitif çıkmıştır. Oran yüzde 24.2’ye gelmişti. Neredeyse test yaptıran her 4 kişiden biri pozitif çıkmıştır. Bu, yaklaşık iki yıldır süren salgında bugüne dek kaydedilmiş günlük en yüksek pozitif çıkma oranıdır.
Tabii burada şu kritik noktayı da hatırlatmalıyız. Bilindiği gibi, Sağlık Bakanlığı geçen ay test politikasında ciddi değişikliklere giderek bir dizi esneklik getirmiş bulunuyor. Bu çerçevede COVID-19 pozitif olan kişilerle temaslılara test zorunluğu kaldırıldı, ayrıca test yapılabilmesi için semptom gösterme şartı getirildi.
Buna ek olarak, bazı toplu ortamlara girebilmek için daha önce aranan test zorunluğu da kaldırıldı. Bu gibi uygulamalar bilim çevrelerinde eleştiriyle karşılanıyor. Özellikle birçok Batı ülkesinde yaygın tarama testleri teşvik edilerek vakalar tespit edilmeye çalışılırken, Türkiye’de aksi yönde hareket edilmesi tartışmalara yol açıyor.
Antlaşma’ya 7 Şubat 1992 tarihinde düzenlenen törende, o dönemdeki adıyla Avrupa Ekonomik (AET) Topluluğu’na üye 12 ülke imza atmıştı.
O günlerde Avrupa’yı kaplayan ruh haline baktığımızda, demokrasi güçleri açısından yüksek zamanlardı. Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorboçav’un birliğin fiilen sona erdiğini resmen ilan ettiği 25 Aralık 1991 tarihindeki açıklamasının üstünden henüz bir buçuk ay geçmişti.
ABD’li siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın liberal demokrasilerin zaferi anlamında “tarihin sona erdiği” yolundaki tezi, o dönemin düşünce iklimini simgeleyen önemli bir referanstı.
12 ÜLKEDEN 28’E ÇIKTI, BREXİT İLE 27’YE GERİLEDİ
İşte AET’yi AB’ye dönüştürecek ve kurumsal olarak derinleştirecek Maastricht Antlaşması’na imzalar böyle bir atmosferde ve büyük bir özgüven duygusuyla atıldı. Girilen süreçle, AB’nin siyasi birliğe doğru evrilerek dünya sahnesinde yükselen bir güç olarak yerini alacağı yaygın bir beklentiydi.
Maastricht imzalanırken Türkiye’de Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki DYP-SHP koalisyonu iş başındaydı ve Cumhurbaşkanlığı makamında Turgut Özal oturmaktaydı.
Gerçekten de sonraki yıllarda AB rüzgârının muazzam bir ivmeyle Avrupa kıtasını kapladığına tanıklık ettik. Önce AET’ye dahil olmayan İsveç, Finlandiya ve Avusturya da bu rüzgârın dışında kalmayarak 1995’te AB’ye katıldılar.
Bunu AB’nin 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde kararlaştırdığı genişleme dalgası çerçevesinde 2004 yılında çoğu eski Doğu Bloku mensubu olan 10 ülkenin daha AB’ye katılması izledi. AB, 2007’de Romanya ve Bulgaristan ve en son olarak 2013’te Hırvatistan’ın katılımıyla 28 üyeli bir yapıya dönüştü. Daha sonra Birleşik Krallık’ın Brexit sürecinde 2020 başında birlikten ayrılmasıyla üye sayısı sayı 27’ye düştü. Kuşkusuz, Birleşik Krallık’ın kopması AB açısından büyük bir güç kaybıydı.
Nasıl olmasın ki? ABD, 27 Ekim 2019 tarihinde, yani iki yıl üç ay kadar önce DEAŞ’ın bir önceki lideri, Kureyşi’nin selefi Ebubekir el Bağdadi’yi yine İdlib’de öldürmüştü.
İki operasyon tıpatıp aynıdır. Her ikisi de gece helikopterle intikal eden ABD özel harekât timleri tarafından icra edilmiştir.
Bu iki operasyonu karşılaştırdığımda şunu da gördüm. Bir önceki harekâtta, Bağdadi’nin öldürüldüğü ev, daha güneyde, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinin karşısında Türkiye sınırına kuş uçuşu 5.5 kilometre kadar uzaklıktaki Barişa köyü civarındaydı.
Önceki gün Kureyşi’nin yaşadığı eve düzenlenen baskının cereyan ettiği mevki olan Atme kasabasının Türkiye sınırına kuş uçuşu uzaklığı ise batıda 3 kilometre, güneyinde ise 1.5 kilometre kadar. Barişa ile Atme arası da kuzey-güney istikametinde 17 kilometre dolayındadır.
Her iki baskın da aynı bölgede gerçekleşmiştir.
DEAŞ İDLİB’İ HEP KORUNAKLI BULUYOR
Bu mesafeleri detaylı vermemin nedeni, El Kaide ile birlikte dünyanın en tehlikeli iki terör örgütünden biri olan DEAŞ’ın halef-selef lider kadrolarının Suriye’de Türkiye sınırının ne kadar yakınına sokulmuş olduklarına dikkat çekebilmek içindir.
