Malumunuz havalar ısınmaya başlar başlamaz düğün sezonu açılmış oldu. Bu yazın ilk düğünü ise, uzun zamandır evlenmesi beklenen, birbirlerine çok yakışan Fahriye Evcen ve Burak Özçivit çiftinden geldi. Eskiden olsa fesatlanarak bu süreci izlerdim de evli çocuklu olunca artık düğün nefretinin anlamı kalmıyor. Yalnız, Fahriye Evcen’in kına gecesi ne kadar felaketse; düğünü de o derece güzel görünüyordu. Tabii Neslihan Atagül’ün gelinliğinin neredeyse aynısını giymeseydi. Yani tamam, belli ki kızla konuşmuyorsun,aranız limoni de bi baksaydın ahh düğün fotoğraflarına! Yani hiç mi “Ben bu gelinliği bir yerden hatırlıyorum” demedin!
Fahriye Evcen, Neslihan Atagül'ün (sağda) gelinliğini çok beğenmiş olmalı ki 'pişti olurum' filan demeden giydi.
Neyse, artık o da işin nazarı olsun. Hazır düğün mevsimi demişken size birkaç tüyo vereyim;
-- Bir kere gelecek olan altınları düşünüyorsanız, ne bileyim “Altınlarla balayı yaparız, yok düğün salonunu kapatırız” gibisinden o zaman o düğünü aileler için yapacaksınız. Arkadaşlardan toplanacak olan altınla ancak çıkışta çorbacıya gidersiniz çünkü.Yok, ille “Düğünde halamın eniştesi gelmesin, ben hayvan gibi eğlenmek istiyorum” diyorsanız ise nikâhı akrabalara yapıp, düğünde siz eğleneceksiniz.
-- O çıkışta millete hatıra olarak verdiğiniz şekerler olsun kavanozların içinde kekik mekik artık neyse dolduruyorlar ya; onlar için de çok para harcamayın derim. Gelenlerin çoğu o hediyecikleri masada bırakıyor. Kalanı ise iki üç gün sonra çöpe atıyor. Haa sapık gibi saklayan vardır onu bilemem. Ben mesela, kit dağıtmıştım. İçinde prezervatifinden göz bandına kadar her şey vardı. Arkadaş düğünü yaptığımız için, düğün sonunu tahmin etmiştik çünkü.
-- Kına gecesi mevzuuna gelirsek, ben pek sevmiyorum ama hastası var orası ayrı. Kimisi de düğünde hiç eğlenmiyor, kınada basıyor göbeği. Bekârlığa veda yapıyorlar bir de. Hatırlarsanız, bir ara bir olay kopmuştu. Sosyete düğününden önce, kadın parti veriyor. Sonra Amerika’ya gidiyorlar. Hoop çocukları bir oluyor, çocuk siyahi! Partideki dansçılardan biri “Çocuğuma bakmaya hazırım” diye açıklama yapmıştı hatta. Böyle bir örnek olunca tabii, bizim bekarlığa vedalar kafasına kırmızı tütü giyip, eller havaya yapan kızlarla oluyor. Erkeklerin ise rakı masası konseptli.
Sürekli ha evlendi ha evlenecek diye kenarda tuttuğu bir uzatmalısı var Arda Turan’ın da bizim Hikmet Abi’nin de. Bu arada ikisi de başka kızlara yürümekten, flörtlerden de vazgeçmezler asla.
Mahalleye her yeni gelen kızı koruyup kollama ihtiyacı duyardı Hikmet Abi. Yeni kan gördüğü anda hemen o ahtapot gibi ellerini kızın üstüne sarar, “Bir şeye ihtiyacın varsa, bak çekinme hemen söyle” diye bunaltırdı. Arda Turan’da İspanya’ya yolu düşen kim varsa sağ olsun hemen yardımına koşuyor. En son ‘Kısmetse Olur’un kalbi kırık gelini Cansel’e bile şehir turu yaptırmayı teklif etmişti. O kadar mı yalnızsın yahu orada? Göğüs dekolteniz iddialı mı, yolunuz Arda’nın olduğu şehre mi düştü? Hemen instagram DM kutunuza bakın. Belki Arda Turan size de mesaj atmış olabilir.
