Pakize Suda

Ne çıkarsa bahtımıza

2 Aralık 2008
HAFTA sonu parklar, vapurlar, otobüsler onlarla kaynıyor.<br><br>Sınırlara gidin bakın... İki yüzü gidiyor, beş yüzü geliyor. Neredeyse her evde, hatta devlet büyüklerinin evinde bile varlar.

Gizlisi saklısı kalmadı.

Neredeyse her sokakta bir "şirket".

"Bana bir kadın lazım"
diyorsunuz sadece. Geriye seçmek kalıyor. Gürcü mü istersiniz, Azeri mi, Türkmen mi, Bulgar mı...

Evet, onlara ihtiyacımız var.

Çünkü artık bütün anneler çalışıyor.

Çünkü ömürler uzadı, herkesin bir yaşlısı var.

Bir yardımcı şart.

Ama bizden birisi olamıyor o yardımcı.

Neden?

Ya çalışmayı sevmiyoruz... (Bakınız geçim kaynağı olarak çöpçatan programlarında koca arayan kadınlar.)

Yahut kimsenin işe ihtiyacı yok!

Ya da o hikáye doğru. Hani garson kahveyi dökünce Atatürk’ün yabancı konuklarına, "Bu millete bir tek hizmet etmeyi öğretemedim" dediği anlatılır ya...

Neyse... Neticede "ötekiler"e muhtacız.

Madem öyle...

Yani madem kendiliğinden bir sektör oluştu...

Madem hayatımızda bu insanlar...

Bu işe bir düzenleme getirilmeli.

Artık "kaçak" olmamalı hiçbiri.

O şirketler denetlenmeli.

Evimize aldığımız...

Aynı sofraya oturduğumuz...

Aynı banyoyu kullandığımız...

En sevdiklerimizi emanet ettiğimiz insanların, en azından bir sağlık raporu olmalı elimizde.

Neyle karşılaşacağımızı bilmeden alıp eve götürüyoruz.

Ne çıkarsa bahtımıza!

Yok eğer olmayacaksa...

Yani bu insanlar sonsuza kadar "çaktırmadan" çalışacaklarsa...

Bir yanımızla hep tedirgin olacaksak...

Kendi içimizde bir çare üretmeliyiz artık bu soruna.

Bir "açık" var...

Türkmenistan, Gürcistan, Moldova farkında bunun, bizimkiler değil!

Ne tuhaf!

Oysa okullar bile açılabilir.

Kurs hiç olmazsa...

Genç kızlar, genç hatta orta yaşlı kadınlar, bebek, hasta, yaşlı bakımı konusunda eğitilebilirler.

Benim gördüğüm kadarıyla overlokçudan çok "bakıcı"ya ihtiyaç var artık bu memlekette.

Evet, bir açık var ama maalesef bir müteşebbis yok!

MIŞ-MUŞ

Çin Halk Cumhuriyeti’nde yayımlanan National Geographic’te İstanbul mutlaka görülmesi gereken 50 şehir arasında gösterilmiş.

Hemen böbürlenmeyelim, belki de "Kaosu gör yaşadığın şehre şükret" manasındadır.

Erdoğan, İngiliz The Economist Dergisi’nde yer alan AKP analizine kızmış, "Milletim bunları yemez" demiş.

O, milletinin neyi yiyeceğini iyi bilir; kömür kamyonları vızır vızır.

Nar suyu erkekte cinsel gücü artırıyormuş.

Mevlam binbir dert vermiş, beraber derman vermiş!
Yazının Devamını Oku

Onlar

30 Kasım 2008
ONLARI tanırsınız...<br><br>Sokağa çıkmanın yasak olduğu sayım günlerinde eve makarna, un, tuvalet káğıdı yığarlardı. Yahut diyelim gazetelerde bir haber:

"Bir Yunan balıkçı teknesi Türk karasularına girdi."

Onlar doğru markete... Makarna, un, tuvalet káğıdı...

Veya uzmanlar Marmara fayının kaynadığını haber verdiler...

Bakmışsınız onların elinde torbalar... İçinde makarna, un, tuvalet káğıdı...

Hadi savaşı falan anladım da enkaz altında ne yapacaklar tuvalet káğıdını?

Orada bir hayat umut ediyorlar herhalde!

