1- SORUNLU HAMİLELİK
Şişmanlık, hamilelik dönemi sorunlarını artırır. Kilolu kadınlarda, gebelik döneminin şeker sorunu olan gestasyonel diyabet daha sık görülmektedir. Şişman hamilelerde normal doğum daha zordur ve çoğu kez sezaryene gerek duyulur. Uzmanlar fazla kilolarla geçen hamileliğin bebek üzerinde de olumsuzluklar yaratabileceği görüşündeler.
Hamilelikte alınması gereken maksimum kilonun ne olduğu belirlenmiştir. Hamilelik dönemine ilişkin kiloların sınırlarını belirlemede hamilelik öncesi dönemin beden kitle indeksi (BKİ) en önemli kriterdir. Bu nedenle, hamilelik öncesinde her kadının BKİ oranlarının belirlenmesi ve bunun hamilelik süresince sık sık kontrol edilmesi gerekmektedir.
BKİ 26’nın altında olan kadınların hedefi, gebeliklerinin ikinci ve üçüncü yarılarında her hafta yarım kilo almak iken, BKİ 26 ve üzeri olan kadınlarda, kilo alımı haftada en fazla 300 gramla sınırlıdır. Genel olarak BKİ 19,8 ve altında olanların ortalama olarak 12,5 kg; 19,8-26 arasında olanların 11,5 kg; 26-29 arasında olanların 7 kg; 29’dan yüksek olanların ise 6 kg civarında kilo alması kabul edilebilir değerlerdir.
2- KANSERE DAVETİYE
Şişman kadınlarda meme, yumurtalık, kalınbağırsak ve safrakesesi kanseri riski daha fazladır.
Sağlık ve hastalıkla ilgili bilgiler zamanla değişir. Doğru sanılan şeylerin yanlış, yanlış olduğu bilinenlerin doğruluğu ortaya çıkınca da yeni stratejiler geliştirilir. Amacı gerçekleri ve doğruyu araştırmak olan bilimin doğasında bu zaten var.
Bilim –ve bilim insanları- her bilgiyi sorgular. İlerlemenin ve değişimin temel anahtarı da budur. Ama bazı bilgiler var ki onlar tıpkı binalardaki “kilit taşları” gibi “kilit bilgiler”dir ve tıpkı o taşlar gibi yerlerinden hiç oynamazlar. Durdukça da güçlenirler. Değişmeyen bilgilerden biri de şudur...
Eğer biraz daha dikkatli olabilir, yanlışlarımızdan biraz daha erken vazgeçip kendimize biraz daha iyi bakabilirsek hayat kalitemiz artar. Daha iyi yaşlanırız. Doktorlara, hastanelere daha az muhtaç olur, daha az ilaç yutar, az ızdırap, ağrı, sızı çeker, başkalarına daha az muhtaç oluruz. Hatta biraz da şansımız varsa eğer daha uzun yaşama şansımız bile olabilir.
Bütün mesele beden ve ruhun sağlamlık halinin kıymetini bilmek, onu koruyup kollamaktadır. Bu işi yaparken aklın ve bilimin verilerine, kurallarına, önerilerine dikkat eder, bunları içselleştirir, gelenek görenek ve tarzımıza uygun hale getirebilirsek işimiz o kadar kolaylaşır.
SAĞLIĞIN KIYMETİ NEDEN BİLİNMEZ?
Ama ne var ki bu anlattığım öyle kolay başarılabilecek bir süreç de değildir. Çünkü insan aklı sağlıklı bedene kayıtsızdır. Beden ve ruhtaki sağlıklı süreç ve değişimlerin kıymetini bilmez. Ne zaman ki hastalandı, işler yolundan çıktı, o zaman ağrısız, sızısız geçen günlerin, rahat alınıp verilen nefeslerin, tıkır tıkır çalışan kalplerin, bizi sessizce taşıyan kemiklerin, kasların, eklemlerin değerini fark eder.
