TBMM Genel Kurulu, 1 Mart 2003 tarihindeki tarihi oturumunda Türkiye’den Irak’a “Kuzey Cephesi” açılmasını ve ABD askerlerinin Türkiye üzerinden karadan Irak’a geçmesini öngören hükümet tezkeresini reddetmiştir.
Sonraki yıllarda ABD’nin Irak’ı işgalinin yüzbinlerce insanının ölümüne yol açıp, bu ülkeyi nasıl bir yıkıma ittiği, bütün bölge açısından ne kadar büyük felaketlere neden olduğu görüldükçe, Türkiye’de oylama sonucunun anlamı daha da güçlenmiştir.
Şurası açık ki, tezkere geçmiş olsaydı, Türkiye de ABD ile birlikte Irak’ta yaşanan bütün felaketlerin belli ölçülerde sorumlusu, muhatabı haline gelecek ve kendisini bu ölümcül, kaotik savrulmanın içinde bulacaktı.
*
3 Kasım 2002 seçimi sonrasıydı. O tarihte AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı olduğu, bu nedenle milletvekili seçilemediği için Başbakanlık koltuğunda, daha sonra sırasıyla Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı görevlerini de üstlenecek olan Abdullah Gül oturmaktaydı.
Gül, 18 Kasım 2002 ile 14 Mart 2003 tarihleri arasında başbakanlık görevini yürüttü. Bu çerçevede ABD ile pazarlıkların yürütülmesi ve ardından tezkerenin TBMM’de oylamaya götürülmesinde başbakan olarak resmi düzeyde süreci yöneten kişiydi.
Kendisinin tezkerenin geri çevrilmesinde kilit bir rol oynadığı o süreci yakından izleyenlerin yabancısı oldukları bir husus değildir.
Gül
AK Parti ile MHP tarafından ortaklaşa getirilen yasa teklifine itirazlar, ağırlıklı olarak suç tanımının soyut bir şekilde ifade edildiği, bu durumun ifade özgürlüğü üzerinde ciddi müdahalelere kapıyı açacağı yolundaki görüşlerden kaynaklanıyordu.
Özellikle TBMM Adalet Komisyonu’ndaki görüşmelerde bizzat Yargıtay’ın bu suçlara bakan ilgili dairesi tarafından yapılan değerlendirmede, teklifin “Hukuki Güvenlik” ve “Hukuki Belirlilik” ilkeleri bakımından uygulamada muhtelif sakıncalar doğurabileceği belirtilerek, bir dizi çekince ifade edilmişti.
Ve yasa teklifinin 13 Ekim 2022 tarihinde TBMM’de kabulünün ardından CHP’nin metnin en kritik maddesinin iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yaptığı başvuruyla birlikte, gözler yüksek mahkemenin vereceği karara çevrilmişti.
*
AYM, iptal başvurusunun reddi yönündeki kararını geçen 8 Kasım’da aldı. Ancak tam o sırada AYM’nin TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’la ilgili oybirliğiyle aldığı “ihlal” kararının uygulanıp uygulanmayacağı hususunda çıkan sıcak tartışmalar gündemi kapladığından, mahkemenin bu konuda verdiği ret kararı üzerinde yeterince durulmadı.
AYM’nin gerekçeli iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanması ise geçen ayın son haftasını, 23 Şubat tarihini buldu. Böylelikle, reddin gerekçesi ve aynı zamanda bununla ilgili yazılan karşıoy gerekçeleri de kamuoyuna yansımış oldu.
Ülkemizde ifade özgürlüğünün sınırlarını yakından ilgilendirdiği için bu kararı kısaca değerlendirmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
*
Bugün elektronik, haberleşme, entegre silah sistemleri, elektro optik alanlarında uluslararası alanda kendisinden söz ettiren bir kuruluş haline gelmiş olan ASELSAN, 1975 yılında, yani Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi üzerine ABD silah ambargosunun fiilen uygulamaya konduğu yıl kurulmuş.
ASELSAN, bugün dünyada en çok silah ve askeri hizmet satışı yapan ilk 100 savunma sanayii şirketi listesinde 60’ıncı sıraya gelmiş bulunuyor.
