Işıl Hanım’la Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) yargıçlığı sırasında tanışma imkanım oldu. 2009 yılında Hürriyet’te düzenli olarak köşe yazarlığına başladığımda, AİHM’den Türkiye ile ilgili çıkan ihlal kararlarını yakından izleyip yazmak, önceliklerimden biri olmuştu.
AİHM’nin verdiği bu kararlar, Türkiye’nin insan hakları alanındaki gidişatını evrensel hukuk ölçüleri ışığında okuyabilmemize yardımcı oluyordu.
Bu süreç, beni AİHM’de Türkiye’ye ayrılmış olan yargıçlık görevini 2008 yılında Rıza Türmen’den devralmış olan Işıl Hanım ile uzun yıllara yayılan bir diyalogun içine çekti. Türkiye hakkındaki AİHM kararları üzerine 2012 yılında İstanbul’da düzenlenen bir panele kendisiyle birlikte konuşmacı olarak katılmış olmamı şimdi hoş bir anı olarak hatırlıyorum.
Diyalogumuz kendisinin AİHM’de 11 yıl görev yaptıktan sonra 2019’da İstanbul’a yerleşip Kadir Has Üniversitesi’nde hocalığa başlamasından sonra da devam etti. Aynı zamanda bu üniversitedeki İnsan Hakları Merkezi’nin yöneticiliğini de yapıyordu.
Daha önceki sohbetlerimizden birinde kansere yakalandığını ve tedavisinin iyi sonuç verdiğini söylemişti. Son yıllarda ayrıca torun sahibi olmaktan dolayı ne kadar mutluluk duyduğunu da çok iyi hatırlıyorum. Kanserin daha sonra yeniden nüksettiğinden ne yazık ki haberim olmamıştı.
*
Işıl Hanım
Mahkemenin başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın, söz konusu ihlal kararlarının uygulanmamasına nasıl baktığı ve AYM’ye yöneltilen eleştirileri nasıl yanıtladığı soruları kuşkusuz önem taşıyor.
Kamuoyundaki tartışmanın sağlıklı bir zeminde yürütülebilmesi bakımından AYM Başkanı’nın görüşlerinin da kayda geçmesinde yarar var.
Bu çerçevede yakın bir zamanda yaptığı ve sınırlı bir bölümü dışında kamuoyuna yeterince yansımadığını düşündüğüm bir konuşmasından aktaracağım bazı alıntılar üzerinden Prof. Arslan’ın tutumunu değerlendirmek istiyorum bugünkü yazımda.
*
Bu alıntılar kendisinin geçen 12 Ocak’ta AYM’de kış döneminde staj yapan hukuk fakültesi öğrencilerinin sertifika törenindeki konuşmasından geliyor. AYM’nin web sitesinde yer alan bu konuşma metni “Hukuk Fakültesi Öğrencileriyle Hasbihal” başlığını taşıyor. Ancak bu paylaşımı Türk kamuoyuyla bir hasbihal olarak da pekâlâ okuyabiliriz.
Konuşmanın ağırlıklı olarak bireysel başvuru mekanizmasının işleyişi ve mahkemenin verdiği ihlal kararlarının uygulanmamasının yarattığı sorunlara ilişkin bölümlerine odaklanacağız.
Prof. Arslan, önce bireysel başvurunun 2010 yılındaki referandumda hangi gerekçelerle getirildiğini hatırlatıyor. İlkesel gerekçe, temel hak ve özgürlüklerin daha iyi korunması, bu konudaki standartların yükseltilmesiydi. Bu konudaki anayasa değişikliğinin gerekçesinde düzenlemenin “kamu organlarını Anayasaya ve kanunlara daha uygun davranma konusunda zorlayacağı” hedefine de yer verilmişti.
Bir diğer gerekçe, atılacak adımın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) Türkiye aleyhine başvuruları ve mahkemeden çıkan ihlallerin sayısını azaltacak olmasıydı.
Ancak bu sorunun tam bir yanıtı galiba biraz da konuya nereden baktığınıza bağlı. Daha doğrusu, birden çok yanıtı olan bir soru bu.