Kadınlar sağlıklarına erkeklerden daha fazla önem verir ve bir problem olduğunu fark ettiklerinde doktora gitmekte gecikmezler. Sağlıklarına ilişkin her değişikliği dikkatle izlerler. Ne var ki aynı dikkati sağlıklarını koruma ve güçlendirme konusunda da gösterdiklerini söylemek kolay değil.
Oysa kadın sağlığındaki değişimler daha hızlı, sağlık tehditleri daha yoğundur. Kadınların biyolojik ritimleri erkeklere oranla çok değişkendir, hormonal dengeleri daha karmaşık ve hassastır. Metabolik yapılanmaları erkeklere oranla zayıftır. Kas güçleri, kemik yoğunlukları erkeklerden azdır.
Regl dönemlerinde ruhsal, hormonal ve metabolik dalgalanmalar yaşarlar. Hamileliklerinde riskleri yükselir. Bebeklerine, ihtiyaçları olan mineralleri, vitaminleri ve diğer yaşam unsurlarını mutlaka sağlama çabasına girerler.
Aslında, bu karmaşık ruhsal ve biyolojik gelgitler arasında onların nasıl bu kadar sağlıklı kaldıklarına şaşırmamak mümkün değildir. Sağlıklarına erkeklerden daha fazla özen göstermeleri belki de bu özel durumlarından, zayıf ve kırılgan yapılarından kaynaklanmaktadır.
NE SIKLIKTA YAPILMALI?
Kadınların, yılda bir kez genel sağlık taramasından geçmesini öneriyoruz. Bu taramalar sağlık risklerinin belirlenmesinde, sağlık hedeflerinin planlanmasında, bedensel ve ruhsal yapılanmalarında var olan koşulların saptanmasında çok önem taşır. Sağlık taramalarıyla yaşantılarında daha sonra oluşacak değişimler öngörülebilir. Sorunlar çok önceden tahmin edilip çeşitli önlemler, hazırlıklar planlanabilir. Biyolojik bazı değişimler daha iyi değerlendirilip yorumlanabilir.
‘İlaç sever’ bir milletiz. Sağlıkla ilgili her sorunun ilaçla çözülebileceğini düşünen, ufacık bir sağlık probleminde bile hapa, şuruba sarılan bir anlayışımız var. Bitmedi! Sorunlarımızı doğal yoldan çözmeye, ilaçtan uzak durmaya çalışanları değil, çok ilaç yazan, iğne yapıp serum takan doktorları daha çok severiz! Daha da önemlisi, sadece biz değil, doktorlarımız da biraz “ilaç sever”dir. Antibiyotiksiz, ağrı kesicisiz, hatta antidepresansız bir reçete bulmak bu nedenle kolay olmuyor.
Neticede ilaç pazarının dünyada en hızlı büyüdüğü ülkelerden biri olduk. Her yıl milyonlarca liramızı gereksiz yere ilaca harcıyoruz.
Oysa ilaçlar bizi hastayken iyi edebilen hatta hayatımızı kurtarabilen şeyler olmaları yanında, sağlığımızı tehdit de edebilen “iki ucu keskin bıçak”lar. Hiçbiri kusursuz, hiçbiri “yüzde yüz güvenli” değil.
Her ilaç bilinçsiz, bilgisiz, rast gele kullanıldığında zarar da verebilir. Zorunlu olmadıkça, hele hele doktorlara danışılmadıkça onlardan uzak durmak, el bile sürmemek gerekir.
ANTİHİSTAMİNİKLERE DİKKAT!
Kontrolsüz ilaç kullanımının yarattığı birçok sorun var.
Hijyen önemli bir konudur. Sağlığın her alanında, özellikle de enfeksiyonlardan korunmada optimal hijyenik şartların sağlanması hayatın vazgeçilmezlerinden biridir. Hijyen konusunda duyarlı olmamız, bilgilenmemiz gerektiği açık ve nettir. Ellerimizi düzenli olarak yıkamamız, bedensel temizliğimizi ihmal etmememiz, sadece mutfak ve banyolar değil, evimizin her bölümü, işyerimiz, yaşamımızın her alanında hijyenik koşullar oluşturmamız gerekiyor. Bunların hepsi doğru ama çok önemli ve ihmal edilmez bir doğru daha var. O da şu...
