Kısa bir süre önce bir yazımı birçok ülkede halen devam eden sokak gösterilerine ayırmış, özellikle Irak ve Lübnan’da meydana gelen gelişmelere ve istikrarsızlığa bakmıştım. İran’da da huzursuzluğun giderek yayıldığı ve sokaktaki huzursuzluğun bu ülkede de Yönetim tarafından siyasi bir istikrarsızlık ve rejime karşı “başkaldırma” olarak algılandığı izlenmektedir.
Bir iki istisna dışında bu ülkelerde sokak gösterilerinin başlama sebebi ekonomidir; halkı sokağa döken sebepler zamlar, vergiler, gelir adaletsizliği, yaygın yolsuzluk gibi görünmektedir. Ancak göstericilerin başbakanın, hükümetin istifası, parlamento dışı yönetim, siyasi sistem değişikliği gibi istekleri sokak gösterilerine, kaçınılmaz olarak, “siyasi” bir yön kazandırmaktadır.
Bu ülkelerde sokak gösterileri “dış” müdahale, ülkedeki siyasi istikrarsızlığın dıştan desteklendiği ve körüklendiği tartışmalarına da yol açmaktadır. Irak’daki istikrarsızlıkta Vaşington Tahran’ı, Tahran ise Vaşington’u suçlamakta; iki taraf da bir diğerini Irak’ı “karıştırmakla” suçlamaktadır.
İran’daki son gösteriler de petrol ürünlerine yapılan aşırı zamlarla başlamış, Tahran’dan hemen hemen bütün ülkeye yayılmıştır. Sokak gösterilerinde can kaybı yaşanması, gösterilerin şiddetini ve yaygınlığını ortaya koymaktadır. Gösterilerdeki can kaybının resmi rakamların oldukça üstünde olduğu iddia edilmektedir.
Tahran’daki yönetim başlangıçtan itibaren sokak gösterilerinin arkasında İran rejimini devirmek isteyen “güçlerin” bulunduğunu iddia etmiş; İran Dini Lideri Hamaney ve İran Cumhurbaşkanı Ruhani petrol zammını savunmuşlar ve geri alınmayacağını belirtmişlerdir. Hamaney göstericileri “haydutlar” olarak nitelendirmiştir.
İran Dini Liderinin sokak gösterilerinin rejim karşıtları ve İran düşmanları tarafından düzenlendiğini belirtmesi ve eski İran Şahı’nın ailesini ve Halkın Mücahitleri Örgütünü işaret etmesi ilginçtir. Hamaney’in bu ifadelerinden sonra İran Meclisi’nde bulunan ve petrol zammını geri alan bir kanun teklifi de geri çekilmiştir.
İran’ı gerçekten kimin yönettiği tartışılan bir konudur. İran’da yönetimin Cumhurbaşkanının değil Dini Liderin elinde olduğu, iç politika kadar dış politikaya ait tüm kararlarda da son sözün Dini Lider tarafından söylendiği izlenmektedir.
Şimdiki Dini Lider Ali Hamaney, 1989 yılından beri bu görevdedir. İran’da aralarında Devrim Muhafızları Başkanı, Yargı Başkanı, İran Polis Müdür ve İran Ordusu Genel Kurmay Başkanı da olmak üzere önemli mevkilerde bulunan bütün bürokratlar Cumhurbaşkanı değil Dini Lider tarafından atanmaktadır. Dini Liderin İran’da yürütme, yasama ve yargı üzerindeki kontrolü tamdır.
13 Kasım’dan önce ziyaretin yapılıp yapılmayacağı bile uzun bir süre gündemdeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Vaşington’a gitme kararını kolay almadığı izlendi. Sonuçta Başkan Trump’ın ısrarlı daveti üzerine ziyaret gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan Vaşington’a kısa bir ziyaret yaptı, Beyaz Saray’daki görüşmeler ise oldukça uzun sürdü.
Erdoğan-Trump görüşmesi devam ederken, 5 önde gelen Cumhuriyetçi Parti Senatörünün de Beyaz Saray’a gitmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu Senatörlerle görüşmesi de büyük ilgi topladı. Böylece Beyaz Saray’da sadece yönetimle değil Kongre ile de önemli bir temas kurulmuş oldu. Senatörlerle yapılan görüşme de en az iki devlet başkanı arasında gerçekleştirilen görüşme kadar önemliydi.
