1- Yükte hafif pahada ağır beslenin
Aldığınız her kaloriyi sayın. Tükettiğiniz yiyeceklerin vitamin, mineral ve lifle dolu olmasına dikkat edin. İçinde fazla şeker, yağ, fazla kalori olan ve besin değeri olmayan ürünleri kullanmayın. Yaşlandıkça besin ihtiyaçları değişir. Vücut daha az yağlı ve daha az kalorili besinlere ihtiyaç duyar.
2- Doğru yağları yiyin
Doymuş yağ miktarı az olan bir diyet, damarsal yaşlanmayı ve damar sertliği oluşumunu önler, kalp krizi ve felç riski azalır. Böyle bir diyet aynı zamanda bağışıklık sisteminin zayıflamasını engeller.
Araştırmacılar doymuş yağlardan fakir, sebze ve meyveden zengin diyetlerin kanseri önlediğini tespit etmişlerdir. Kırmızı eti haftada bir seferden fazla tüketmek kolon kanseri riskini de artırır. Kırmızı eti haftada bir veya ikiden fazla yemeyin.
Et alırken yağsız kısımlarını tercih edin. Yağ oranı düşük olan besinlere (yağsız süt, yoğurt, peynir...) öncelik verin.
Farkında mısınız bilmem, bedenimiz çoğu sorunu kendiliğinden çözüyor. Bu “şanslı” yeteneğe de “doğal şifa gücü” deniyor. “Doğal iyileşme” yani “spontan şifa” bize bahşedilmiş çok önemli bir şans. Onun değerini anlamaya çalışırken “hayır!” ile “evet!”i, “geçmiş” ile “geleceği”, “az” ile “çok”u, “var” ile “yok”u, “keder”le “neşe”yi, “hüzün”le “huzur”u aynı ağacın meyveleri olarak gibi kabullenmemiz lazım.
Eğer bu iki durumdan sadece birine “minnettarlık” ekleyip de öbürünü ıskalarsak, yalnızca “moderne” ya da yalnızca “geleneksele” takılıp kalırsak “farkındalık” halinin ruhumuza yüklediği “ferahlık” ve “rahatlama” şansını bulamayız.
Netice de dış çevreyi düzeltsek bile iç çevrenin yanlışları nedeniyle daha sık hastalanırız. İnançlı ama bir o kadar da bilimsel ve şüpheci. İtaatkâr ama bir o kadar da özgür ve meraklı olmalıyız.
Modern tıp ile gelenekseli, insanla çevreyi, beden ve ruhu birleştiren, sorunlara analitik yaklaşıp, analitik bütüncül çözümler üretebilmenin yollarını aramalıyız.
Yaşam tarzı yanlışlarını düzeltmeye odaklanıp her sorunun çözümünü ilaçta, ameliyatta, otta ve çöpte aramamalıyız.
EV YAPIMI KABIZLIK DESTEKLERİ
◊ Siyah erik şurubu
Kolajen “tutkal” anlamına gelen “kólla” kelimesinden türetilmiş bir sözcük. İsminden anlaşılacağı üzere bir çeşit dokusal destek ve “yapıştırıcı”.
Başta kemik, deri, kas, tendon ve bağlar olmak üzere göz ve dişler dahil hemen her organın en önemli yapı taşlarından biri. Doku, organ ve yapılara esneklik, direnç, hareket serbestliği ve dirilik veriyor, onları bir arada tutuyor.
Vücut ihtiyaç duyduğu kolajeni, proteinli besinlerle kazandığımız aminoasitlerden (lizin, prolin) üretiyor. Ancak yaşlandıkça kolajen üretimimiz yavaşlamaya başlıyor.
30 yaş sonrasında kolajen üretimi yılda yaklaşık yüzde 1 ile yüzde 2 oranında düşüyor. 40 yaşına gelindiğinde ise kolajenin yüzde 10 ile yüzde 20’si kaybediliyor. Kolajendeki azalmalar cilt ve saç sorunlarına yol açıyor, eklem kıkırdakları zayıflıyor, kıkırdak, kas ve kemik erimesi hız kazanıyor. Kolajen üretimini desteklemek ve kaybını frenlemek için beslenme ve çevresel faktörlere dikkat etmek gerekir.
Kirlilik, serbest radikaller, sigara, alkol ve güneş gibi faktörler, şeker ve rafine edilmiş karbonhidratlar ile nişasta bazlı fruktozlar kolajeni azaltır.