Neyse, umut kötü bir şey değil tabii.

Uzatmayayım, bugünlerde yine sahnede onlar.

Bankadan paralarını çekiyorlar...

Fabrikalarından işçi çıkarıyorlar...

Çalışanların ücretini düşürüyorlar...

Yemiyor, gezmiyor, giymiyorlar...

"Kriz var" diye bağırıyorlar...

Ne oluyor?

Kriz sahiden gelmiş oluyor.

Herkes aynı gün bankadan parasını çekmeye kalkınca en batmayacak banka batmaz mı?

* * *

Ekonomiden anlamam gerçi.

"Kriz" tam olarak ne demektir...

Geldiği nasıl anlaşılır...

Nasıl savuşturulur...

Bilmem.

Fakat "kriz nasıl yaratılır", bunu az çok biliyorum.

Bu topraklarda bunu bilmeyen yoktur zaten. Göre göre, yaşaya yaşaya...

Biri çıkar "kriz" der...

Ötekiler "tedbir" alırlar.

Hepsi bu.

Kriz gelmiş olur.

Budur benim gördüğüm.

Annemin üşütmekten korkup tedbir olarak sekiz kat giyinmesi, neticede terden hastalanması gibi bir nevi.

Son olarak Türkiye’yi kasıp kavuran krizle ilgili naçizane şunu söyleyebilirim:

Bizi bu tedbirler mahvetti!

MIŞ-MUŞ

İngiltere’de yapılan araştırmada kadının da ön sevişmeyi gereksiz bulduğu ortaya çıkmış.

Semiha Yankı öngörmüştü: Sevişmek bir dakika.

Unakıtan, altın sektörüne "Bana yamuk yapmayın" demiş.

Başbakan’ının Bakan’ı!

Erdoğan, akreditasyonla ilgili "Yalan yanlış yapanla yola devam edemeyiz" demiş.

Bakmışsınız seçmen de aynı fikirde.

Kaplumbağa kabuğunun evrim sırrı çözülmüş.

Bence "insan"ın yaratıldığını görünce acilen kendine en sertinden bir kabuk yapmıştır!
Yazının Devamını Oku

Kısa yazılar

29 Kasım 2008
Sözde değil özde belgesel sevenlerdenim. Özellikle değişik kültürlerle ilgili olanlara bayılıyorum. Bunların bazıları insanın haline şükretmesine de yarıyor. Geçenlerde Afrika’daki kabilelerle ilgili iki belgesele denk geldim mesela...

Birinde "kız çocuklarının memelerinin erken çıkmasına ailenin müdahalesi"ydi konu.

11-12 yaşlarında bir kız çocuğu...

Büyüklerinin fikrince memeleri biraz erken davranmış!

Bu ne demek?

"Erkeklerin ilgisini erken çekmek" demek!

Ne yapmak lazım?

Anne ile büyükanne biliyorlar ne yapılacağını... Bir odunu ateşte ısıtıp ısıtıp basıyorlar kızcağızın memelerine!

Ötekinde ilk gençlikten yetişkinliğe geçecek erkek çocukları var. Ama yok öyle direkt geçiş!

Sırt, göğüs, bacak, kol, karın... Vücudun herbir noktası jiletle küçük küçük doğranıyor. Bir çadırın içinde, her ihtiyarın önünde bir genç, ortalık kan gölü, bağırmak, inlemek ayıp!

Nedir dertleri?

Timsaha benzemek!

Ne olacak benzeyince?

Oralarda böyle sorular sorulmaz!

"Şükretmek" dediğim bu. Bizim hiç olmazsa olan bitene mantıklı cevaplar arama ve zaman zaman bulabilme durumumuz var. Bizden haberdar olsalar, onlar da kendi hallerine şükrederler herhalde. Zira komşunun oğluyla bakıştı diye aile meclisi kararıyla öldürülen kızlara hiçbir Afrika belgeselinde rastlamadım henüz.

*

Bir şarkıcı kız çocuğu vardı... İbrahim Tatlıses’in himayesinde... Azeri kızı Günel.

22 yaşına gelmiş. Son fotoğrafları vardı gazetelerde. Tanıdığımızda 13 yaşındaymış.