Vaşington görüşmelerinden çıkan en önemli sonuç iki tarafın da, aralarında biriken ve büyüyen sorunlara rağmen, ilişkileri devam ettirmek, görüşmek ve sorunları diplomasi yoluyla çözme sürecini sürdürmek arzu ve iradesini açıkça ortaya koymasıydı. Bilinen sorunlara rağmen, hem Türkiye hem de ABD açıkça karşı tarafa ihtiyaç duyduklarını, 70 yıla varan ortaklık ve dostluğu devam ettirmek için gayret göstermeye ve sorunları çözmek için çalışmaya devama hazır olduklarını gösterdiler.
Suriye, ABD’nin PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ile ilişkisi masadaki en önemli sorunlardan biriydi. Vaşington PYD/YPG ile ilişkisini kesmeye hazır olmadığı, bu ilişkinin bir şekilde devam edeceği, Ankara’nın bu konuda beklentilerini yükseltmemesi gerektiği mesajını daha başlangıçtan itibaren vermeye özen gösterdi. Görüşmelerden sonraki görüntü de zaten bu duruma işaret ediyor.
Buna karşılık Vaşington ziyareti sırasında Ankara, PYD/YPG konusundaki görüşlerini, PYD/YPG’nin Türkiye’nin güvenliği için ortaya çıkarttığı tehdidi anlatma fırsatı elde etti. Vaşington’un bu ziyaretten sonra Türkiye’nin Suriye’deki güvenlik ihtiyaçları, PYD/YPG ile üst düzey temaslar konusunda çok daha dikkatli olması olasılığı artmış gibi görünüyor.
Buna Mazlum Kobani takma isimli terörist Ferhat Abdi Şahin’in ABD’ye gitmesi ve üst düzeyde kabul edilmesi ihtimalinin büyük ölçüde düşmesi de dahil. Bu
teröristin ABD’ye kabulünün Türkiye-ABD ilişkilerine vereceği büyük zararı Vaşington’un artık görmezden gelme ihtimali büyük ölçüde azalmış bir durumda. Gerek PYD/YPG gerek FETÖ konusunda Vaşington’un terörizmle mücadelede Ankara’nın isteklerini yerine getirme noktasına çok uzak olduğu, buna karşılık Vaşington’un bundan sonra (Ankara’yı rahatsız etme noktasında) daha dikkatli davranması beklentisinin arttığını söylemek mümkün.
Vaşington görüşmeleri sırasında S-400’ler konusunun geniş şekilde ele alındığı görülüyor. ABD’nin Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400’leri aktif bir şekilde kullanmasına itirazları devam ediyor. S-400 konusu önemli çünkü konuyla ilgili olarak Kongre’de Türkiye’ye yaptırım getiren yasa tasarıları bekliyor. Türkiye’nin S-400’leri kullanmaya başlamasıyla Kongre’nin bu yasa tasarılarını geçirmesi ihtimali hala Türkiye-ABD ilişkileri için önemli bir tehdit olarak duruyor.
Nazi Almanyası 2. Dünya Savaşı’nı kaybetti; savaş sonrasında Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa’nın işgaline uğradı ve 4’e bölündü. Başkent Berlin de bu 4 ülke tarafından işgal edilerek 4 bölüme ayrıldı. Daha sonra ABD, İngiltere ve Fransa kendi işgali altındaki Almanya’yı ve Berlin’i birleştirdiler ve Batı Almanya oluşturuldu.
Ama Doğu Almanya ve Doğu Berlin Sovyetler Birliği işgali altında kaldı. Moskova burada kendisine bağlı komünist bir rejim oluşturdu; Doğu Berlin’i bu yeni devletin başkenti yaptı. Almanya gibi Berlin de 1991 yılına kadar bölünmüş olarak kaldı. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e kaçışlar hızlanınca Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya şehri 2’ye bölen hat üzerinde bir duvar inşa ettiler. Berlin Duvarı hem Berlin’in hem Almanya’nın hem de Dünya’nın bölünmüşlüğünün ve Batı ile Doğu arasında patlak veren Soğuk Savaş’ın bir sembolü haline geldi.