Evet, başvurudaki eş zamanlılık iki ülke karşısında bir denge arayışını yansıtıyor. Gelgelelim, meseleye bu savaş uçaklarının yetenekleri açısından baktığınızda sorunun yanıtı biraz değişebilir. Ayrıca, bu noktaya nasıl gelindiği sorusu, bizi S-400 meselesini de içine alan bir başka tartışmanın içine çekecektir.
Her halükârda, meselenin denge kısmıyla ilgili yanıtların karşımıza çıkaracağı tablo, ABD, Türkiye ve Yunanistan üçgeni içindeki karmaşık dinamikleri, Türkiye ile Yunanistan arasındaki rekabeti ve bu çerçevede Ankara’nın askeri planlamasını ve caydırıcılık hedeflerini yakında ilgilendiren boyutlar taşıyor.
*
Meseleyi şöyle açıklamaya çalışalım.
Bugün Türk Hava Kuvvetleri’nin elindeki F-16 savaş uçakları artık bir önceki kuşak kabul edilen “4’üncü nesli” temsil ediyor. Biden yönetiminin geçen cuma günü ilettiği talep Kongre’den herhangi bir engellemeye takılmadan geçerse, Türkiye ABD’den “4.5’uncu nesil” yeteneklerini taşıyan 40 adet yeni F-16/VIPER savaş uçağı alacak.
Envanterindeki 79 kadar mevcut 4’üncü nesil F-16’ya, aynı paketin bir parçası olarak satın alınacak modernizasyon kitleriyle yine 4.5’uncu nesil yetenekleri kazandırılacak.
Türkiye, böylelikle hava gücünün önemli bir bölümünü 4’üncü nesilden 4.5’uncu nesle taşımış olacaktır.
Lavrantyev, önceki gün TASS ajansına verdiği demeçte, “Suriye tarafının toprakları üzerinde bulunan Türk askeri birliklerinin uzun dönemde çekileceği konusunda güvenceler almayı gerekli gördüğünü” belirtmiş.
İlginç olan bir nokta, Lavrantyev’in “Bu birliklerin yakın gelecekte çekileceğini kimse söylemiyor” diyerek, aslında kısa döneme dönük bir çekilme beklentisinin bulunmadığını da hissettirmesidir.
Hatta, Türk tarafının da muhtelif kademelerde “Suriye’de kalmayacakları”, “belli uygun koşullar karşılandığında er ya da geç çekilecekleri” hususunda gayri resmi beyanlarda bulunduğunu da söylüyor.
Rus diplomata göre, mesele “Türk tarafının bunu resmi hale getirmek istemiyor olması.”
Bu ifadeleri, Esad hükümetinin sözlü beyanlar değil, yazılı ve bağlayıcı bir güvence istediği, Türkiye’nin de buna yanaşmadığı şeklinde yorumlayabiliriz.
*
Lavrantyev’in Esad rejiminin talebine belli bir anlayışla yaklaştığını belirtmek mümkün. Şöyle ki, Rus diplomat, bugün Türkiye’nin Suriye’de “işgal ettiğini” söylediği toprakların büyüklüğünün “neredeyse Lübnan’ın iki katı kadar” bir alanı kapladığını ifade ediyor. Bu durum sürerken, Suriye hükümetinin Türkiye ile müzakere yapmasına Suriye halkının anlam veremeyeceğini kaydediyor.
Putin
Fidan’ın konuşmasının bir dizi nedenle önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi, kendisinin 13 yıl süreyle Milli İstihbarat Teşkilatı’nın başında bulunmasının verdiği saha bilgisi avantajından ve istihbaratçı bakışından çok geniş bir şekilde yararlandığını görüyoruz bu metinde.
İkincisi, Suriye ve Irak’ta özellikle geçen 10 yılın gelişmeleri üzerinden bugün sahadaki tablonun geniş açıyla oldukça detaylı bir fotoğrafını çekiyor. Fidan, daha sonra odağına PKK’yı yerleştirerek, projektörleri bölge dışından büyük aktörler ile sahada söz sahibi olan yerel aktörler arasındaki karmaşık hesaplara, işbirliklerine, çatışmalara çeviriyor.