Benim bildiğim, insan 50 yıl sonraya bile taşır yüzünü. Çocukluğunuzu bilmeyen birine ilkokulda çekilmiş bir sınıf fotoğrafınızı gösterin mesela... Otuzbeş çocuğun içinden bulup çıkarabilir sizi.

Fakat Günel... Yok canım, o değil o!

Olamaz!

İnsan büyür ama bu kadar değişerek büyüyemez!

Ya da şöyle söyleyeyim... Şu anda kaynananıza benzeyen küçük kızınız için üzülmeyin. 9 yıl sonra bakmışsınız Angelina Jolie!

Mümkün yani.

*

Benim neyim eksik?

Piyasaya adım atan herkesin aklına ilk bunu sormak geliyor.

İsim de veriyorlar... Hülya, Gülben, Hande...

Kimsenin kimseden bir eksiği yok elbet.

Bakıyorsunuz onun da sesi var, bacağı var, dudağı, memesi, kaşı gözü var. Hatta "fazlası" da var! O ismini verdiği kişiler, zamanında ağızları laf yapıp da bu soruyu soramamışlardı mesela!

*

"Karaköy İskelesi’nin battığına sevindim" desem...

Estetikten yoksun, sevimsiz binaydı. Ama "Bu ne yahu!" demek hiçbirimizin aklına gelmiyordu. Daha doğrusu ortalık biçimsiz ve sevimsiz bina kaynadığı için hangi birine tepki göstereceksiniz...

Fakat tabii battı da ne oldu?

Evvel Allah batanı aratacak birini koyarız yerine!

Bekleyin, görün!

*

Fransa Cumhurbaşkanı...

İtalya Başbakanı...

Son olarak Romanya Başbakanı... Ülkesinin en ünlü aktrisiyle gizli aşk yaşıyormuş.

Bizimki biraz demode mi kaldı ne?

Hayır, benim korkum AB’ye uyum yasaları çerçevesinde bizden de böyle bir şey talep etmeleri!

Ne bilelim... Olmazsa olmaz bir durumdur belki de, baksanıza!

*

Issız Adam yatak odamıza girdi!

Meğer herkes müzik eşliğinde sevişirmiş!

Ünlüler bir bir dökülüyor... Kimi Kamasutra filminin soundtrack albümüyle, kimi Harem grubunun şarkılarıyla sevişiyormuş.

Olaya mum ışığını dahil edenler de var.

Bense şunu bilir şunu söylerim, hazırlanılan sevişmeler genellikle gayet sıradan geçer.

En şahane sevişmeler "spontane" olanlardır.

Ha, müzik eşliğinde seviştiği de olur insanın. Ama şöyle: Siz yatağa devrildiğinizde o anda televizyonda reklamlar bitmiş misal İbo Şov başlamış, İbrahim Tatlıses "Ah Keşkem"i söylüyordur.

Ne çıkarsa bahtınıza yani!

MIŞ MUŞ

Æ Baykal "Çarşaf siyasi simge değil" demiş.

Yakında "Türbanın çiçeklisi siyasi simge sayılmaz" falan da diyebilir.

Æ Baykal "Asıl tehdit kravatlının kafasında", Erdoğan "Bunlar beni sevindiriyor, temennim arkasının gelmesidir" demiş.

Bakmışsınız birleşmişler!

Æ Üç ay evli kaldığı Süreyya Yalçın’dan boşanan Önder Bekensir, "Şimdi olsa yine Süreyya ile evlenirim" demiş.

Tabii... Allah’tan ümit kesilmez!
Yazının Devamını Oku

Her şeyin başı sağlık

27 Kasım 2008
ANNEMİN "kayıt düğmesi" arızalı bir süredir. Yok, o "moda" hastalık değil, yaklaşık iki yıl önce kahrolası bir pıhtı gitti, beyindeki bir kılcal damarı tıkadı sadece. Doktorun ifadesiyle "gayet önemsiz" bir damarı. Ama işte o gün bugündür kaydetmiyor annem. Yeni hiçbir şey yok artık... İsim, olay, kişi...

Fakat bunu fark edebilmek için çok yakınında olmak lazım, beraber yaşamak, en azından bir 24 saat geçirmek. Yeni tanıştığı yahut seyrek görüştüğü biri asla anlamıyor. İnanmıyor da. Zekásıyla öyle bir idare ediyor ki durumu...