Soğuk Savaş’ın çıkmasında Almanya’nın ve Berlin’in bölünmüşlüğünün önemli bir rol oynadığı doğrudur. ABD Başkanı Kennedy’nin Batı Berlin’de yaptığı “Ben Berlinliyim” konuşması Soğuk Savaşın açık bir ilanı, zirve noktasına ulaşması olarak kabul edilir. Sovyetler Birliği en ağır tepkisini 1955 yılında Batı Almanya’nın NATO ittifakına alınmasına göstermiş; aynı yıl kontrolü altındaki Doğu Avrupa ülkeleri (Doğu Almanya, Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan) ile birlikte Varşova Paktını oluşturmuştur.
Sovyetler Birliğinin 1991 yılında çökmesi ile Doğu Avrupa üzerindeki Rus kontrolü de sona ermiş; Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist yönetimler arka arkaya yıkılmış, bu ülkeler bağımsızlıklarını tekrar elde etmişlerdir. Batı ve Doğu Almanya birleşmiş, Berlin tekrar Birleşik Almanya’nın başkenti olmuştur. 1991 Soğuk Savaşın bittiği ve Batı ile Doğu arasındaki bu savaşı Batı’nın kazandığı yıldır.
1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması 2 kutuplu Dünya’yı da büyük ölçüde değiştirmiş, bir dönem ABD Dünya’da tek süper güç ve tek güç merkezi olarak kalmış gibi görünmüştür. Ancak Dünya’da “Pax Americana” (Amerikan Barışı) dönemi uzun sürmemiş, kısa bir süre içinde Çin yeni ekonomik
bir güç merkezi olarak ortaya çıkmış, Putin Rusyası tekrar süper bir güç ve güç merkezi olmak üzere harekete geçmiştir.
Almanya-Fransa ekseninde birleşen Avrupa (Avrupa Birliği) ve Japonya’nın da ekonomik birer güç merkezi olmaları ile Dünya’da bugün çok merkezli, çok kutuplu bir sisteme geçildiği yönündeki görüş birçok kişi tarafından paylaşılmaktadır. Dünya’nın çok merkezli ve kutuplu yeni görünümünün oluşmasında ABD’nin başta Irak ve Afganistan olmak üzere arka arkaya yaptığı hataların ve ABD ekonomisinin Dünya’daki rekabet gücünü kaybetmeye başlamasının önemli bir rolü olduğu açıktır.
Sovyetler Birliği’nin ve Doğu’daki komünist yönetimlerin çökmesiyle Rusya, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra elde ettiği bütün kazanımları kaybetmiştir. Sovyetler Birliği’nin kendisi 15 yeni bağımsız devlete bölündüğü gibi, Rusya’nın Doğu Avrupa’daki 6 ülke üzerindeki kontrolü de son bulmuştur. Bağımsızlığını kazanan 15 ülkeden 3’ü (Litvanya, Estonya ve Letonya) ile 6 Doğu Avrupa ülkesinin tümü hem NATO hem de Avrupa Birliği üyesi olmuş; Batı Blokuna katılmıştır.
Telefon görüşmesinden hemen sonra Başkan Trump’ın attığı “tweet” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın (Trump’ın davetine uyarak) Vaşington’a gitme kararının ABD tarafında da memnuniyetle karşılandığına işaret ediyor. Doğal olarak şimdi 13 Kasım’da gerçekleşecek bu ziyaretin gündeminde ne olacağı konuşuluyor, merak konusu oluyor.
Ziyaretten en büyük beklenti, ziyaret sonucu Türkiye-ABD ilişkilerinin artık olumlu bir yöne çevrilmesi, gündemdeki konuların pozitifleşmesi, Ankara ile Vaşington arasında güven ortamının oluşması için gerekli adımların atılması. İki ülke arasında önemli sorunların bulunduğu, iki başkent arasında güvenin ciddi bir şekilde sarsıldığı herkes tarafından biliniyor.
Ankara-Vaşington arasındaki ilişkilerin bu ölçüde kötüleşmesinin en önemli sebeplerinden biri Suriye’de ABD’nin arka arkaya attığı yanlış adımlar. Türkiye ve ABD Suriye’de, bırakın birlikte hareket etmeyi ve işbirliği yapmayı, artık karşı karşıya gelmiş durumdalar. Obama Yönetimi döneminde, DEAŞ ile mücadele gerekçesi altında, ABD’nın PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG ile başlattığı işbirliği ve “ortaklık” Türkiye’yi büyük ölçüde rahatsız ediyor.