ASELSAN’ın ardından, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yazılım mühendisliği alanındaki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla HAVELSAN’ın kurulması 1982, milli roket ve füze imal etmek üzere ROKETSAN’ın kurulması ise 1988 yılını buluyor.
*
Bir de tabii ilk milli muharip uçak KAAN’ı imal eden Ankara’daki TUSAŞ-Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş.’yi kamudaki savunma sanayii şirketleri listesine dahil etmeliyiz.
İlginçtir ki, TUSAŞ’ın kuruluşu diğerlerinden farklı olarak Kıbrıs harekâtının sonrası değil hemen öncesine rastlıyor. Şirketin web sitesindeki tanıtımda “Türk Uçak Sanayii Anonim Ortaklığı (TUSAŞ), 28 Haziran 1973 tarihinde Türkiye’nin savunma sanayiinde dışa bağımlılığını azaltmak amacıyla Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bünyesinde kurulmuştur” ifadesi yer alıyor.
TUSAŞ kurulduğunda, bağımsız Naim Talu’nun başbakanlığında görev yapan, Adalet Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin bakan verdiği 36’ıncı hükümet iş başındaydı. Sanayi Bakanlığı koltuğunda ise AP’nin önde gelen siyasi şahsiyetlerinden, partinin lideri Süleyman Demirel’in yakın çalışma arkadaşı Dr. Nuri Bayar oturmaktaydı.
1974 başında CHP-MSP koalisyonunu iktidara getirecek olan 14 Ekim 1973 seçimlerine daha üç buçuk ay vardı.
Projenin resmi başlama vuruşu olarak 2010 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında yapılan Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısında alınan kararı esas almamız gerekiyor.
15 Aralık 2010 tarihinde düzenlenen bu toplantıdan sonra alınan kararları duyuran dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, “İlk defa Türkiye’de bir muharebe uçağının projelendirilmesi talimatı verildi” açıklamasını yapmıştı.
Bir başka anlatımla, Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın yürüttüğü teknik bir çalışma için siyasi otoritenin onayı alınıp harekete geçilmesinden 14 yıl kadar sonra KAAN’ın tekerleri yerden kesilmiştir.
Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta şudur: Türkiye 2010’da muharip uçakla ilgili bu süreci başlatırken, sekiz yıl önce 2002’de üretim programına ortak olarak katıldığı ABD’nin öncülüğündeki beşinci nesil F-35 savaş uçağı programı da ayrı bir kulvarda devam etmiştir.
ÖNCE STRATEJİK HEDEF PROGRAMI
KAAN’ın öyküsüne daha yakından bakmak için, projektörlerimizi önce 2010 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı karargâhına çevirmeliyiz. Karar alma mekanizmasının işleyişinde bu tür projelerin önce kuvvetin Stratejik Hedef Programı’na dahil edilmesi, ardından hayata geçirilebilmesi için bütçelendirilmek suretiyle Tedarik Planı’na alınması ve en son aşamada uygulamanın başlaması gerekiyor.
2010 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı bünyesindeki Plan Prensipler Dairesi’nde yapılan bir dizi çalışma bu noktada önem taşıyor. O dönemde bu dairenin başkanı olarak görev yapan Tümgeneral Yalçın Ergül’ün yıllar sonra yazdığı bir makale, bu hazırlıkların kuvveden fiile çıkışıyla ilgili ilginç ayrıntılar içeriyor.
“Milli Muharip Uçak”
Yine muhtemeldir ki, geçen hafta çarşamba günü ilk Milli Muharip Uçak KAAN’ın Mürted Hava Üssü’nden havalanıp Ankara semalarında 13 dakika süren deneme uçuşu da çok daha sonraki bir zaman parantezinde gerçekleşecekti.
Türkiye’nin kendi beşinci nesil milli muharip uçağını üretmesi yeni bir düşünce değil. Daha 2010 yılında Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın önerisiyle dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplanan Savunma Sanayii İcra Komitesi’nde alınan bir kararla, Milli Muharip Uçak ulusal hedef olarak belirlenmiş ve kavramsal tasarımı için çalışmalar başlatılmıştı.