Bir kere "pıhtı"ya kadar olan bütün kayıtlar duruyor. Sonra konular hakkındaki fikirleri, tespitleri... Değer yargıları... Hepsi yerli yerinde. Tatlı dili, güler yüzü de duruyor. E, hal böyle olunca kapıdan çıkarken "Annenizin bir şeyi yok, siz kendinize bakın" diyen arkadaşlarımızın sayısı az değil.

Bizim de inanmak istediğimiz bu aslında. Ama ah!..

* * *

Aslında annemin başına gelen, hepimizin yapmak istediği, zaman zaman denediğimiz ama beceremediğimiz bir şey.

Beyaz sayfa açmak.

Evet, annem her sabah yeni bir beyaz sayfa açıyor.

Her yeni gün onun için gerçekten yeni bir gün. Bir gün öncesiyle hiçbir bağlantısı olmayan...

Ve bu ne demek biliyor musunuz... Daha heyecanlı olmak demek.

Heyecanı yok eden şey "ezber" bana sorarsanız.

Bizim, ezbere bildiğimiz için kanıksadığımız bir sürü şeyi annem yeniden yeniden fark ediyor mesela.

Sonra, artık öğrenmiyor olmak da iyi bir şey olabilir. Çocuklukta, ilk gençlikte hayata dair "gerçek" diye bellediklerimizi bir düşünün... Zaman içerisinde çoğu taban tabana zıt kalıcı gerçeklerle yer değiştirmedi mi?

Ezberimiz bozulmadı mı?

Keşke donup kalsaydı o gençlikteki kayıtlar.

Annemin hálá "insan"dan umutlu olmasının nedeni biraz da budur belki.

* * *

Bir de şu var; biz "pıhtısız"lar ne kaydediyoruz Allah aşkına?

Kim, ne öğreniyor?

Tersine, direniyoruz öğrenmemek için.

Bakın televizyonlardaki tartışma programlarına... Herkes "kapalı". Yeni bir fikre, karşı teze...

Herkes 30 yıl önce öğrendikleriyle idare ediyor.

Kimse öğrenmeye, eskisinin yerine yenisini koymaya istekli değil.

Bütün bunlar "annesine çok üzülen bir evladın kendini tesellisi" olarak adlandırılabilir elbet. Ama hiç mi gerçek payı yok?

Son olarak...

Gençlikte umursamadığınız, anlamını bile düşünmediğiniz, çok beylik bulduğunuz bir sürü söz gelip dilinize yerleşiyor bir yaştan sonra.

Mecburen.

Bugünlerde öyle sık "Her şeyin başı sağlık" diyorum ki...

MIŞ-MUŞ

Mustafa Sarıgül DSP’ye dönmüş.

Hizmet söz konusu olduğunda parti teferruattır!

Çevre Bakanlığı, Uzungöl’ün çevresine duvar örüp yol yapmış.

E, yakışanı yapmış; bakanlığın esas adı Çevrenin Canına Okuma Bakanlığı!
Yazının Devamını Oku

Çarşaf

25 Kasım 2008
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, partisine kaydolan çarşaflı üyelere rozet taktı. Bundan sonra iktidarla muhalefet arasıdaki atışmaların içeriği de değişir herhalde. Şimdiden Baykal, "Bizim çarşaf masumane" demiş mesela. Erdoğan da cevap vermiş, "Çarşaf ölçen aletleri mi var?"

Buradan hareketle olası diyaloglara, demeçlere bir bakalım...      

CHP, AKP: Benim çarşaflım senin çarşaflını döver!  

AKP: Çarşaf dediniz küçümsediniz, şimdi n’oldu?

CHP: Biz çarşafa değil, çarşafın AKP’nin tekelinde olmasına karşıydık.

AKP: Gördüğünüz gibi AKP bu konuda da öncü olmuştur.

CHP: CHP ilerici bir parti olduğunu göstermiş, Türkiye’nin geleceğinin çarşafta olduğunu görmüş, gereğini yapmıştır.

CHP: Atatürk’ün annesi de çarşaflıydı.

AKP: Sizi gidi taklitçiler!

CHP: Çarşafsız seçim alınıyordu da biz mi almadık?

CHP: Herkese kapımız açık... Nevresimliler de gelebilir.

CHP: Bizim çarşaflar açık siyah bi kere!