"Sinem başkasıyla görüştüğü gün benim için bitmiştir" çıkışını unutmak mümkün mü?
Hikmet Abi hikâye anlatmasıyla ünlüydü bir de. Bazen coşar hızını alamazdı. Bir gün işte buna ‘Kurtlar Vadisi’nden teklif gelmiş, ‘Çakır’ı sen vur’ diye. Bu Oktay Abisine ayıp olur diye kabul etmemiş. Arda’nın da var böyle ‘çıkışları’. Hani maç esnasında Messi’yi motive etmiş, “Ayağa kalkmalıyız” falan demiş ya...
Sevgiliden ayrılmak ya da ilişkinin bitmesi onların görüşüne göre sadece kendilerinin özgür kalması demektir. Hikmet Abi kız arkadaşından mı ayrıldı, üstüne evlenip boşansa bile ayrıldığı kız arkadaşı onu evinde beklesin isterdi. O kız ona aittir çünkü. Bütün mahalle, o kızı onla bilmiştir. Arda Turan’ın Sinem Kobal’dan ayrıldıktan sonra yaptığı açıklamayı hatırlamayan yoktur; ‘Sinem başkasıyla görüştüğü gün benim için bitmiştir!” Eee o zaman neden ayrıldın, sen gezip tozarken iyiydi ama değil mi?
Arda Turan 'Kısmetse Olur'dan Cansel'e şehir turu teklif etmişti...
Bir de sürekli Hikmet Abi kendisinin övülmesini isterdi. Tekel bayiinin önünde tahta tabureye bacaklarını ikiye ayırarak oturur, etrafına bizim liseden çocukları alır, paso kendini anlatırdı. Mahallede uyuşturucu satacaklarmış ama işte bu izin vermemiş. Müstesna apartmanında oturan kız öğrencilere mahalleli saldıracakmış, bu hepsini tutmuş. “Kızlarla ben konuşurum merak etmeyin mahalle bana emanet” diye. Arda Turan da sürekli, “Ben gururunuzum, kıymetim bilinmiyor” bilmem ne de bilmem ne.
Tam da geçen hafta zengin ve ünlü olunca yapılacakları yazmıştım ki Mustafa Ceceli olayı patladı. Biliyorsunuz kendisi çoğu evin, nur yüzlü küçük oğlu. Arkadaşları, içkili âlemlerde gününü gün ederken o evde ailesinin dizinin dibinde oturuyordu. Derslerinin hepsi beş pekiyi, anaya babaya hürmeti tam istenildiği gibiydi. Nice anne, “Bana da böyle bir damat nasip eyle!” diye dualar ediyor, nice genç kız kendine ‘Cecelist’ diyip, büyüyünce onun gibi biriyle evlenmek istiyordu. Dokuz senelik gözlerden uzak, mütevazı bir şekilde yaşadığı evliliği, mis gibi de bir çocuğu vardı. Konserlere bile eşini götürüyor, onsuz adım atmıyordu. Sonra bir şey oldu. Artık erken girdiği orta yaş bunalımından mıdır yoksa insanoğlunun da bunca şöhrete, paraya bir dayanma sınırı vardır diyerek mi bilmiyoruz, önce saç ekletti. Ardından son model arabalara merak sardı. Ama yine de gönlü onu sevenlerden yanaydı tabii. Olan var, olmayan var diyerek, Ferrari’si ile yakalanmasına rağmen ufacık bir yalan söyledi. “O araba benim değil!” dedi. Öyle gözlerimizin içine baka baka. Yine de Cecelistler ona inandı. Sonuna kadar savundular. “Benim Mustafam yapmaz, almaz öyle arabalar!” diye sırtladılar sevdikleri sanatçıyı. Her yalan elbet eninde sonunda ortaya çıkar, bu da öyle oldu. Hatta yanında bir kadın var dediler. Bu sefer de arabayı kabul etti ama kadını kabul etmedi. Ufacık bir yalan dağ gibi olup, ardı ardına yalanları doğuruyordu. “Ferrari’yi indirimden aldım!” diyerek kurtuldu. Yanındaki kadın içinse ‘patronumun eşi’ dedi.
