Bu ara tam bir “protein fırtınası” var. Proteinden zengin beslenmek pek moda. Özellikle kilo sorunu olanlar protein zengini besinlere yükleniyorlar. Peki doğru mu?
Yanıt şu: Pek çok araştırma son yılların beslenme trendi “protein yükleme”lerinin ömür süresini kısaltabileceğini gösteriyor. Bu uyarılara bir yenisi daha eklendi.
ABD’de yapılan güvenli bir çalışma günlük enerji ihtiyacının yüzde 50-55’ini karbonhidratlardan kazananların, “daha az karbonhidrat daha fazla protein” tüketenlerden çok daha uzun ömürlü olduklarını gösterdi. Bu kişilerin, enerjilerinin yüzde 30 ve daha azını karbonhidratlardan alanlardan 4 yıl daha fazla yaşadıkları görüldü. Kısacası “hayvansal yağ ve protein” yüklü beslenmenin “out” , “bitkisel protein ve zeytinyağı” ağırlıklı beslenmenin “in” olduğunu gösteren bulgulara her gün bir yenisi ekleniyor. Netice olarak yaşlandıkça bitkisel protein kaynaklarına (bakliyat, kuruyemiş) yönelip, hayvansal proteinleri (kırmızı et, tavuk, süt ürünleri) sınırlamak gerekiyor.
“Düşük karbonhidrat” konusunda ısrarcı olanlara da un ve şeker yüklü olan tahıl ve meyve yerine bitkisel yağ ve bitkisel protein zengini gıdalar (bakliyat, kuruyemiş, zeytinyağı) öneriliyor.
Yumurta akının marifeti çok!
Yumurta akı proteininin bazı ayrıcalıkları var. Her şeyden önce tam bir kas dostudur. Kaslara sadece ilave aminoasit desteği de sağlamıyor, yapısındaki glisin ve prolin zenginliği ile cilt, eklem ve kemiklere de kollajen desteği sağlıyor. Yumurta akı tip 1, tip 2 ve tip 5 kollajen zengini.
Tip 1 kollajen deride, tendonlarda, kemik ve damar duvarındaki temel kollajen. Bedendeki doğal kollajenin de yüzde 80-90’ı yine bu tip 1 kollajen.
Göğüs ağrısı hepimizi korkutur. Normaldir. Zira her göğüs ağrısı muhtemel bir kalp krizinin öncü belirtisi de olabileceğinden önemli bir uyarı kabul edilir.
Fakat göğüs ağrılarının çoğunun kalpten kaynaklanmadığını da bilelim. Bu ağrıların önemli bir bölümü kalp ağrısıyla karıştırılan sinirsel ağrılardır. Özellikle yoğun stres altında olan, depresyon, panik atak gibi problemler yaşayan insanlarda göğüste başlayıp sırt ve sol kola yayılan bu tür ağrılar görülebilir.
Eğer göğüs ağrısına ellerde, ayaklarda ve yüzde uyuşma, çarpıntı, ağız kuruluğu, el titremesi, baş dönmesi gibi belirtiler de eşlik ediyorsa, ağrının kalp ile ilgili değil sinirsel olma ihtimali olduğunu göz önüne alın.
Ağrının, göğüsteki bir bölgede, hatta tam meme üstünde, neredeyse parmakla gösterilecek kadar küçük bir alana yerleşmiş olması ve ağrıya sık nefes alıp verme, bulunulan ortamın dar gelmesi, nefes darlığını taklit eden bir hava açlığının eşlik etmesi de problemin sinirsel kaynaklı olabileceğini akla getirmelidir.
Göğüs ağrısına taşikardi ataklarının, kalbin neredeyse yerinden fırlayacağı duygusunu veren çarpıntı nöbetlerinin, sıkıntı, fenalık hissi ve ölüm korkusu gibi işaretlerin eşlik etmesi sorunun psikolojik kökenli olabileceğini düşündürür. Ayrıca bu hastaların çoğu daha önceden de bu tip ağrılar, çarpıntı, nefes darlığı atakları yaşamış ve oldukça detaylı kalp incelemelerinden geçirilmişlerdir.
Hipertansiyon, kriz riskini artırıyor
Tansiyonu yüksek olanların çoğu bunun farkında bile değildir. Dilerseniz, farkında bile olmadığınız bu sağlık probleminin sağlığınızı nasıl tehdit ettiğine kabaca bir göz atalım.