Ancak böyle de olsa, milli muharip uçağına dönük hazırlıklar Türkiye’nin 2000’li yılların başlarından itibaren ikinci derecede üretici olarak katıldığı şaşaalı F-35 projesinin gölgesi altında kalmıştı.
Ne zaman ki ABD 2019 yılında Türkiye’yi F-35 programdan çıkarttı, Ankara’daki karar vericiler girilen bir dizi arayıştan sonra beşinci nesil için milli muharip uçağına yönelmekten başka uygulanabilir bir seçeneğin olmadığını kabul etme noktasına geldi.
Bu yönüyle baktığımızda, aslında ABD Kongresi’nin 1974 yılı sonunda uyguladığı silah ambargosunun o dönemde ulusal savunma sanayiinin zorunluluğu konusunda Türkiye’de yarattığı topyekûn farkındalık gibi, ABD’nin F-35 kararının da benzer bir etkiyi icra ettiğini söylemek mümkün.
O tarihte henüz “KAAN” diye adı konmamış olan milli muharip uçak projesi 2019 sonrasında ciddi bir ivme kazanmıştır.
*
Beşinci nesil savaş uçağı çok uzun bir zamandır Türk Hava Kuvvetleri’nin ihtiyaçları açısından bir gereklilik olarak görülüyordu. Şöyle ki, teknolojideki gelişmelere paralel bir şekilde uçakların yeteneklerinde belli zaman süreleri içinde önemli niteliksel sıçramalar gerçekleşiyor.
ABD Kongresi 1974 yılı sonunda Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerekçe göstererek Türkiye’ye silah ambargosu uygulamayı kararlaştırdığında, Erdoğan Öznal Eskişehir’deki Birinci Hava Jet Üssü’nde kurmay yarbay rütbesiyle 111’inci Filo Komutanı olarak görev yapmaktaydı. Filonun envanterinde o dönemde F-100 av bombardıman uçakları bulunuyordu.
Öznal, ambargonun 1975 yılında uygulamaya konmasıyla birlikte etkisinin kısa zamanda hissetmeye başladıklarını çok iyi hatırlıyor.
Eskişehir’de 1974-76 yılları arasında görev yapan Öznal, komutanı olduğu filoda toplam 20 adet F-100 bulunduğunu, ancak yedek parça sorunu ve buna bağlı olarak karşılaşılan arızalar nedeniyle aktif kullanılabilecek uçak sayısının zaman zaman 7-8’e kadar düştüğünü anlatıyor.
“Uçağın bazı kritik parçaları arıza yaptığında, bakım ve onarımı sağlayacak kitler ABD’den geliyordu. Kitlerin sevkiyatı kesildiği için uçağın onarımı yapılamıyordu. Bu durumun üzücü bir sonucu, filoya eğitim almaya gelen yeni genç teğmenleri uçurmakta ciddi zorluklar yaşıyorduk. Çünkü havalandıracak yeterli uçak yoktu. Her bakımdan çok sıkıntılı bir durumdu” diye konuşuyor.
Öznal’a göre ABD’nin silah ambargosu kısa zamanda bütün hava kuvvetlerinin operasyonel yeteneğini ciddi bir şekilde sarsmış, kuvvetteki uçakların toplamda yaklaşık yüzde 30’u “parça bekler” duruma girmiştir. Bir başka anlatımla devre dışı kalmıştır.
KONGRE BAŞKAN’IN VETOSUNU AŞABİLDİ
Kıbrıs Barış Harekâtı, 1974 yılında 20 Temmuz ve 14 Ağustos’ta başlamak üzere iki aşamada gerçekleştirildi. Harekâta tepki olarak silah ambargosuyla ilgili karar, Yunan Lobisi’nin inisiyatifi ile ABD Kongresi’nden 1974 aralık ayı sonunda geçmiştir.
“
Arkadan baktığımız için kendisinin yüzünü görmüyoruz. Buna karşılık hareketinden ve giydiği siyah frakın kuyruklarından onun şef olduğunu anlıyoruz.
Büyük bir senfoni orkestrasını yönetircesine karşısındaki doğanın bütün seslerine dokunuyor elleriyle. Bu, en görkemli orkestradır ve şefin idaresinde doğanın en yüksek ses uyumunu yakalamıştır o an.