Kolajen, hayvansal gıdaların bağ dokularında bol miktarda var. Özellikle tavuk ve diğer hayvanların kemiklerini kaynatarak elde edilen kemik suyunda kolajen içeriği çok yüksek. Kolajen üretmeye yardımcı olan temel besin maddeleri ise C vitamini, prolin, glisin, glutamin, arginin gibi amino asitler ile çinko ve bakır. Bu içeriklere sahip besinleri yeterli ve dengeli tüketerek kolajenimize sahip çıkmak mümkün.
Geleneksel tedavileri unuttuk
Kronik yani uzun süreli sağlık sorunlarını çözümlerken tedavide, hasta kişiye de “sorumluluk ve heves” yüklemek “umutsuzluk kültürü” aşılamayıp “ilaçsız olmaz” yaklaşımını yeniden gözden geçirmek, çözümün ille ve sadece “kimyasal takviyeler” ya da “ilaçlarda” değil, doğal güçlerde mesela “bitkilerde veya besinlerde” de olabileceğini bilmemiz lazım. Geleneksele tümüyle sırt çevirmeyi bir yana bırakıp, tıbbi süreçlere onları da (tabii ki şarlatanları değil) dahil etmenin yollarını bulup geliştirmek, modernle gelenekseli birleştirmek, ruhu bedene, bedeni ruha yeniden eklemek gereklidir.
Probiyotikler son 10 yılın en popüler sağlık desteklerinden biri. Nedeni de bedenlerimizin tıpkı omega 3 yağları (EPA ve DHA) ve D vitamininde olduğu gibi ciddi bir probiyotik fukarası haline gelmesi.
Probiyotik zengini besinlerin azalması yanında eskiye oranla daha çok antibiyotik reçetelenmesi, et ve süt ürünlerine de antibiyotiklerin karışması bu fakirleşmemin temel sebepleri.
Tabii ki başka nedenler de var ama onlar bence teferruat. Peki bu fakirleşmenin bedeli ne? Bedel maalesef çok ağır: Daha güçsüz bir bağışıklık sistemi, daha sık alerjik tepki, daha çok kanser, ishalle, kabızlıkla boğuşmaktan yorgun düşmüş daha mutsuz bir hazım sistemi.
Probiyotik güç azalmasını depresyon, Parkinson, Alzheimer ve obezite ile eşleştirenler bile var ve bana göre kesinlikle haklılar.
İyi haber şu: Son yıllarda doktorlar beslenme uzmanları ve halkta probiyotik bakterilerin marifetleri hakkında müthiş bir bilinçlenme oldu. Bu gelişme de probiyotik takviyelerin kullanımını artırdı.
Hedef odaklı probiyotik kullanın
Daha önce de yazdım: Her probiyotik herkese uymaz! Gaz, şişkinlik, kabızlık ile ilgili sorunların çözümünde farklı, bağışıklığa güç vermede farklı, alerjik tepkileri önlemede farklı probiyotikler başarılı.
Soru şu idi : “Hocam, en mühim vitamin hangisi?” Bana göre doğru yanıt “huzur vitamini”dir. İstisnasız herkese güne başlarken limonlu ılık su ile birlikte bir tane huzur vitamini almasını, gece yatağa girmeden evvel aynı vitaminden bir tane daha yutmasını tavsiye ederim. Bana göre huzur su kadar, hava kadar mühimdir. Dr. Toksöz Karasu Hoca da huzuru iyi hayatın vazgeçilmezi olarak görüyor ve bakın “Huzurlu Yaşama Sanatı” kitabında bize ne tavsiye ediyor: “Huzurun kolay ve kestirme bir yolu yoktur, yalnızca ona doğru giden yavaş ve çetin bir yol vardır. Bu yolun bir sonu ve varış çizgisi de yoktur, yalnızca başlama noktası vardır. Keyifli huzuru ararken başlayabileceğiniz tek bir nokta yoktur. Şu anda bulunduğunuz nokta, başlamak için en ideal yerdir.” Yeni ve –inşallah- güzel bir yıl bizi bekliyor. Eğer siz de “huzur arayışı” içindeyseniz buyurunuz...
İLK 5
KABULLENİN: Kabullenmekle “boyun eğmek” farklı şeylerdir. Değiştiremeyeceğiniz şeylerden vazgeçmek huzur yolculuğunun ilk adımlarından biridir.