Sadece aktif Facebook kullanıcılarının sayısı 250 milyon sınırını zorluyor. Listeye Instagram’ı, Pinterest’i, Google ve Yahoo’yu da ekler, üstüne bir de Twitter fenomenini ilave ederseniz rakam 1 milyarı zorluyor. Son 6 aydır ben de Instagram kullanıcısı oldum. Instagram sayfamla meşguliyetimi sanırım biraz abartmışım. Eşim Mihriban’ın uyarılarını dikkate alınca da günde en az 20-30 defa cep telefonumla meşgul olduğumu fark ettim! Sosyal medyanın sadece bir “ZAMAN HIRSIZI” olduğunu da zannetmeyin. Sağlığımız için de ciddi bir tehdit. Sadece bedensel ve ruhsal sağlığımız için değil, sosyal ve moral sağlık için de mühim bir problem. SOSYAL MEDYA’nın verebileceği sağlık zararlarından bir kısmını yandaki aşağıda özetledim. SOSYAL MEDTA DETOKSU meselesini ise gelecek haftaya bıraktım.
İLK 4: UYKUYU BOZUYOR
Mobil telefon veya bilgisayar ekranları, beynimize yolladığı mavi ışık uyarıları nedeniyle uykumuzun canına okuyor. Uykuya dalmayı geciktiriyor, derin uyku fazlarını sabote ediyor.
Beyin kimyasında yaptığı değişikliklerle karbonhidrat tüketimini, özellikle şekerli yiyecek ve içeceklerin kullanımını özendiriyor, kilo kontrolünü bozabiliyor.
Şeker hastalığı, kontrol altına alınmazsa organ ve dokuların neredeyse tamamını etkileyen can sıkıcı bir sağlık sorunudur.
Hastalığı izlemede kullanılan temel kriter de kan şekeri değerleridir. Maalesef bu noktada, önemli bir hata yapılıyor. Bu hata, tokluk şekerini dikkate almadan sadece açlık şekeriyle diyabet takibi yapmaya çalışmaktır.
Tekrar ediyorum, bu ciddi sonuçları olan büyük bir yanlıştır!
Çünkü çoğu hastada açlık şekeri kabul edilebilir limitler içindeyken, tokluk şekeri çok yüksek olabiliyor. Ve bu durum şekere bağlı göz, kalp, beyin ve böbrek sorunlarına zemin hazırlıyor.
İşte bu nedenle okurumuzun sorusunu şöyle cevaplamak istiyorum: Her ikisi de son derece önemlidir.
Özellikle Tip2 diyabet söz konusu olduğunda tokluk insülini ve şekerini izlemek en az açlık şekeri ve açlık insülin değerlerini takip etmek kadar önemli.
Hatta sadece bu ikisini izlemek de yetmez! Üç aylık kan şekeri ortalaması hakkında fikir veren HbA1c seviyesini de bilmek gerekir.
Reflü nasıl oluşuyor?
Bir ekmek tartışmasıdır gidiyor. Akıllara ziyan bir tartışma aslında bu. Hayatın giderek pahalandığı, çarşı pazardaki her şeyin, tencereye giren her malzemenin ateş pahası olduğu bir dönemde bu tartışmaları eminim benim gibi siz de gülümseyerek izliyorsunuz. Haksız da sayılmazsınız. Beslenmede tabii ki ilk hedef karın doyurmak.
Ekmek de doygunluk sağlamanın en ucuz yolu, olmazsa olmazı. Ama bir başka beslenme kuralı da “bu işi zarar görmeden yapmanın” bir yolunu bulmak. Ekmek, özellikle fırınlarımızın ürettiği beyaz ekmek sağlık bakımından risklerle dolu. Peki neredeyse -ben dahil- tüm uzmanların “aman dikkat!” diye uyardıkları bu meselenin bir çözümü, kolay bir yolu yok mu?
Kısacası siz de “kuru fasulyenin suyuna, menemene, zeytinyağına ekmek banmadan olmaz mı” diyorsunuz? Ekmekle ilgili gerçekleri merak mı ediyorsunuz? Bu sorulara yanıtınız, eğer güçlü bir “Evet!” ise lütfen bu yazıyı siz daha bir dikkatle okuyunuz.
Ekmek neden tartışılıyor?
Bundan 100 yıl önce ekmeğin zararlı olup olmadığını tartışmıyorduk. Bugün ki tartışmanın nedeni de aslında ekmek değil, biziz. Çünkü yapısıyla oynayıp ekmeği ekmek olmaktan biz çıkardık!