Vaşington’un PYD/YPG konusunda Ankara’ya verdiği sözleri tutmaması, varılan mutabakatların uygulanmaması Türkiye’deki rahatsızlığı arttırıyor ve ABD’ye olan güven her gün biraz daha eriyor. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in 17 Ekim’deki Ankara ziyareti sırasında varılan 13 maddelik “Güvenli Bölge” Mutabakatına rağmen PYD/YPG’nin birçok bölgede Türkiye-Suriye sınırından 32 km güneye çekilmediği Türk yetkililerce açıklanmış durumda.
ABD’nin PYD/YPG’ye verdiği ağır silahları toplama konusunda bir türlü harekete geçmemesi de son derece düşündürücü. Bütün bunlara rağmen Türkiye’nin Güvenli Bölge kurmak istediği yerlerde ABD askerlerinin PYD/YPG ile ortak devriyeler gerçekleştirmesi kafalardaki soruları arttırıyor, ABD Savunma Bakanlığı içindeki bazı kesimlerin Pence’in Ankara’da imzaladığı Mutabakatı kasti olarak mı çiğnediği sorusunu ortaya çıkartıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Vaşington’da Başkan Trump ile yapacağı görüşmede her şeyden önce Suriye sorunuyla ilgili birçok konuya açıklık getirilmesi
gerekmektedir. Bu konular arasında ABD’nin Suriye ve Suriye’nin geleceğine bakışı, Suriye Anayasa Komitesi’nin başarısı için ne yapılması gerektiği, Doğu Suriye’de neler olduğu, ABD’nin PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG ile işbirliğinin niçin devam ettiği, Vaşington’un Türkiye’ye verdiği sözlerin niye yerine getirilmediği, Mutabakatların neden uygulanmadığı da bulunmaktadır.
ABD’nin gayet iyi anlaması gereken husus Türkiye’nin Doğu Suriye’de PKK varlığına izin vermeyeceği, PKK’nın Suriye’nin geleceğinde rolü olamayacağıdır. Vaşington PKK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ile ilişkisini ne kadar erken açıklığa kavuşturur, Obama Yönetimi sırasında başlanan hatalardan geri dönülürse Türkiye ile ABD’nin Suriye’de işbirliği imkanı da tekrar ortaya çıkmış olacaktır. Bu iki ülke için de önemlidir.
Birkaç istisna dışında bu ülkelerdeki sokak gösterilerinin sebepleri benzerlik gösteriyor, halkın bozulan ekonomiye, yeni vergilere, gelir dağılımı adaletsizliğine, yolsuzluk ve işlemeyen siyasi sisteme tepkilerini yansıtıyor. Şili gibi bugüne kadar ekonomik alanda “başarılı” gösterilen ülkelerde sokak gösterilerinin bu ölçülerde büyümesi, gösterilerde hayatlarını kaybedenlerin sayısının artması konuyu yakından izleyenlerde “şaşkınlık” yaratıyor.
Hong Kong’da devam eden sokak gösterileri ise farklı sebeplerden kaynaklanıyor. Çin bir süreden beri kendisine ait özel bir bölge statüsündeki Hong Kong üzerindeki kontrolünü arttırmak istiyor; Hong Kong’un yönetimine karışıyor. Bu durum şimdiki Hong Kong yöneticisi Carrie Lam’ın 2017 yılı Mart ayında göreve seçilmesinden bu yana artmış gibi gözüküyor. Hong Kong’da göstericiler bu duruma karşı çıkıyorlar, Hong Kong’da demokrasinin, çoğulculuğun devamı için çalıştıklarını savunuyorlar.
İspanya’nın Katalonya bölgesindeki gösterilerin sebebi ise bağımsız bir devlet kurma arzusu. 1 Ekim 2017 tarihinde düzenlenen bağımsızlık referandumundan bu yana Katalonya’da sular durulmuyor; İspanya-Katalonya ilişkileri kötüleşmeye devam ediyor. Son gösterilerin sebebi de İspanya’da Katalon bazı politikacılara verilen ağır hapis cezaları.