CHP: Göğsünde CHP rozeti olan çarşaflılar üniversiteye alınmalıdır. (İç ses: Tükürdüğümüzün yarısını yalamış olalım hiç olmazsa.)

AKP (Kendi içinde): Çarşafı kaptırdık "burka"yı mı sahiplensek arkadaşlar?

GAZETELER: Sonunda çarşaf da bölündü.

VATANDAŞ: Seçim gelmiş cihane çarşaf marşaf bahane!

ROMAN, CHP YAYINLARI: Varolmanın Dayanılmaz Çarşafı

MIŞ-MUŞ

2025’te Türkiye güç odağı olacakmış.

Geç olsun güç olsun!

İddialar üzerine reyting ölçüm sistemi değişiyormuş.

Karşı sistemciler işbaşında!

Türkan Şoray, "Sinemayı erkeklere yeğlerim" demiş.

Türkan Şoray kibar kadın, "yoğurtlu bakla" dememiş, "sinema" demiş.

Bilim adamları "gençlik iksiri"ni bulmuş.

Biz onu çoktan bulduk, adına "botoks" diyoruz.

Yeni atanan 28 dekandan 11’i türban destekçisiymiş.

"Rozetçi"nin haberi olsun.

Michael Jackson, Müslüman olmuş.

Renk, biçim, din... Sıra kestirmeye geldi.

(EDİTÖRÜN NOTU: Yazarımız Pakize Suda’nın pazar günü yayımlanması gereken bu yazısı, Sayfa Editörü’nün alzheimerden şizofreniye, lodostan karayele, aşktan meşke uzanan bir dizi mazeretini boşa çıkartan bir insani hata yüzünden sayfadaki yerini alamamıştır. Gerek Pakize Suda’dan, gerekse Pakize Suda okurlarından özür dilerim. S.K.)
Yazının Devamını Oku

Kısa yazılar

22 Kasım 2008
Olur tabii... Neden olmasın?<br><br>İnsan ülkesinin başbakanıyla, cumhurbaşkanıyla, onların eşleriyle arkadaş olabilir... Onlara isimlerinin arkasına "Hanım", "Bey" gibi takılar takmadan hitap edebilir...

Hele milletvekiliyse bu kişi, iyice doğal.

Başbakanla, cumhurbaşkanı açısından bakarsanız olaya... "Mustafa"dan sonra Atatürk’ün yalnızlığına kahrolanlara sesleniyorum özellikle... İyi değil mi bu sosyallik? Bana sorarsanız şu ünlü yemek olayında bir tuhaflık yok.

Tuhaflık, o yemek üzerine röportaj vermekte.

Ne lüzum vardı?

"Başbakanlıkla arkadaşlık"ı doğal olmaktan o röportaj çıkardı bana göre.

Geçenlerde "Farkına varmak"la ilgili bir şeyler yazmıştım. Konunun öznesi Ajda Pekkan’dı.

Şimdi de "Atatürk’ün farkına vardım" desem...

Nasıl bir tepki vereceğinizi tahmin ediyorum ama acele etmeyin, sandığınız gibi değil.

Okuma yazmayı söktüğümüzden beri Atatürk’le yatıp kalkıyoruz...

Ve hakkında her şeyi bildiğimizi zannediyoruz...

Biliyoruz belki de...

Fakat Atatürk’ün bütün o işleri, Kurtuluş Savaşı’nı, koskoca bir imparatorluğun yerine yeni bir devlet kurmayı falan kaç yaşında yaptığının idrakında mıyız?

Ben değildim.

Gözümün önünde hep devlet dairelerinde, okullarda asılı fotoğraflardaki kırlaşmış saçlarıyla 50’sini geçmiş adam vardı. "Mahalle mektebi"nde bile neredeyse o adam.

Oysa sadece 38 yaşındaymış Samsun’a çıktığında. Bakıyorum da etrafımdaki aynı yaşlarda erkeklere, kadınlara... Henüz nerede duracağına karar verememişlerin sayısı az değil.

Cumhuriyeti kurduğunda 42 yaşındaymış. Şimdi 42 yaşındaki politikacıların gençliği haber oluyor gazetelere.

Bir şirkete genel müdür olmaktan söz etmiyoruz, bir devlet kurmaktan söz ediyoruz, dikkatinizi çekerim.