Üçüncüsü, önümüzdeki dönemde, Irak ve Suriye’nin beklendiği gibi Türkiye açısından başat bir meşguliyet alanı olacağını anlatıyor. Ancak bunu söylerken, gelinen noktada Irak-Suriye ayrımının büyük ölçüde kalktığını, iki ülkeyi yekpare bir çerçevede gören bir bakışın yerleştiğini anlıyoruz Dışişleri Bakanı cephesinde.
*
Sahadaki durumun analizine geçmeden önce Dışişleri Bakanı’nın geçmişe dönük altı çizilmesi gereken bazı tespitlerine de dikkat çekmeliyiz. Bunlardan ilki, Soğuk Savaş dönemine ilişkindir. Fidan’a göre Soğuk Savaş döneminde nükleer caydırıcılıktan dolayı birbirleriyle savaşamayan “kamplar”, vekil unsurlar aracılığıyla mücadeleye girişmişti.
Atıf yapılan kamplar ABD ve Sovyetler Birliği’dir. Fidan, bu noktada “Türkiye’de halen mevcudiyetini devam ettiren PKK ve DHKP/C başta olmak üzere aşırı sol terör örgütleri, esasen soğuk savaş döneminin birer ürünüdürler” diye konuşuyor.
Böylelikle, Soğuk Savaş mantığı içinde Sovyetler Birliği’nin Batı kampının önemli bir müttefiki Türkiye’yi, dolayısıyla Batı’yı zayıflatmak üzere bu iki örgütü kullandığını belirtmiş oluyor Dışişleri Bakanı.
Konuşmasının bir başka yerinde daha da açık ifadeyle, “
Bu hadise üzerine kaleme aldığımız ve 13 Aralık 2023 tarihinde yayımlanan “Ankara’daki statta yaşanan şiddet bütün Türkiye’ye ayna tutuyor” başlıklı yazımızda, şiddetin bütün ülkede hayatın her alanında yaygınlaşmasından duyduğumuz kaygıları dile getirerek, cezasızlık kültürünün sorunun büyümesinde oynadığı role dikkat çekmiştik.
Ne yazık ki, Ankara’daki statta yaşanan şiddetin bütün Türkiye’ye tuttuğu büyük aynada her gün yeni vahim görüntüler karşımıza çıkıyor.
Özellikle çok yakın zamandan iki hadise şiddet sorununun değişik boyutlarını göstermesi bakımından üzerinde durmamızı gerekli kılıyor.
*
Bunlardan birincisi, 1 Ocak günü İstanbul’da Galata Köprüsü’nde düzenlenen “Filistin ile Dayanışma” mitinginden sonra üzerinde Kelime-i Tevhid yazan bir bayrakla yürüyen bir vatandaşın bayraktaki Arapça yazıya tepki gösteren bir üniversite öğrencisi tarafından yumruklanması olayıdır.
Yumruk atan genç, bayrağı taşıyan kişiye “Arap seviciliği yaptığını” söylemiştir.
Bu hadisenin dikkat çeken tarafı, muhtelif muhalefet partileri adına yapılan açıklamalarda yumruk atan gencin belli ölçülerde sahiplenilmesi, kendisinin tutuklanmasına dönük tepkilerin dile getirilmesi, ayrıca dayanışma amacıyla ailesinin aranmasıdır.
Önümüze çıkan tablodaki belirgin davranış kalıbı, şiddet karşısında bir mesafe çekilmesi ihtiyacının hissedilmemesi, aksine şiddete yönelen faili sahiplenme refleksinin sergilenmesidir.
Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkileri yakın zamanda İsveç’in NATO üyeliği dosyasında ciddi bir gerilime sahne olmuştur. Türkiye, başlangıçta İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvurularını bu ülkelerin PKK ve FETÖ gibi terör örgütleriyle ile mücadelelerinde atacağı koşullara bağlamış, ardından geçen yıl mart ayında Finlandiya’nın bu yöndeki adımlarını yeterli bulup katılımını onaylarken, İsveç’e dönük engellemesini sürdürmüştü.
