Paylaş
Bütün ülkeler virüsün ilk görüldüğü ve salgının başladığı Vuhan eyaletindeki vatandaşlarını geri çekmekte, Çin’e yapılan uçak seferleri iptal edilmekte, ülkeler Çinli turistleri artık istememektedir. Alınan bütün tedbirlere rağmen virüsün diğer ülkelere yayılma eğilimi içinde olması virüsle ilgili “panik” havasını arttırmakta, yönetimlerinin virüsün kendi ülkelerine “yayılmaması” için tedbir üzerine tedbir aldıkları dikkat çekmektedir.
Rakamlar gerçekten de kötü bir tablo ile karşı karşıya bulunulduğunu, virüsün yayılmasının ve salgının önlenememesi halinde, uluslararası işbirliğinin ve dünya ekonomisinin olumsuz bir şekilde etkileneceği yönündeki işaretler artmaktadır. Sayılar her gün değişmekle ve artmakla beraber halen Çin’de virüsten hastalananların sayısının 43 binin üzerinde olduğunu, salgın nedeniyle ölenlerin sayısının binin üzerine çıktığını, Çin dışında Korona virüsü nedeniyle hastalananların sayısının 300’ü geçtiğini göstermektedir.
Eğer kontrol altına alınmazsa dünya nüfusunun % 60 kadarının salgından etkilenebileceği gibi çok da gerçekçi olmadıkları akla gelen tahminler bulunmaktadır. Ancak insanlık tarihine baktığımızda bulaşıcı hastalık ve salgınların Dünya nüfusunu çok olumsuz bir şekilde etkilediği de bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.
Sırf 20. yüzyıldaki grip salgınlarına baktığımızda 1950’lı yılların ortalarında başlayan Asya Gribi salgınının 2 milyon, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra başlayan grip salgınının milyonlarca kişiyi etkilediği, 19 ve 20 yüzyıllarda yaşanan veba, kolera ve çiçek salgınlarında yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği görülmektedir.
İnsanlık tarihinin çok yakın geçmişine bakıldığında bile HIV, SARS gibi virüslerden kaynaklanan salgınların sebep olduğu insan kaybı bugün karşılaştığımız Korona virüsü “paniğini” anlamamıza yardımcı olmaktadır. İnsanlık tarihi büyük ihtimalle savaşlardan çok daha fazla sayıda insanı salgın hastalıklara kurban vermiştir.
Korona virüsünün havadan bulaşması, virüsün “kuluçka” süresinin 12-24 gün arasında olduğu yönündeki bilgiler paniği arttırmakta, daha önce de benzer salgınlarla karşılaşan dünya’daki “tedirginlik” yükselmektedir. Türkiye gibi ülkeler Korona Salgınını tedirginlikle izlerken, Japonya gibi Çin’e coğrafi olarak daha yakın ve Çin’le işbirliği daha yoğun ülkeler için Korona Salgını artık kapıda görünmektedir.
Özellikle Japonya için, Tokyo yakınlarındaki bir limanda bulunan “Diamond Princess” adlı lüks yolcu gemisinin karantina altındaki yolcularının artan bir şekilde Korona virüsü kaptıklarının ortaya çıkması, şu ana kadar yapılan testlerde 135 kadar yolcuda virüse rastlanılması, salgının ortaya çıkarttığı “tehdidin” artması anlamına gelmektedir. Dünya ve Japon basınında 56 ülkeden 3.700 yolcusuyla karantina altında tutulan yolcu gemisiyle ilgili çok sayıda haber çıkmaktadır.
Dünya basınında henüz tek tük çıkan haberlerde, henüz ne ölçüde gerçekleşeceği belirsiz olsa da, Korona virüsü salgınının 24 Temmuz-9 Ağustos 2020 tarihlerinde Tokyo’da yapılacak Yaz Olimpiyatlarına yapabileceği etki de konuşulmaya başlamıştır. Doğal olarak yaz ortalarına kadar oldukça uzun (altı ay kadar) bir zaman bulunmakta, o zamana kadar Korona Salgınının ve doğurduğu olumsuz etkilerin geçmesi beklentisi bulunmaktadır. Çoğunluğun beklentisi bahar aylarında havaların ısınmasıyla salgının da etkisini kaybetmesi ve son bulması yönündedir.
Bununla birlikte, Korona Salgınının Japonya’nın Yaz Olimpiyatları beklentileri üzerine “soğuk bir su” dökebileceğine işaret edilmekte; Japonya’nın Tokyo’ya beklediği yabancı ve yerli turist sayısında önemli bir düşme tehlikesinin bulunduğu vurgulanmaktadır. Japon Başbakanı Şinzo Abe, Yaz Olimpiyatlarının zamanında yapılacağını ve oyunların hazırlıklarının aynen devam ettiğini açıklamıştır.