AİLENİZE SAHİP ÇIKIN: Aile çekirdektir. En güçlü korunak, en güvenli siperdir. Aile şifadır. Sakinliğe davettir. Aidiyettir. Siz farkında olmadan içinizi ısıtıp ruhunuzu rahatlatan bir huzur hapı gibidir.
‘BU DA GEÇER’ DEYİN: Her şey bizim içindir, geçicidir. Zorluklar, üzüntü ve endişe verici olaylar ve kayıplarla karşılaştığınızda “Bu da geçer” demeyi bilin.
GEÇİCİLİĞE İNANIN: Gücün de güçsüzlüğün de, varlığın da yokluğun da geçiciliği ve bir “son kullanım tarihi” olduğu kesindir.
ÖNÜNÜZE BAKIN:
1. Daha çok alkol ve sigara tüketiyorlar.
2. İş kazalarıyla karşılaşma riskleri daha fazla.
3. Trafikte daha çok kaza yapıyorlar.
4. Cinsel yolla bulaşan hastalıklara daha sık yakalanıyorlar.
5. Uyku sorunları daha sık meydana geliyor.
6. İnsülin direnci erkeklerde daha yaygın.
7. Aktivite azlığı sorunu kadınlardan daha ciddi.
50 yıl önce kardiyologlar koroner arter hastalıklarından ziyade “kalp kapak hastalıkları” ile meşguldü. Sık görülen kalp sorunları mitral veya aort kapağının darlık ya da genişlemesi gibi problemlerdi.
Zamanında uygun şekilde teşhis ve tedavi edilemeyen “Beta hemolitik streptokok” enfeksiyonları kalbin kapaklarında bozulmalara yol açıyor, bu da kişiyi kalp yetmezliğine, hatta ölüme bile götürebiliyordu.
Bugünün öncelikle kalp sorunları eskisinden farklı. Yeni kalp sorunları mikroplara bağlı kalp kapak problemlerinden ziyade, koroner arterlerdeki sertleşme ve plaklara bağlı aterosklerotik kalp hastalıkları.
Kısacası yeni bin yılda insülin direncinin, kilo meselesinin, tip2 diyabetin, hipertansiyonun baş oyuncular olduğu yeni ve farklı kalp sorunları ile karşı karşıyayız.
Bunların da arkasındaki “gizli patron” aynı: Beslenme tarzımızdaki olumsuz değişimler ve hareketsiz yaşam tarzımız. Tabii ki sigarayı, stresi, uyku sorunlarını ve kilo meselesini de ıskalamamak lazım.
Özeti şudur: Kalp damar hastalıkları önlenebilir sağlık sorunlarıdır. Yaşam tarzınızdaki değişimlerle kalp hastası olma ihtimalinizi azaltmak sizin elinizdedir.
Şekerin her türlüsü zararlı
Sağlık düşmanı olan şeker hakkında daha çok bilgilenmek şart: Bir adet küp şeker ya da tepeleme bir çay kaşığı toz şeker yaklaşık 20 kalori civarında enerji kazandırıyor.
Trigliserid de kolesterol gibi damarlarımızda dolaşan yağlardan biri. Hepimizin belirli bir miktarda trigliseride ihtiyacı var.
Sağlıklı bir insanın kanında trigliserid seviyesi 150 mg/dl.’yi geçmiyor. Bu seviyeleri geçmesi halinde, özellikle 500 mg’ı aştığı durumlarda ciddi sağlık sorunları ortaya çıkabiliyor.
Aşırı trigliserid yükü damarlarda plak oluşumu ve tıkanmayı kolaylaştırıyor. Bu da kalp krizi ve/veya felç geçirme riskini artırabiliyor. Rakam büyüdükçe, son derece tehlikeli bir başka sağlık sorunu, pankreas bezi iltihaplanması (pankreatit) devreye giriyor.
Trigliserid seviyesi yüksekliğine en çok metabolik sendromlu (insülin direnci) ve/veya diyabetli kişilerde rastlandığı için bu yükü azaltmanın yolu da yine beslenme ve egzersiz planından geçiyor.
Temel kural fazla kilolarınız varsa verin ve her gün 35-40 dakika tempolu yürüyün. Ayrıca şunları da ihmal etmeyin...
◊ Kahvenize, çayınıza şeker eklemeyin.
◊ Balı, pekmezi, reçeli sofranızdan kaldırın.