Bu arada, Türkiye’nin yeni F-16 uçaklarının alımı için 2021 sonbaharında Biden yönetimine yaptığı talebin sonuçlandırılması da ABD cephesinde İsveç’in NATO üyeliğinin onaylanması koşuluna bağlanmıştı.
Başlangıçta bu ilişkilendirmeye kuvvetle itiraz etmişse de, Türkiye’nin sonradan tutum değiştirmesiyle, her iki konu özellikle geçen sonbahardan bu yana aynı paketin içinde değerlendirilmeye alınmıştır.
Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen aralık başında İsveç’in NATO üyeliği ile Türkiye’nin F-16 dosyasının “eş zamanlı bir şekilde” yürütülebileceği şeklindeki açıklaması bir dönüm noktası olmuştur.
Her halükârda Türkiye, önceki gün TBMM’deki onay adımını atarak, dış politikasında NATO’ya ve Batı’ya dönük doğrultusunu koruduğunu kayda geçirmiş olmaktadır. Uzun zamandır yaşanan bütün çalkantılar, krizler geride bırakılmış ve NATO perspektifi bir kez daha ön plana çıkmıştır.
*
Bundan sonrasında önem taşıyan konu, TBMM cephesindeki onay faslının bitmesinin ardından Türkiye’nin F-16’larla ilgili talebinin ABD’deki akıbetidir. Türkiye, yaptığı başvuruda 40 adet 4.5’uncu nesil yeni F-16 uçağı ile envanterindeki mevcut 79 F-16 uçağına yeni yetenekler kazandıracak modernizasyon kitleri alımı için talepte bulunmuştur.
ABD ile varıldığı anlaşılan mutabakat çerçevesinde her iki konu eş zamanlı bir şekilde yürütülecektir. Bunun için
Bu görevde bulunduğum yıllarda teşkilatta müsteşarlık makamında Büyükelçi Sönmez Köksal (1992/1998) ve daha sonra Şenkal Atasagun (1998-2005) oturmaktaydı.
Dolayısıyla, Yenimahalle’nin nasıl bir yer olduğu konusunda az çok bir fikrim var. Zaten Ankara jargonunda eskiden MİT denmez, teşkilat merkezi daha çok “Yenimahalle” diye anılırdı. “Yenimahalle ne der bu işe” diye sormak, “MİT ne der” anlamına gelirdi.
Ancak o zamanlarda çoktan şehrin içinde kaldığı ve yakın çevresinde binalar yükseldiği için herkesin görüş menzili içine giren bir yer haline gelmişti MİT’in buradaki yerleşkesi. Şehir dışına gözlerden uzak bir yere nakledilmesi ihtiyacı daha o zamanlarda kuvvetli bir şekilde ifade ediliyordu.
*
MİT merkezi 2010 yılından sonra 13 yıl süreyle teşkilatın başında bulunan Hakan Fidan döneminde yürütülen bir proje ile 2020 yılında şehir dışına Etimesgut’taki yeni yerleşkesine taşındı. Ben de geçen çarşamba günü teşkilatın kuruluş yıldönümü töreni için aldığım davet çerçevesinde gittiğimde, ilk kez teşkilatın yeni merkezine ayak basmış oldum.
Fiziksel görüntüye ilişkin en çarpıcı gözlemim, yerleşkenin 5.001 dönüme yayılan yüzölçümünün genişliği ile binaların büyüklüğü, hacimleri oldu. Ankara’nın alabildiğine uzanan bozkır arazisi üzerinde merkez yapıyla birlikte çevresinde her birinde farklı bir işlevsel birimin üslenmiş olduğunu anladığım yeni, modern binalar karşınıza çıkıyor. Arazinin yeşille kaplanması çok uzun zaman alacak gibi duruyor.
Tabii yeni yerde Yenimahalle’deki eski MİT merkezinin mütevazı boyutlarının çok üstüne çıkıldığını söylemek mümkün. Benzer şekilde burasının Ankara’da devlete ait diğer yapıların, yerleşkelerin büyük bir bölümünün önüne geçtiğini belirtmek de hata olmaz herhalde.
*