Bilindiği gibi Yaz Olimpiyatlarının Tokyo’da yapılması kararı 2013 yılında Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nce Buenos Aires, Arjantin’de toplantısı sırasında alınmış; Madrid ve ikinciliği alan İstanbul geride bırakılarak Olimpiyatların bir kez daha Tokyo’da yapılması kararlaştırılmıştır. Tokyo’nun daha önce 1 kez (1964’te) Yaz Olimpiyatlarına ev sahipliği yapması sebebiyle Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin kararı o dönemde eleştirilmiş, Komiteyi kontrol eden ülkelerin Olimpiyatları giderek “ticari” hale getirdikleri, konunun kültürel boyutunun geri plana atıldığı eleştirileri sıklıkla duyulmuştur.
Doğal olarak Korona Salgını, dünya’nın karşı karşıya bulunduğu sorun her şeyden önce tıbbi bir konudur. Salgının ilk önce yayılma hızının ve virüsten etkilenenlerin ölüm oranının düşürülmesi, yayılmayı önleyecek bir aşı bulunması gibi tedbirler bu alana girmektedir. Burada Çin gibi imkanları çok geniş bir ülkenin dahi salgınla baş etmede büyük sorunlarla karşılaşırken, salgının (Çin’le yakın ilişkiler içindeki) örneğin Afrika gibi alanlara yayılmasının doğuracağı sorunlara da değinilmektedir.
Konunun tabii uluslararası işbirliğini ilgilendiren yanı da önemlidir. Bu alanda Birleşmiş Milletler sistemi içinde faaliyet gösteren Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ön plana çıkmaktadır. WHO’nun merkezi Cenevre’dedir, halen başında daha önce bir Afrika ülkesi olan, Etiyopya’nın sağlık bakanlığı görevinde de bulunan Tedros Adhonom bulunmaktadır. WHO ve Başkanı’ndan Korona salgınının ilk çıktığı sıralarda salgını küçümseyen Çin’in tutumuna destek verildiği şeklinde yorumlanan ifadeler gelmesi eleştirilere yol açmıştır. Sağlık konusunda uluslararası işbirliğinin yürütülmesi konusunda hükümetler arası bir kuruluş olan WHO’nun yetersiz kaldığı eleştirileri de zaten bir müddetten beri duyulmaktadır.
Konunun Çin’i doğrudan ilgilendiren ve Pekin’den duyulan “kızgınlık” seslerini yükselten siyasi ve kültürel bir yanının bulunduğuna da mutlaka işaret edilmesi gerekmektedir. Çinli yetkililerin başlangıçta salgını “küçümseme” ve hatta “gizleme” yönündeki davranışı dünya kamuoyunda genel bir “tedirginlik” yaratmıştır. Korona virüsünü ilk tespit eden ve daha sonra hastalanarak hayatını kaybeden doktorun yerel Çinli yetkililerce başlangıçta “dedikodu” yapmakla suçlanması ve görevini kaybetme tehlikesiyle karşılaştırılması Pekin’e duyulan tepkileri arttırmıştır. Çin’in daha sonra salgının boyutlarını “kabul etmesi” ve buna göre “davranması” Pekin’e ve Çin’deki “totaliter sisteme” yöneltilen siyasi eleştirileri azaltmamış gibi görünmektedir.
Konunun kültürel yanı ise Korona virüsünün ortaya çıkması ve Çin’de hızla yayılması ile ilgilidir. Hayvanlarda başlayan ve daha sonra insanları etkileyen salgının Çin halkının besin ve beslenme anlayışı ile ilişkilendirilmesi yanında, Dünya’da Uzak Doğulu görünüşlü kişilere gösterilen tepki Pekin’den yükselen “ırkçılık” şikayetlerine ve eleştirilerine yol açmaktadır.
Korona virüsünün sebep olduğu salgının uluslararası işbirliğine olumsuz etkileri görülmekle beraber, yakın siyasi tarih meydana gelen büyük doğal “felaketlerin” ülkeler arasındaki ilişkilerde diplomatik açılımları başlattığını da göstermektedir. Ülkelerde meydana gelen büyük doğal afetler bazen, beklenmedik bir şekilde, diplomasiye önemli bir fırsat tanımakta; ülkeleri birbirlerine yakınlaştırabilmektedir.
Bu durumun en iyi örneklerinden biri Türkiye ile Yunanistan arasında 1999 yılında yaşanmıştır. Türkiye’de meydana gelen 17 Ağustos İzmit-Adapazarı depremi büyük bir yıkıma neden olmuş, Yunanistan da 7 Eylül’de Atina depremi ile sallanmıştır. Bu iki büyük felaketten sonra iki ülke halklarının birbirlerine karşı gösterdikleri yardımlaşma isteği ve ortaya çıkan sempati iki ülke dışişleri bakanlarına (İsmail Cem ve Yorgo Papandreau) Türkiye ve Yunanistan arasında, daha sonra “Deprem Diplomasisi” adı da verilen yakın temasları başlatma imkanını tanımıştır.