Ardı ardına yaptığı hatalar yüzünden büyük ihtimalle vicdan azabı çekiyordu. O yüzden bir Ceceli gibi davrandı ve eşinden pat diye boşandı. Daha iki gün önce evlilik birliğinden, evliliği çok sevmesinden, eşine olan aşkından bahseden adam bu kez “Birbirimizin tarzlarını beğenmiyorduk. Bu da huzursuzluğa neden oluyordu” diyerek olaylar kapansın istedi.
Ünlü popçunun Selin İmer'le yanak yanağa fotoğrafları, hayranlarını şaşırttı.
Cecelistlerin şoku
Yani kısaca, eşim artık benim hayatıma ayak uyduramıyor, demek istemiş. Sen evin nur yüzlü oğlusun, nasıl bir hayatmış ki bu eşin ayak uyduramamış, diye evin büyüklerinin içine bir kurt düştü tabii. Cecelistler de bir şok yaşadı. Hayallerinde olan imrendikleri o ulvi aşk bitmişti. Daha bunun etkisinden çıkılamamıştı ki, hoooop bizim oğlan, almış yanına sosyetik güzeli, yanak yanağa pozlar, sarmaş dolaş bir haller. Fotoşop zannettiler ama Ceceli sevgilisini savunmak için atağa kalktı. Daha boşanmanın tozu bile geçmemişken tam 5 gün sonra, “Selin İmer’le Türkiye’ye dönünce evleniyoruz!” diye açıklama yaptı. Anneler şok! Genç kızlar iptal! Cecelistler vefat!
‘Adam gibi adam’ derler
İLK İŞLERİ SON MODEL ARABA ALMAK
Ardından o arabayla ilgili abuk subuk haberleri çıkıyor. Yok valeye emanet edemedi, yok magazincilerin ayağını ezecekti...
ABUK SABUK İNSANLARLA MAGAZİNCİLERE YAKALANMAK
Ama artık mekân mekân gezmek popüler değil biliyorsunuz. Yeni trend, ev partileri. Parayı bulan bir ev partisi çıkışında ‘yakalanıyor’.
SAÇMA TATİL POZLARI VERMEK
Tomarlarca paran da Türkiye piyasası görsün diye illa ki o yurtiçi tatili yapılacak... Altta alev desenli şortla, nargile takımı-tavla ikilisiyle poz verip sosyal medyada paylaşılacak. Olmadı bir-iki kız iskeleden denize -şakasına- fırlatılacak.
‘ÇOK EMEK HARCADIK’ GEYİĞİ YAPMAK
Nazar diye bir şey var, millet o parayı kazanmak için canla başla uğraştığını da bilmeli. O yüzden “Bir haftadır stüdyoda yatıyorum”, “Üç gündür çekimden başımı kaldıramadım” diye dert yanman şart.
1 İlk yapacağımız şey, sevgilisi var mı diye profil incelemesi yapmak. Etiketlendiği fotoğraflardan doğal hali nasılmış acaba diye bakmak. Sevgilisinden ne zaman ayrılmış diye inceleme altına almak. Yakın sürede atmış olduğu rakı-yalnızlık temalı fotoğrafı ve birkaç laf sokucu yazısı varsa tamamdır.
2 Ardından gözümüze kestirdiğimiz kişiyi ve etrafında olan birkaç kişiyi takip ediyoruz. Ne olur ne olmaz, hedefin kendisi olduğunu ilk başta anlamasın. Bir de en son takip ettiği kişi olarak kendini görürse, av olduğunu fark edebilir.