Geçen haftalarda yoğun gösterilere sahne olan Birleşik Krallık’ta ise durum yatışmış gibi. Birleşik Krallık 12 Aralık’ta seçime gidiyor. Bu seçim Brexit durumuna da açıklık getirecek. Brexit’in “nasıl” gerçekleşeceği, hatta gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bile 12 Aralık seçiminden sonra açıklık kazanacak gibi görünüyor.
Yapılan referanduma ve aradan geçen 3 sene kadar bir süreye rağmen Birleşik Krallık Brexit’i gerçekleştiremeyerek Dünya’da büyük bir şaşkınlığa sebep olmuş durumda. Brexit’in şimdiye kadar gerçekleşmemesinin sebebi Parlamentonun bu konuda çok bölünmüş olması. Birleşik Krallık sadece Brexit konusunda değil, Brexit’in nasıl gerçekleştirileceği konusunda da anlaşamıyor.
Şimdi 12 Aralık seçiminden sonra ortaya çıkacak Parlamentonun Brexit konusunda son sözü söyleyeceği ve nihayet Birleşik Krallığın Brexit düğümünü
çözeceği ümit ediliyor. Tabii Theresa May’ın 2017 yılı Haziran ayında aynı düşünce ile seçime gittiğini, ancak ortaya çıkan durumun Brexit çıkmazını daha da katılaştırdığını hatırlayanlar durumdan o kadar da ümitvar değiller.
Dünya’da yayılan gösterilere baktığımızda, bütün bu sorunlu ülkeler arasında Türkiye’den en fazla ilgi çeken ikisinin Lübnan ve Irak olduğuna şüphe yok. Bu iki ülkede meydana gelen gelişmelerin sonuçta Türkiye’ye yansımalarının ve etkilerinin olacağı düşünülüyor. Lübnan’ın geçmişte yaşadığı iç savaş sırasında terör örgütlerinin bir merkezi durumuna geldiği ve Lübnan’dan kaynaklanan istikrarsızlığın bölgemizi olumsuz bir şekilde etkilediği hala hatırlarda.
Ermeni lobisi çok uzun bir zamandır ABD Kongresi’nden 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanıyan bir karar geçirtmeye çalışıyordu. Geçen hafta 29 Ekim’de, Türkiye’nin Cumhuriyetin 96. kuruluş yıldönümünü kutladığı gün, bunda “başarılı” oldular ve Temsilciler Meclisi’nden “Ermeni Soykırımı Konusunda ABD’nin Tutumunu Teyit” başlıklı karar karar tasarısı 405 oya karşı 11 oyla geçti.
Esasında bu karar bir “yasa” hükmünde değil. ABD Temsilciler Meclisi’nin bir konuda ne düşündüğünü gösteriyor ve bağlayıcılığı yok. Temsilciler Meclisi kararı (House Resolution) olduğu için Temsilciler Meclisi’nde kabul edilen bu kararın Senato’ya gitmesi ve orada da kabul edilirse ABD Başkanının masasına onay için gönderilmesi söz konusu değil. Senato’ya Temsilciler Meclisinde kabul edilen bu kararın tam bir benzerinin daha önce sunulmuş olması durumu değiştirmiyor. Senato’nun bu karar tasarısını görüşüp görüşmeyeceği Senato Çoğunluk Lideri Mitch McConell’e bağlı gözüküyor.
Eğer bu karar tasarısı da Senato Genel Kurulu’na getirilirse geçme ve 1915 olaylarının bu kez de Senato tarafından “soykırım” olarak kabul edilmesi çok yüksek bir ihtimal. Bu durumda da Senato tarafından kabul edilen “kararın” onay için Başkan’ın önüne gitmesi gerekmiyor ve bağlayıcılığı yok. Bu karar da bir konuda sadece ABD Senatosu’nun görüşlerini yansıtacak.