Hijyenik koşulların sağlanması yönündeki gayretlerimizin temel nedeni mikroorganizmalar –bakteriler, virüsler, mantarlar- ve parazitlerden korunmaktır. Ne var ki her bakteri zararlı değildir. Hatta yoklukları (ya da azlıkları) bizi hasta edebilecek bakteriler de vardır. Mesela mı?
PROBİYOTİKSİZ OLMAZ!
Bağırsaklarımızın içinde yaşayan bakterilerin önemli bir bölümü bize hizmet eden, bizi koruyan, kollayan mikroplardır. Bunlara probiyotik bakteriler adı veriliyor. Biz o bakteriler sayesinde bağırsağımızın içindeki, ağzımız, midemiz, idrar yollarımız, genital/cinsel organlarımız çevresindeki zararlı bakterilerden korunuyoruz. Yine o bakteriler sayesinde bazı B vitaminlerini üretebiliyoruz.
O bakteriler sayesinde alerjik reaksiyonlardan korunabiliyor, iç dengemizi sürdürebiliyor, bağışıklığımızı güçlü tutabiliyoruz. Dahası o faydalı bakteriler kilo kontrolünde, kolesterol, şeker dengesinde de bize yardımcı oluyorlar.
Eğer onlardan mahrum kalırsak ishal oluyoruz (antibiyotik kullanırken gelişen ishallerin nedeni antibiyotiklerin zararlı mikropların yanında işte bu faydalı bakterileri de öldürmesidir), gaz, şişkinlik şikâyetlerimiz başlıyor. Kabızlık çekebiliyoruz. Aynı mahrumiyet kadınlarda genital akıntılara, kadın ve erkeklerde tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonlarına da sebep olabiliyor.
Akşamları doymak bilmiyorum. Yemekten kalktıktan hemen sonra aklım buzdolabında ya da eşimin atıştırmalıkları depoladığı mutfak bölümünde oluyor. Sonra da yarım saat bile ara vermeden televizyon odasındaki koltukla mutfak arasında koşuşturup duruyorum.
Bazen hızımı alamayıp gecenin ortasında pat diye beynime cin kaçmış gibi uyanıyor, kendimi yine mutfakta tatlılara, çikolatalara, böreklere, çöreklere yumulmuş vaziyette buluyorum. Sonra da bütün geceyi terlemelerle geçiriyor, sabah yataktan yorgun kalkıyorum. Yaptığımın yanlış olduğunu biliyor, akşamki mutfak seremonilerini sessizce izlese de görmezden gelen eşimden geceleri de kalkıp bir şeyler yediğimi saklıyorum. Saklıyorum desem de inanmayın, bence muhtemelen artık o da biliyor ama nezaketinden görmezden geliyor...
Dün sabah dinlediğim bir hastamın anlattıklarını size aynen aktardım. Aktardım, çünkü gece atıştırmaları giderek daha yaygın bir sorun olma yolunda.
Eğer vaktinde çözümlenmezse sadece kilo kontrolünün bozulmasına değil, yaşam kalitesinin düşmesine, daha da önemlisi diyabete, hipertansiyona, karaciğer yağlanmasına kadar giden kötü bir yolculuğun başlangıç çizgisi olabileceği için önemli bir konu.
Düzenli zihinsel egzersiz yapmak ve bunu düzenli tekrarlanan bedensel egzersizlerle desteklemek, beynimizi hacim ve ağırlık olarak değilse de kapasite ve yetenek yönünden kesinlikle büyütür. Bunu beyin araştırmacıları söylüyor. Nedeni, nasılı şu...