Tabii, baskının iki yıl gibi kısa bir süre içinde aynı bölgede tekrarlanmış olması, DEAŞ’ın 2019 yılı ekim ayında,
Avrupa Konseyi’ne üye Türkiye dışındaki 46 ülkenin her birinin Ankara’daki resmi çevrelerde ciddi bir rahatsızlığa yol açan bu dosyaya ilişkin oylamada nasıl bir tutum alacağı dikkatle not edilecekti.
Oylamanın konusu Osman Kavala dosyasıydı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Kavala hakkındaki ihlal kararının gereğini yerine getirmediği görüşüyle Türkiye hakkında başlatılacağı duyurulan “İhlal Prosedürü”ne resmiyet kazandıran nihai adım atılacaktı komitede.
Oylanan karar, dosyanın yeniden AİHM’ye gönderilip Türkiye’nin Kavala kararını uygulama yükümlülüğünü yerine getirip getirmediğinin mahkemeden sorulmasını öngörüyordu.
TOP YENİDEN AİHM’E GİDİNCE HANGİ KAPI AÇILIYOR?
Bu durumda AİHM Büyük Dairesi, dosyaya yeniden bakıp, bu kez Türkiye hakkında daha önce 2020 Mayıs ayında kesinleşen bu kararının uygulanıp uygulanmadığı hususunda yeni bir karar almak menziline giriyor.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ihlal prosedürünü de düzenleyen “Kararların Bağlayıcılığı ve İnfazı” başlıklı 46’ncı maddesinin altındaki 5’inci fıkranın giriş cümlesinde şöyle deniliyor:
“Mahkeme, 1. fıkranın (kesinleşmiş kararlara uyma taahhüdü) ihlal edildiğini tespit ederse alınacak önlemleri değerlendirmesi için davayı Bakanlar Komitesi’ne gönderir.”
Bu prosedüre göre, mahkemenin Türkiye hakkında bu kez AİHS 46/1’inci maddeden bir ihlal kararı alması halinde, Bakanlar Komitesi’nde “
Öncelikle, AİHM İkinci Dairesi’nin bu kararıyla, aslında daha önce AİHM’in en üst karar organı Büyük Daire’nin Selahattin Demirtaş hakkında 22 Aralık 2020 tarihinde açıkladığı kararında ortaya koyduğu içtihadın doğrultusunda hareket ettiğini vurgulamamız gerekiyor. Dolayısıyla beklenen bir karar olarak görülebilir.
Girişinde “Nihai Hüküm” ifadesi taşıyan karar, AİHM’nin yeni karar alma usulleri çerçevesinde İkinci Daire bünyesindeki üç yargıçtan oluşan komite tarafından alınmıştır.
ANA REFERANS AİHM’NİN 2020 İÇTİHADI
Son kararın en önemli vurgusu, AİHM Büyük Dairesi’nin 2020 tarihli Demirtaş kararının 264 ile 270’inci paragrafları arasındaki bölümüne yapılan atıftır. Demirtaş kararının bu bölümü, bizi doğrudan 20 Mayıs 2016 tarihinde TBMM’de Anayasa’nın milletvekili dokunulmazlığına ilişkin 83’üncü maddesinde bir kereye mahsus yapılan düzenlemeye ve AİHM’nin bu düzenlemeye nasıl baktığı sorusuna götürüyor.
Hatırlanacağı gibi, söz konusu anayasa değişikliği ile TBMM’de milletvekilleri hakkında bekleyen suç duyurularıyla ilgili dokunulmazlıklar bir kereye mahsus kaldırılırken, bu milletvekillerinin yargılanmaları ve tutuklanmalarının da önü açılmıştı.
Düzenleme bütün partilerden 100’ün üstünde milletvekilini ilgilendirmekle birlikte, yalnızca muhalefetteki milletvekillerine uygulanmıştı. Nitekim, bu uygulama hem CHP’li Enis Berberoğlu hem de dönemin HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş dahil bir grup HDP milletvekilinin tutuklanmaları ve yargılanmalarını beraberinde getirmişti. Dokunulmazlığı kaldırılan HDP milletvekillerinin sayısı 55’i bulmuştu.
AİHM Büyük Dairesi, Selahattin Demirtaş dosyasında verdiği kararında, milletvekili dokunulmazlığıyla ilgili bu düzenlemeyi oldukça ayrıntılı bir şekilde incelemiş ve sonuçta milletvekillerinin siyasi beyanlarından dolayı da yargılanabilmelerini mümkün kılması açısından “öngörülemezlik getirdiğine” hükmetmişti. Mahkemenin üzerinde durduğu konulardan biri, milletvekillerinin özellikle siyasi beyanları nedeniyle yargılanabilecek olmalarıydı.
AİHM, öncelikle bir sefere mahsus yapılan bu değişikliğin “