ABD Temsilciler Meclisi’nin 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanıyan bir karar kabul etmesi, bağlayıcılığı olmasa da, önemsiz kabul edilebilecek, hafife alınabilecek bir durum değil. Bu kararın Türkiye’nin Vaşington’da milli gününü kutladığı bir günde ve çok büyük bir çoğunlukla kabul edilmesi Kongre’nin Temsilciler Meclisi kanadındaki Türkiye karşıtlığını açıkça ortaya koyuyor. Aynı gün Temsilciler Meclisi’nin Türkiye’ye yaptırımlar öneren bir yasa önerisini de kabul etmesi bu durumun ağırlığını gösteriyor.
Esasen Nancy Pelosi’nin Temsilciler Meclisi Başkanlığına tekrar gelmesinden sonra Ermeni “karar tasarısının” kabul edileceği beklentisinin arttığını da söylemek gerekiyor. Demokrat Parti Kaliforniya milletvekili olan Nancy Pelosi’nin ABD Ermeni lobisi ile yakın ilişkileri çok iyi biliniyor. Pelosi’nin, geçmişte Ermeni karar tasarılarını Temsilciler Meclisi’nde kabul ettirme gayretleri ve takındığı Türkiye karşıtlığı da çok iyi hatırlanıyor.
Doğal olarak gözler şimdi Senato üzerine çevrilmiş durumda ve Senato’daki Ermeni “Soykırım” karar tasarısının ele alınıp alınmayacağı ve karar tasarısının geçip geçmeyeceği izleniyor. Konu hakkında bundan sonraki önemli gelişme de ABD Başkanı’nın her yıl “geleneksel” olarak 24 Nisan için yayınladığı “bildiride” soykırım kelimesini kullanıp kullanmayacağı.
Bu durum ABD yürütme organının (Beyaz Saray’ın) ABD Temsilciler Meclisi’nin 1915 olayları ile ilgili “görüşüne” uyup uymayacağını ve (bağlayıcı olmayan) bu “soykırım” tanımını kabul edip etmediğini de göstereceği için önemli. Başkanların bugüne kadar yayınladıkları bildirilerde “soykırım” kelimesini kullanmadıkları; 1915 olaylarını tanımlamak için kullandıkları Ermenice “Büyük Felaket” ( Meds Yeghern) kelimesinin de Ermenileri tatmin etmediği biliniyor.
Bu çerçevede, ABD Kongresinin bir kanadını oluşturan Temsilciler Meclisi’nden Ermeni “soykırım” kararının geçirilmesi ABD’nin Ermenilerin 1915 olaylarını bir “soykırım” olarak tanıdığı anlamına gelmiyor. Şimdi Kongre’nin (yasamanın) diğer kanadı Senato’nun ve ABD Yönetiminin (yürütmenin) ne yapacağı merakla bekleniyor.
Bağdadi’nin öldürülmesiyle DEAŞ’ın ağır bir yara aldığı muhakkak. DEAŞ zaten Suriye ve Irak’ta elinde bulundurduğu tüm toprakları kaybetmiş, liderleri de kaçmak ve saklanmak zorunda kalmışlardı. Irak vatandaşı olan Bağdadi’nin saklandığı İdlib bölgesindeki Barişa kasabasında bulunması ve öldürülmesi de DEAŞ’ın Suriye ve Irak’taki etkisini önemli ölçüde kaybettiğini gösteriyor.
El Kaide lideri Bin Ladin’in 2011 yılı Mayıs ayında yine ABD’nin askeri bir operasyonu sonucu öldürülmesinden sonraki gelişmeler bize benzer çağdışı terör örgütlerinin liderlerinin öldürülmesinin yetmediğini gösteriyor. El Kaide hala Libya, Somali ve Afganistan gibi devlet otoritesinin kaybolduğu yerlerde etkili olabiliyor.
DEAŞ’ın El Kaide’nin Irak kolu olarak çıkması, daha sonra El Kaide ile bağlarını kopararak ayrı bir terör örgütü olarak çalışması da, Dünya’nın bazı bölgelerinde şartlar uygun olduğu takdirde, benzer çağdışı örgütlerle karşılaşabileceğimizi gösteriyor. Dünya’da uluslararası terörizmle mücadele konusunda ortak bir tutum, işbirliği ve anlayış olmaması da terör örgütlerinin işine yarıyor; El Kaide ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin ortaya çıkışıyla ilgili “komplo” teorilerinin yayılmasını körüklüyor.