Bilim insanları, farklı çalışmalarda yoğun zihinsel egzersiz ve düzenli bedensel antrenman yapmanın beyinde nöronlar arası bağlantıların sayısını arttırdığını net ve açık olarak gösterdi. Ayrıca düzenli fiziksel egzersiz sadece nöronlar arası bağlantıları arttırmakla kalmıyor, beynin damarsal yapısına da güç ve destek sağlıyor.
Önemli bir ayrıntı da şu: Beynimizdeki sinir hücreleri (biz işitmiyoruz ama) birbirleriyle devamlı haberleşme (bilgi alışverişi) halinde. Her bir sinir hücresinin diğerlerine çok küçük zaman dilimleri içerisinde binlerce sinyal gönderdiği (ve aldığı), bu sinyallerin sayısı ve sıklığı arttıkça da sinir hücreleri arasında yeni haberleşme yollarının inşa edildiği anlaşılıyor.
Bir başka deyişle ruhsal/duygusal/düşünsel ve bedensel egzersizleri ısrarla uyguladığınızda, sinir hücreleriniz arasındaki tek yönlü ıssız köy yolları bile zamanla altı gidiş altı gelişli modern otobanlara dönüşebiliyor. Yeter ki siz gayret edin.
EGZERSİZ YAPIN!
Uzmanlar bunun için daha çok bulmaca çözmenizi, yeni ve farklı şeyler öğrenmenizi, ezberlemenizi, tekrarlamanızı, bellek yetenekleri ve kapasitenizi zorlayıp sistemi olabildiğince sık ve yoğun olarak kullanmanızı, bunlarla da yetinmeyip düzenli fiziksel antrenmanlar yaparak beyin dokunuzu genç ve zinde tutmanızı tavsiye ediyor.
Saçımıza da, tırnaklarımıza da düşkünüz! Böyle olduğu için de daha iyi bakmaya, sorunlarını mümkün olduğu kadar çabuk çözmeye çalışır, en kaliteli şampuanları kullanıp en iyi tırnak ürünlerini satın almaya gayret ederiz. Yanlış da yapmayız!
Saçlar ve tırnaklar da tıpkı cilt gibi dışarıdan desteklenip korunmaya muhtaçtır. Ne var ki cildimiz için konulan değişmez kural, saç ve tırnaklarımız için de geçerlidir. Tıpkı cildimiz gibi onlar da “içeriden beslenir, dışarıdan desteklenir”. Bunun açık anlamı şudur: Eğer yiyip içtiklerinize dikkat etmez, vücudunuza bazı zorunlu maddeleri kazandıramazsanız, en iyi şampuanları, en pahalı tırnak ürünlerini de kullansanız umduğunuz sonucu alamazsınız.
Peki, nedir bu işin yolu? Saç ve tırnakları içeriden beslemek için neler yapmalıyız?
Bana göre temel problemlerden biri, saç ve tırnaklarımızın temel “destek maddelerinin noksanlığı”dır. Yeni beslenme modelimiz –yani batı tipi beslenme- bizi saç ve tırnaklar için vazgeçilmez maddelerden de mahrum bıraktı. Ne saçımız, tırnağımız, cildimiz ne de kemiklerimiz, kaslarımız ve tendomlarımız bu maddeleri, yani kolajen, hyaluronic acid, GAG’lar ve diğerlerini yeteri kadar bulamıyor. Nedeni şu...
KEMİKLİ ETİ UNUTTUK!
Yeni beslenme alışkanlıklarımız nedeniyle ne tavuğu, ne kırmızı eti kemiği ile tencerede pişirip suyuyla birlikte yiyoruz. Karkas et, kemikli bütün tavuk, şehirleri bırakın köylerde bile pişirilmez oldu. Dahası ne kelle paça, ne de sakatat grubu diğer besinleri mutfağımıza sokuyoruz. Bu nedenle de temel yapı taşımız bazı maddelerden (destek dokusunu oluşturan hammaddelerden) mahrum kaldık.