Halbuki 1999 yılı Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin son derece gergin olduğu ve iki ülkenin sıcak bir çatışma noktasına kadar geldikleri bir dönemdir. Türkiye’nin Suriye ile vardığı Adana Mutabakatının imzalanması sırasında Şam, Öcalan’ı ülke dışına çıkmaya zorlamış; Öcalan, ilk önce gittiği Roma ve Moskova’dan sonra gizlice Atina’ya gelmiştir. PKK terör örgütünün başının Atina’da olması bir yandan Yunanistan üzerindeki uluslararası baskıyı arttırmış, diğer yandan Yunanistan’ı Türkiye ile gerçek sıcak bir çatışmanın eşiğine getirmiştir. Panik halindeki Yunanistan İstihbarat Örgütü ve Dışişleri Bakanlığı, Öcalan’dan kurtulmaya çalışmış, bir Afrika ülkesine gitmesi amacıyla ilk önce Kenya’ya gönderilmiştir.
Öcalan daha sonra Nairobi’de Yunanistan’ın Kenya Büyükelçisinin evinden havaalanına götürülürken yakalanmış ve Türkiye’ye getirilmiştir. Bütün bu olay, Öcalan’ın üzerinden Kıbrıs Rum pasaportu çıkması dahil, PKK’nın Yunanistan ile giriştiği bütün iş birliği ve Atina’nın PKK’ya sağladığı desteğin ortaya dökülmesi 1999 yılı başında Ankara-Atina ilişkileri üzerinde çok olumsuz bir etki yapmıştır. Öcalan skandalı nedeniyle aralarında Dışişleri Bakanının (Theodore Pangalos) da bulunduğu 3 bakan görevlerinden istifa etmek zorunda kalmışlardır.
1996 yılında yaşanan Kardak krizinden beri zaten gergin olan Türkiye-Yunanistan ilişkileri Öcalan krizi ile daha da kötüleşmiştir. Ancak, Pangalos’tan sonra Yunanistan Dışişleri Bakanlığına getirilen Yorgo Papandreau, Türkiye’ye karşı farklı bir yaklaşım içine girmiş, ilişkileri gerginlikten iş birliğine taşıma yönünde ciddi bir gayret göstermiştir. Papandreau’nun yeni Türkiye “yaklaşımı” Ankara’dan da karşılık görmüş, deprem gibi büyük bir felaketin iki ülkede yarattığı sempati “atmosferi” iki ülke arasında bir iş birliği diplomasisine dönüştürülebilmiştir.
Deprem diplomasisinin diğer bir örneği yine 1999 yılında Türkiye ile ABD arasında yaşanmıştır. Türkiye ile ABD 1952 yılından beri NATO ittifakı içinde “müttefik” sayılmalarına rağmen; Türkiye’de Vaşington’a “güven” hiçbir dönemde yüksek olmamıştır. Özellikle son dönemde yapılan bazı kamuoyu “araştırmalarında” Türk halkının ABD’yi “tehdit” oluşturan ilk ülke olarak sayması ilginçtir. Doğal olarak bu kamuoyu “yoklamaları” ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı gibi hususlara göre farklılık gösterebilmektedir.
Ancak, 1999 İzmit/Adapazarı Depremi’nden sonra Vaşington’un uyguladığı politikalar Türk halkından büyük bir sempati uyandırmış; Türkiye’de ABD’ye bir müttefik olarak duyulan “güven” büyük ölçüde artmıştır. ABD Başkanı Bill Clinton’un 1999 yılı Kasım ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret ve deprem bölgesini ziyaret etmesi çok olumlu karşılanmış; Türk-Amerikan ilişkilerinde adeta bir “bahar havası” yaratmıştır.
Dışişleri Bakanlığında aktif görevde olduğum dönemlerde ülkeler arasında yaşanan doğa felaketlerinin diplomaside adeta bir “başlatma noktası” olarak kullanıldığına şahit oldum. Şam’da Büyükelçi olarak görevli olduğum bir dönemde, 2002 yılı Haziran ayı başında İdlib’teki Zeytun Barajı çöktü ve çevresinde sel felaketi yaşandı. Türkiye bu dönemde Suriye’ye yardım önererek, bu olayı Suriye ile ilişkilerinde bir açılım imkanı olarak kullandı. Tel Aviv’de Büyükelçi olduğum dönemde de Türkiye orman yangını gibi bir felakette İsrail’e yardım elini uzatan ilk ülkeler arasında yer almıştı.
Sayıları artan küresel sorunlara küresel çözümler aranmasının kaçınılmaz olduğu dünyamızda salgın hastalıklar gibi felaketlerin uluslararası iş birliğinin ve dayanışmanın sınırlarını zorladığı izlenmektedir. Bu alanda ülkeler arası iş birliği ve dayanışmayı arttırmak için ne yapılması gerektiği, üzerinde acil olarak durulması gereken bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Paylaş