3 Ardından yavaş yavaş fotoğraf beğenme ya da tweetlerini beğenme kısmına girebilirsin. Ama sinsice, az az. Bu noktada sen, fark etmeyebilir üzülme.
4 Ortak bir tanıdığınıza attığı bir yorum varsa hemen altında kendini belli eden bir şeyler yaz bence. Ki göz aşinalığı olsun...
5 Seni fark ettiğini anladığın an hemen ilk fotoğrafına in. Ve üç-beş bas beğeniyi. Eğer kızsa ama onca fotoğrafının arasından aç ayı gibi bikinili olanları ayıklayıp beğenme tabii.
6 Bu ilk fotoya kadar inme hadisesinin Türkçe meali, ‘seni beğeniyorum’ demek aslında. Burada cevap olarak, o da senin birkaç fotoğrafını beğenebilir. O zaman hemen atla, hiç vakit kaybetme. Bu arada seni uyarmam lazım, bu çoklu fotoğrafı beğenme kısmında eski sevgiline yakalanma ihtimalin çok yüksek. Her an ‘Allah senin belanı versin! Şimdi de ona mı asılıyorsun!’ diye bir mesaj gelebilir.
7 Buraya kadar normal gittiyse, ilk mesajımızı atabiliriz Allah’ın izniyle. Hadi Bismillah diye, attığı bir yazıya ya da fotoğrafla ilgili bir şeyler yazmakla başlayabilirsin. “Slm, naber, merhaba” diye sakın giriş yapma. Sanki kırk yıldır tanıyor özgüveniyle gir muhabbete.
Bir aylık sabiden hediye beklediğimden değil ama yani alsa fena olmazdı. Neticede 9 ay karnımda taşıdım. Bir aydır da gece gündüz demeden emziriyorum. Trip atmak gibi olmasın ama neyse… Bu annelere hediye konusu gerçekten artık konuşulması gereken mevzu. Allah aşkına annelere artık ev aletleri falan almayın! ‘Çalış köle!’ dermiş gibi ‘al sana süpürge evi daha iyi temizlersin.’ O süpürgeyi annen için almıyorsun aslında, ev için alıyorsun. Kadını mutlu etmek yerine, ‘senin işin temizlik kadın’ diye mesaj vermenin mantığı nedir yani? O aletlerden birine zaten ihtiyacı varsa, bir sene boyunca oturup bekleyeceğine, zamanında kalkıp gidip alsaydın, hayırsız evlat!
Hobi kursları; Bence mantıklı ve güzel bir hediye olabilir. Ne kursu olduğunu artık annenin isteklerine bağlı. Bir ara ahşap boyama modaydı, şu an revaçta ne var inan bilmiyorum. Yemek kurslarından birine yollarsanız sanki alınabilir gibi geldi, o sizin bileceğiniz iş tabii.
Mücevher; Gayet güzel bir hediye. Özellikle bana alınıyorsa ve karatı fazlaysa ohh yeme de yanında yat. Ama tabii, ‘bu kadar parayı nereden buldun?’ ‘o parayla seni evlendirirdik’ ‘naaptın sen!’ gibi anne tepkisine de maruz kalabilirsiniz. Yalnız ben olsam, satıldığı zaman değerinden kaybetmeyen bir şey alırdım. Bu sayede paraya ihtiyacınız olduğunda anneniz tak diye çıkartıp size versin. Kadına çeyrek altın da alıp, niyetiniz bu kadar belli etmeyin tabii.
Evcil hayvan Ben daha bu hediyeye sevinen bir anne görmedim onu başta söyleyeyim. Hatta evcil hayvan olayının hediyeleştirilmesi bile inanılmaz itici. Bir de ana yüreği, size de bir şey diyemez.Sonra o iguanayla ne yapacağını kara kara düşünür.