Aslında çocuklara sırf bu yönünü örnek göstersek, bunun altını çizsek yeter.

Yaptıklarını daha da önemli kılıyor yaşı, bana sorarsanız.

Gençler 38’i, 40’ı "artık ölünebilecek yaşlar" olarak görebilirler ama 38 yaş genç bir yaştır.

Ha o yaşlara yukarıdan bakan biri olarak ben de yanılıyor olabilirim. Ama şu var ki ben gördüm 38’i, onlar henüz görmediler.

"Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır" sözünden hareketle ben de naçizane bir veciz söz edeceğim. "Her sorumluluk sahibi kişinin yakınında bir sorumsuzlar ordusu oluşması tabiidir."

Metrobüs, metro, şu bu...

Hiçbiri Türkiye’de trafiğe çözüm değil.

Kim biner metrobüse?

Otobüse, dolmuşa binenler.

Arabasından indirip metrobüse bindirebiliyor musunuz adamı?

Yapamazsınız.

Bu topraklarda kimse arabasından inmez.

Bu gerçekle çözüm bulmak lazım trafiğe.

Ya da büyük bir kampanya başlatılacak... Mustafa Koç’lar, Ömer Dinçkök’ler işlerine toplu taşıma araçlarıyla gidecekler mesela. Göstermelik değil ama.

Yine de umutsuzum.

Hiçbir şey sökmez bize.

Ha, ne zaman Japonlaşır, sabahları evden koltuğumuzun altında bir kitapla çıkarız hepimiz, o zaman metrobüse de bineriz.

MIŞ MUŞ

Demet Akalın "En büyük aşkım Metin Tekin’di" demiş.

Züğürtleyen tüccar veresiye defterini kurcalarmış!

 Obama Gül’ü arayıp "Yüz yüze görüşelim" demiş.

"Özde zenci"yle "Sözde zenci" birarada!
Yazının Devamını Oku

Bu işin en zor tarafı...

20 Kasım 2008
BU işin en zor tarafı, yani bir gazete köşesinde yazmanın, hayatın içinde ve hayata bağlı olma zorunluluğudur bana sorarsanız. Bunun 365 gün 24 saat mümkün olmadığını söylememe gerek var mı? Siz de "insan"sınız, bilirsiniz.

Bazen öyle bir koparsınız ki hayattan, dünya yıkılsa umurunuzda olmaz.

Evin, hatta odanın dışında olup biten her şey artık çok uzaktır.

Buzlu camın arkasından bakarsınız dünyaya.

Herkesin önemli bulduğu meseleler, bütün koşuşturmalar boştur, boşunadır.

Başka bir iş yapıyor olsanız durumu idare edebilirsiniz. Otomatiğe bağlarsınız birkaç gün.

Ama bizim işte olmaz.

24 saat gözünüzü dört açacaksınız...

Kaçırmayacak, atlamayacaksınız...

Canlı ve heyecanlı olacaksınız...

Bırakmayacaksınız kendinizi...

Gevşemeyecek, boş vermeyeceksiniz...

Çok bilgili, en azından ilgili olacaksınız...

Hayatla bağlarınızı koparmayacaksınız...

İşiniz hayattır çünkü.

Oysa ne sık ilgisini kaybeder insan olan bitene...

Ne sık çekilir o buzlu camın arkasına...

Ne sık yabancılaşır etrafına...

Bir gün önce deli gibi merakla takip ettiği bir sürü şeyi nasıl umursamaz olur...

Üstüne ciddi ciddi ahkám kestiği bir sürü şey nasıl komik görünür gözüne...

Muhasebecisiniz diyelim, yahut terzi, yahut aşçı, mühendis... Bazen aklınız orada olmasa da eliniz, gözünüz alışkanlıkla götürür işi...

Ama bizim işte aklınız hep yanınızda olacak.

Zordur zor.

Düzeltmesi yoktur.

Hesapları ertesi gün yeniden gözden geçirebilirsiniz...

Bizim işte ertesi gün çok geçtir.

Yaptınız yaptınız... Yapamadınız, yandınız.

Yalnızsınızdır bir de... Topu atacak amir, memur, sekreter, yardımcı, yamak yoktur yanınızda.

Sonra herkes tetiktedir... Bir açık, bir yanlış bulmaya ayarlıdır. Okur, öteki yazarlar, patron...