Bu sırada orkestra şefinin görüntüsünün, aynı uzunlukta hemen arkasındaki denize, suya yansımakta olduğunu da fark ederiz. Ancak bu yansımada orkestrayı yöneten elleri, kolları bu kez bir kuşun beyaz kanatlarına dönüşmüştür.
İşte o kusursuz armoninin titreşimiyle birlikte, orkestra şefinin yerden kopup gökyüzünün maviliğine doğru süzülebilmesinin önünde artık hiçbir engel kalmamıştır.
O an gökyüzü, insan, kuşlar, tepeler, okyanuslar, daha doğrusu doğanın içindeki her şeyin içi içe geçmesiyle oluşan en mükemmel senfonin melodisi, gezegenimizden yükseklere, kainata doğru yükselmeye de başlamıştır.
*
Dünya çapında bir çizerimiz olan Selçuk Demirel’in İstanbul’da geçen hafta açılan “Yerle Gök Arasında Selçuk Demirel” başlıklı sergisinde bizi karşılayan en çarpıcı eserlerden biri “Harmonie”, yani “Armoni” isimli bu çalışması.
Ancak serginin bütününe hakim olan havaya baktığımızda, Armoni’nin aslında bize bir kontrastı vurguladığını anlarız. Çünkü sergide yer alan eserlerin büyük bir bölümü, insanoğlunun yaşadığımız gezegen üzerinde yaptığı tahribatı, daha doğrusu bu muhteşem armoniyi nasıl katlettiğini anlatmaktadır.
Rusya, bundan iki yıl önce NATO tarafından kuşatıldığı iddiasıyla ve kendisine göre bir dizi tarih tezi ortaya atarak Birleşmiş Milletler üyesi egemen bir ülkenin toprak bütünlüğüne tecavüz etmiştir.
Üstelik, bu komşusuna dönük ilk işgal eylemi değildi Rusya’nın. Daha önce, 2014 yılında Ukrayna toprağı olan Kırım’ı işgal ve ardından ilhak etmişti. Ukrayna’nın BM tarafından tanınan meşru sınırlarını esas aldığımızda, 2014’te ilhak edilen bölgeler de dahil olmak üzere bu ülkenin topraklarının yaklaşık yüzde 18’i bugün bütün uluslararası kurallara aykırı bir şekilde Rusya’nın fiili işgali altında bulunmaktadır.
Savaşların gerçek maliyetini toprak parçalarından önce insan hayatları üzerinden ölçmek durumundayız. Birbirini tutmayan pek çok rakam bulunmakla birlikte, her iki taraftan da on binlerce kayıp verildiğini söylemek hata olmaz. Batılı kaynaklarda Ukrayna tarafındaki asker kayıplarını 70 binin, Rusya tarafında ise 100 binin üzerine çıkaran tahminlere rastlamak mümkün. Sivil kayıplar, yaralılar bu rakamların dışındadır.
Rusya lideri Vladimir Putin savaşı tercih etmeseydi, bu insanlar bugün toprağın altında değil, yaşıyor olacaklardı.
Ama bir bu kadar düşündürücü olan, BM rakamlarına göre çoğunluğu kadınlar ve çocuklar olmak üzere 6 milyon kadar Ukraynalının Rusya’nın işgali nedeniyle birçok Avrupa ülkesine mülteci olarak sığınmak durumunda kalmasıdır. Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ölçek olarak en büyük mülteci krizine sahne oluyor.
*
Putin’in Ukrayna’yı işgal ederken her bakımdan vahim muhakeme hataları yaptığı ortadadır. Öncelikle, savaşın daha hemen başında başkent Kiev’i şiddetli bir askeri darbeyle vurarak Ukrayna’yı kalbinden çökertme stratejisi fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Özellikle ilk dönemde Rus askeri konvoylarının Kiev’e doğru ilerlerken Ukrayna ordusunun etkileyici direnciyle karşılaşıp uğradığı kayıplar, bu ülkenin askeri alandaki büyüklük iddiasının üzerine de ciddi bir gölge düşürmüştür.