Haftalardır şu durumdayım: Ha şimdi doğuracağım, doğuruyor muyum yoksa, kesin bu gece doğururum! Herkes “Doğum sancısı öyle değil, geldiğinde anlarsın” diyordu, haklılarmış. Hoş, sancı falan çekmedim olayın başında. Aslında olayın başı da biraz garipti, ceviz kabuğunu bile doldurmayacak bir şeye sinirlenip, köpeğimle beraber evi terk etmiştim. Tam otelde rahat rahat kalacaktım ki, aa doğurdum! Neyse bunu uzun uzun anlatırım, şimdi konumuz doğum. Bir anda, ‘Aaa suyum geldi’ dedim. Apar topar hastaneye gittik. Sıfır sancı ama. Ayy millet ne abartmış bu doğum sancısını derken, Allah Allah o nedir yarabbim. Belim koptu belim! Getirin şu epidurali diye bas bas bağırıyordum. O iğneyi vurduktan sonra bebiş gibi oldum. Öğlen 12 gibi doğururum diye düşünürken sabah 8’de bizim ufaklık ‘geliyorum’ dedi. O sırada işte, beni bir korku aldı. ‘Ben doğurmasam olmaz mı?’ ‘Ben ya bakamazsam.’ ‘Bebeğe ya bir şey olursa.’ Elim ayağım nasıl titriyor ama. Eşim Osi yanımda, o zaten panik atak hastası ama artık nasıl bir şeyse, beni o rahatlatıyor. Doğuma girmeyecekti, o benden daha çok korkuyordu çünkü. Bir baktım, ellerimi tutmuş, “Her şey çok iyi olacak, derin nefes, ıkın” derken; Batı’yı gördüm.
SANA SEVMEYİ ÖĞRETECEĞİM
Gerçekten herkesin bebeği kendine güzel gelirmiş. O suyun içinden çıkmış buruşuk hali bile nasıl güzel geldi. Bu arada o doğum anında öyle üstüme bir anda kutsal annelik nuru falan da yüklenmedi. Bir taraftan bebeği göğsüne bastırırken, diğer taraftan doktor orada bir şeyler yapıyor çünkü. Onu göğsüme bastırdığım an, birinin bana ihtiyacının olması. Dünyadan bihaber bir varlığı birey yapma arzusu; o savunmasız hali, o çaresizce nefes alış verişi... O kadar garip ve inanılmaz ki. Karnımın içindeyken, ben onun evreniydim. Ve şu an evreniyle tanışıyordu. O şaşkınlığı, o ne yapacağını bilemez hali... Ağzımdan herhalde onlarca kez, ‘seni çok seviyorum’ çıktı...
Bu serüvende bana prenses gibi davranan Şişli Memorial Hastanesi personeline ne kadar teşekkür etsem az. Değerli doktorumuz Altuğ Semiz sana... İyi ki karşıma çıktın, beni sürekli sakinleştirdin. Beni ikna ettin. Osi ile kafanı şişirmelerimize bile ses etmedin... Sevgilim Osi, hamilelik boyunca bütün hormon değişimlerini çektin. Desteğini asla esirgemedin. Artık bir aileyiz ve bütünüz. Onlarca ortak noktamızın yanında ikimizin de âşık olduğu birine sahibiz. İyi ki varsın, iyi ki sensin.
Ve Batı! Seni her geçen gün daha da çoğalarak seveceğim. Sana en çok sevmeyi öğreteceğim. Çünkü biliyorum her şey sevmekle başlıyor. O kadar çok korkuyordum ki ya sana bakamazsam, ya başaramazsam diye. Ama şu an anlıyorum, o korkular beni ayakta tutuyormuş. Büyük ihtimalle sen büyürken bir sürü hata yapacağım. Onlar için şimdiden beni affet. Öyle güzel bir hayat yaşa ki, “Beni neden doğurdun” deme bana. Hayatımıza hoş geldin, bakalım bizi neler bekliyor.