Yok, şikáyet etmiyorum.

İzin için girizgáh da yapmıyorum.

Sadece durumu anlatıyorum.

İçinizde hevesli olanlar varsa...

Yok, "vazgeçin" demiyorum, sadece bilin.

MIŞ-MUŞ

Demet Akalın sevgilisinden ayrılınca 10 günde 5 kilo vermiş.

Bütün diyetler çöpe!

Çevre ve Orman Bakanlığı, ormanlara zarar veren böceklere karşı özel böcekler üretmiş.

Derin devletin orman versiyonu!

İşsizlik oranı yüzde 9.8’e çıkmış.

Ekmek her zaman aslanın ağzında ama şimdi aslanı arayıp bulacaksınız önce.
Yazının Devamını Oku

Obama’ya mektup

18 Kasım 2008
ÖNCE başkanlığınızı yürekten kutlarım.<br><br>Hakikaten milletçe "sevindirik" olduk adeta. "Size ne?" demeyin!

Bizler, mağdur Çin’de olsa gider bulur, yanında yer alırız.

"Ne mağduriyeti, kim mağdur?" diyeceksiniz şimdi.

Efendim, "Arap"sınız ya...

Şimdi de "Arap ne?" diyeceksiniz.

Biz oldum olası "Zenci"ye "Arap" deriz.

Bununla da kalmayız, ne zaman bir "Arap" görsek, yanımızda kim varsa koluna bir çimdik atıp, içimizden "Üçbuçuk" demeyi ihmal etmeyiz.

Bunun ne manaya geldiğini sorarsanız vallahi bilmiyorum. Biz büyüklerimizden gördüğümüzü sorgulamayız pek. "Vardır bir bildikleri" der, "bayrak yarışı" misali hadiseyi sürdürürüz.

Belki de "Allah başıma vermesin, arap olmayayım" manasındadır. Yani kulak memesini çekip üç kere tahtaya vurmak gibi bir şey. Gerçi siz bunu da bilmezsiniz.

Bakın bu açıdan biz sizden daha Afrikalıyız vallahi. Uğur, uğursuzluk, nazar, şu bu gibi konulardaki inançlar söz konusu olduğunda bir Afrikalılar vardır yeryüzünde, bir de biz!

Nerede kalmıştık... Ha "Üçbuçuk" mevzuunda. Biz, insanların sonradan kararabileceğine inanırız. Mesela, "Yalanım arsa arap olayım" diye bir yemini dünyanın başka hiçbir ülkesinde duyamazsınız.

Ayrıca çocukluğumuzda hepimize kahve içersek arap olacağımız söylenmiştir. Hálá kahveyi fazla kaçırdığımda koşup aynaya baktığım olmuyor değil.

Fakat şu sıralar inanın hepimiz arap olmak istiyoruz. Sayenizde "in" oldu araplık.

* * *

Şu mağduriyet konusuna tekrar dönecek olursak... Atalarınızın renginden dolayı uğradığı haksızlıklar hakikaten bizi de derinden yaralamıştır yıllar boyu. Ayrımcılığa dayanamayan bir yapımız vardır övünmek gibi olmasın.

Diyeceksiniz ki, "Hakkınızda tam tersi yönde şaibe dolaşmakta".

Bakın onu da şöyle izah edeyim:

Bizde "el iyisi olmak" diye bir deyim vardır. Bilmem anlatabildim mi.

Ayrıca hayır!

Kendi mağdurumuza da sahip çıktığımız çok olmuştur. Başbakan’ımızın mesela... Şimdi tam hatırlamıyorum, yalan olmasın, yirmi gün mü bir ay mı süren bir mağduriyeti olmuştu. Bir şiir mevzuundan... Derhal başbakan yaptık kendisini.

Netice olarak sizi sevdik Sayın Obama.

Ne?

Türkiye politikanız mı?

Vallahi onu pek merak etmedik.

"Arap" oluşunuz yetti bize.

MIŞ-MUŞ

Can Dündar’ın "Mustafa"sı ülkeyi üçe bölmüş.

Üstelik daha filmi görmeden!

Araplara emlak satışı kolaylaşıyormuş.

Şeriat uyduramadık şeriatçı verelim!
Yazının Devamını Oku