Nedeni şu: Bugün ekmek yapımında kullandığımız buğday unu veya diğer unların esasını tahıl tanesinin içindeki nişasta bölümü oluşturuyor. Tahıl tanesinin bir dış kabuğu var, bu kabuk kısmı bol miktarda posa, tıksa basa B vitamini ile çok sayıda faydalı mineral içeriyor. Bir de bu tahılların embriyo dediğimiz en iç kısımları var.
Gövdenin en iç kısmı bu ruşeym dediğimiz en faydalı kısım. Bu kısımda pek çok sağlığa faydalı yağ asidi, özellikle de E vitamini var. Beyaz undan yapılmış somun ekmek ya da pideyi yediğimizde dışındaki kabuğu, içindeki endospermi alınmış, sadece içindeki nişasta ve gluten kalmış ekmeği yiyoruz.
Özellikle genç kadınlarda saç dökülmesine yol açabilecek beslenme eksikliklerinin bir numarasında demir eksikliği sorunu var.
B12 eksikliği, D vitamini eksikliği, omega eksikliği, çinko eksikliği, biotin (B vitamini) eksikliği de saç dökülmesine yol açabiliyor ama özellikle 20-50 yaş grubunda ilk sırayı demir noksanlığı alıyor.
Demir eksikliği tüm nedenler arasında en sık gördüğümüz, en yaygın saç dökülme sebebi. Saçınız dökülüyorsa gidip mutlaka bir demir ölçümü yaptırın.
Demir ve ferritin seviyeleriniz 50’nin altındaysa bir doktordan yardım alın.
Haşimato hastaları çoğalıyor
Son dönemde özellikle internet medyasında haşimato hastalığını da glutene bağlayan yeni bir anlayış gelişti. Bunun bilimsel bir temeli yok. Haşimato hastalığı daha çok şehirli toplumda ve özellikle kadınlarda görülüyor. Glutene bağlı olsaydı daha çok un tüketen, ekmek yiyen köylü kadınlarda da görülmesi gerekirdi. Haşimato bir bağışıklık sistemi hastalığıdır, bir otoimmün sorunudur ve temel nedeni beslenme değil ruhu besleyememedir. Haşimato stresle başa baş giden bir sorun, stresi yönetemezseniz haşimatoya yakalanma riskine dikkat edin.
Karpuz mu, kavun mu?
Beslenme açısından, şeker ve lif yükü açısından farklılıkları var. Karpuz olağanüstü bir likopen mucizesi. Erkekte prostat, kadında meme kanserinden korunmak için daha çok “karpuz” derim.
Glutatyon biz yaşlandıkça azalan en güçlü doğal antioksidanımız. Bağışıklığı güçlendiriyor, enerji veriyor, detoks sistemlerimizi aktive ediyor, tümöre, kansere karşı bizi koruyor.
Yaşlanmayı yavaşlatmak için de glutatyon rezervimizi artırmamız gerekiyor.
Glutatyonun üç temel aminoasidi var ama “sistein” en önemlisi. Sistein kükürtlü bir aminoasit ve sarımsak, soğan, pancar, turp, lahana, karnabaharda bol bulunuyor. Destek olarak n-asetil sistein içeren takviyelerden yararlanmak gerekiyor. Ayrıca ona elektron veren “C vitamini”ni de artırmamız lazım.
Yeşil taze sebzeleri ve turunçgilleri ihmal etmeyelim. Buna “çinko” ve “selenyum” zengini deniz ürünleri, bakliyat, kuruyemiş grubunu da ekleyelim.
“Alfalipolik asit” zengini ıspanak, ceviz, hayvansal gıdaları da bol alalım. Ve iyi bir “uyku”nun da glutatyon üretimini artırdığını unutmayalım.
Kilo kontrolünde ilk 10
1- Metabolik, hormonal ya da ruhsal bir probleminiz varsa ilk önce onu çözeceksiniz.
2- Az yiyecek çok hareket edeceksiniz. Kısacası her gün yürüyeceksiniz.
OKUYUN VE DEĞERLENDİRİN
Eğer kolay kilo alıp zor veriyorum, genişleyen bel ve göbeğime çare bulamıyorum, verdiğim kiloları da kısa bir süre sonra fazlasıyla geri alıyorum diyorsanız...
Fazla kilolarınız özellikle bel çevrenizde birikiyorsa; bel çevreniz kadınsanız 90 cm’yi, erkekseniz 100 cm’yi aşmışsa...
Sık acıkan, tatlı krizleri yaşayan, yemeklerden hemen sonra yeniden yiyecek arayan, yorgun, halsiz düşüp hımbıllaşan, kafası karışıp uyuklayan biri iseniz...