Doğurmadan hemen önce, bekleme anında “Acaba bakıcıya ihtiyacım olur mu” diye aldı beni bir düşünce. Yani, işin açıkçası hayatımda elime bebek almadım. Çocuk hiç bakmadım. Bunu doğurmadan hemen önce fark etmiş olmam da çok tatlı oldu gerçekten. Acaba diğer aileler bakıcılarıyla nasıl yaşıyor, nereden buluyor, nasıl güveniyor diye şöyle internetten yüzeysel bir araştırma yapayım dedim. Annelerin birbirlerine bu konuda akıl verdiği kadın forumlarından başladım. Bir kere Türk bakıcıya hepsi ‘hayır’ diyor. İlk olarak ücretleri çok yüksek diye; yatılısını bulmak çok zor ve her şeye çok müdahale ediyorlar diye devam ediyor istememe nedenleri. Genelde Filipinli, Özbek ve Türkmenlerden tercih ediyorlar. Her meslekte iyi-kötü insan olacağı gibi bakıcılıkta da mevcut tabii. Kendi çocuğunu teslim edince kılı kırk yarıyorsun doğal olarak. Ama bizim kadınların, bakıcılarla ilgili birbirlerine verdiği akılları okuyunca biraz ürperdim. Tabii ki iyi aileleri konu dışı bırakıyorum ama şu yüzyılda bakıcılığı kölelikle karıştıran kadınlar var.
Bir de pasaport saklama mevzuu var. Sebebini anlamadığım bir şekilde, kadınlar birbirine sürekli olarak bu şekilde akıl veriyor. Sanırım kaçacaklar diye korkuyorlar. “Asla pasaportunu vermeyin!” İlk olarak hemen herkes bunu yazmış.
İzin günleri mevzuu
Normal olarak bu kadınların bi izin günü olmalı. Ama bizimkilerin o bir güncük gözlerine inanılmaz batmış. Hatta bir tanesi, “Pazar günü öğlen 12.00’den 18.00’e kadar izin verin sadece. Nereye gittiğini mutlaka size haber versin” diyor. Bakıcısı sosyal olursa işini iyi yapamayacağını düşünüyor çünkü. “Arkadaşı, dostu olmasın, hele sevgilisi asla! Ajanstansa diğerleriyle görüştürmeyin, birbirlerine akıl veriyorlar” demiş. İşin kötüsü diğer kadınların bu duruma inanılmaz hak veriyor olması.
“Telefonunu sürekli kurcalayın, dolabını araştırın, odasına kamera koyun...”
Biraz haddini bilecekmiş!
İnsan, ‘madem bu kadar güvenmiyorsun, neden inatla bakıcı tutuyorsun’ diye düşünüyor. Ne bileyim, kocamızın telefonunu bile kurcalarken ‘Ayıp’ diye vicdan yapıyoruz. Evde çalışanın telefonunu kurcalamak nedir yani? “Odasına televizyon koymayın. Akşamları fazla televizyon izleyebilir.” Bir de bu kadınların biliyorsunuz, bütün ailesi memleketlerinde. Doğal olarak aileleriyle telefon ya da internette konuşuyorlar. Bunu da istemiyor aileler. Kadının elinden gün içinde telefonunu alan bile var. Bir de kapısının altından kuru ekmek su atın kadına. Hapishane hayatını öyle yaşasın bari.
Ayrı masalarda yemek yeme mevzuu kişiseldir sanırım, yani bilmiyorum. Çocuğuma ablalık eden, evde beraber yaşadığımız birine “Sen ayrı yerde ye” diyemem sanırım. ‘Aşk-ı Memnu’ gibi bir köşkte yaşamıyorsam tabii. Bu konu da biraz sorun olmuş, nerede yediklerinden çok ne yedikleri. Bir tanesi, bakıcısının çok şımarık olduğunu, o yüzden onu kovduğunu anlatmış. Şımarıklık dediği şey, “Şekersiz kola alabilir misiniz?” diye sorması. O kimmiş, ne içeceğine karar verirmiş. Kendi ülkesinde nasıl yaşadığını hemen unutmuş. Biraz haddini bilecekmiş.