Paylaş
"1945 yazının sıcak bir haziran gününde doğmuşum. İstanbul’un Çarşamba semtinde. Beş-altı derken okul çağı geldi çattı. İlkokul yıllarımı düşünmeden geride bıraktım. Hatırımda kaldığına göre o sıra çalışkan bir öğrenci olan beni öğretmenimizin evlat edinmek istemesiydi. Bunu öğrenir öğrenmez içime korkunç bir gariplik çökmüş, annemin ellerine sarılarak beni bırakmaması için hem ağlamış hem de yalvarmıştım. O yıl ilkokulu bitirdikten sonra hayatımda ilk büyük değişiklik oldu. Annem beni dedemin yanına götüreceğini söyledi. Dedem doğduğum semt olan Çarşamba’da oturuyordu. Çevrenin etkisinden hiç kurtulamazdı.
Hayatını din baskısı altında yürütmenin mutluluğunu da duymaz değildi. Tek katlı, cumbalı evinde vakitlerini ibadetle geçirirdi. Benim de bu ortam ve havaya girmem gerekiyordu. Daha ortaokula başlamadan kendimi mahalledeki bir hocanın karşısında buldum. Kur’an kıraatına koyuldum. Kur’an kıraatıyla beraber, Dedem Şükrü Sav’ın baskısı daha da arttı.
O derece ki komşuda bulunan radyoyu bile dinletmezdi bana. Bugün bütün şöhret ve servetimi borçlu olduğum sinemanın ise o yıllarda sadece adını duyuyordum...”
BABAMA KARŞI NEFRET
“Altıncı sınıfı geçmiş, yedincinin bitmesine az bir zaman kalmıştı ki bütün benliğimi sarsan bir olayla karşılaşmıştım. O güne kadar bana pek hayrı dokunmamasına rağmen bir babam vardı. Ama annemle aralarındaki geçimsizlik had safhaya gelince bizi terk etti.
Bir babanın iki çocuğunu yüzüstü bırakıp adeta kaçarcasına gitmesini hayatım boyunca unutamayacağım.
İki çocuğunu diyorum, çünkü Nazan da o sıralar dört yaşına basmıştı. Bu düşüncelerin sonunda babama karşı büyük bir nefretin belirdiğini fark ettim.
Aradan yıllar geçip de ben şöhret ve paraya kavuşunca herkes niçin babamla ilgilenmediğimi sorardı. Herhalde o günlerin etkisinden olacaktı...”
ÖĞRETMEN OLMAK İSTİYORDUM
“Okuyup öğretmen olmak istiyordum. Bu yüzden de var gücümle derslerime çalışıyordum. Defter-kalem alabilecek paramız olmamasına rağmen içimde korkunç bir okuma arzusu vardı. Bir gün müdire hanım sınıfa gelerek fakir öğrencilere yardım maksadıyla isim tespit ettiklerini söyledi. O anda güç kazanmak için benden önce el kaldıracak birisini aradı gözlerim. Ama yoktu. Yıldırım gibi bir ağrının beynime saplandığını hissettim. Kendimde olmayarak sağ elimi kaldırmışım. Tepemden kaynar sular döküldüğünü sandım.
Hıçkıra hıçkıra ağlamak geldi içimden ama kendimi tutmalıydım. Elimi tekrar indirdim mi yoksa o kendiliğinden mi düştü, hatırlamıyorum. Anlayabildiğim tek şey adımın listeye yazıldığıydı...”
İLK FİLM TEKLİFİ
“Beyoğlu’na çıkışımızın üstünden iki-üç gün geçmişti. Bir akşamüzeri yine okuldan dönerken kapıyı çalıp da içeri girince tanımadığım beş-altı kişiyi annemle konuşur bulmuştum.
Tam bir köşeye çekilip oturuyordum ki konuşmaların benimle ilgili olduğunu anladım. O gece de evimizde bir dilim ekmeğin olmadığını söylersem herhalde mübalağa etmiş sayılmam.
Annemin bana dönerek, ‘Ne diyorsun Türkan kızım, beyler senin film çevirmeni, artist olmanı istiyorlar. Bunun için de ilk olarak 1000 lira veriyorlar’ dediğini duydum. O an hiçbir şey hissetmeden ‘Kabul ediyorum’ sözleri ağzımdan döküldü. Çünkü bizler için 1000 lira büyük bir kurtuluştu. Nasıl film çevrilir? Artistlik nasıl yapılır? Bunlar için neler lazımdır? Gerisi umurumda bile değildi. Zaten bu sualler annemi de ilgilendirmiyordu.
Evet, işte beni bugünkü şan ve şöhrete kavuşturan film dünyasına böyle atılmıştım. Ama tekrar edeyim ki hiçbir şey düşünmeden ve duymadan...”
Paylaş