ABD Başkanı Trump’ın bir film gibi seyrettim dediği Bağdadi’ye yönelik askeri operasyonla ilgili fotoğraflar bize Başkan Obama zamanında Bin Ladin’e yönelik askeri operasyonu ABD üst düzey yönetiminin Beyaz Saray’da izlemelerini gösteren fotoğrafları hatırlatıyor. Bağdadi’nin öldürüldüğü askeri operasyonun azil sürecinde köşeye sıkıştırılmaya çalışılan, ABD’nin çok kutuplaştığı bir ortamda 2020 Başkanlık seçimlerini kazanmak isteyen Başkan Trump’a iç politikada önemli bir avantaj sağladığı işaret edilen diğer bir husus.
Başkan Trump’a Suriye’den çekilmek istemesinden dolayı ağır eleştiriler yönelten ve Başkan Trump’ın DEAŞ ile mücadeleye zarar verdiğini savunan çevrelerin DEAŞ elebaşısı Bağdadi’nin öldürülmesi ile biten operasyondan bir ölçüde şaşkınlığa uğradıkları izleniyor. Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Trump Yönetimi’ni operasyon hakkında kendilerinden önce Rusya’ya haber vermekle bile suçlaması Trump karşıtlarının içine düştükleri durumu açık bir şekilde gözler önüne seriyor.
Vaşington’da ABD’nin PYD/YPG ile işbirliği içinde Suriye’de kalmasını savunan cephenin, Suriye’de son iki üç haftadan bu yana meydana gelen gelişmeleri de dikkate almadan, Bağdadi operasyonunu PYD/YPG’nin meşrulaşması yönünde kullanmaya kalkıştıkları izlenmektedir.
Başkan Trump’ın Bağdadi operasyonunu açıkladığı konuşmasında Türkiye’ye teşekkür etmesine ve iki ülke askeri ve istihbarat makamları arasında operasyon sırasında iletişim ve yardımlaşma yapıldığının çok açık olmasına rağmen Vaşington’daki PYD/YPG lobisinin, bazı Trump karşıtı basın-yayın organları yoluyla, bir süreden beri başlattıkları Türkiye aleyhtarı kampanyayı sürdürmeleri gerçekten çok ilginçtir. Bu lobinin Suriye’deki (bu ülkenin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini hedef alan) planlarının bozulmasından büyük rahatsızlık duyduğu ve sahada ortaya çıkan yeni durumu kabul etmekte zorlandığı anlaşılmaktadır.
ABD’de konu ile ilgili tartışmalar Suriye, Orta Doğu gibi konularda bilgi ve ilgisi az olan Amerikan halkının anlayacağı bir dille yapılmakta; Amerikan askerlerinin ülkelerine geri döndürülmesi, Hıristiyanları öldüren DEAŞ ile mücadele ve petrol kaynaklarının kontrolü ve petrol gelirlerinin elde tutulması argümanları ön plana çıkartılmaktadır.
Batı yönetimleri ve basın-yayın organlarının PKK terör örgütünün Suriye kolu olan PYD/YPG’ye verdiği desteğin tam bir Türkiye karşıtlığı ve terör örgütü destekleyiciliği haline dönüşmesinin Türkiye’yi hemen hemen bir bütün halinde karşı harekete geçirdiği izleniyor.
ABD ve Rusya’nın Türkiye’de kırmızı bültenle aranan PKK’lı bir teröriste siyasi bir figür, askeri önemli bir şahsiyet muamelesi yapmasının Türkiye’de doğurduğu tepki çok haklı nedenlere dayanıyor. Ancak bu konu da esasen ABD’nin 2014’den bu yana Suriye’de uygulamaya başladığı ve bütün uyarılara rağmen ısrarla sürdürdüğü yanlış ve tehlikeli politikaların sadece bir parçası ve sonucu.
Esasında Türkiye ile ABD’nin Suriye’de yollarının ayrılmasının başlangıcı Vaşington’un ,DEAŞ terör örgütü ile mücadele etmek bahanesiyle, PKK’nın Suriye koluyla başlattığı yakın ilişkilere ve PYD/YPG’ye verdiği açık desteğe dayanıyor. Vaşington’un PYD/YPG’yi Suriye Kürtlerinin temsilcisi olarak Cenevre Sürecinin içine sokma gayretleri, daha sonra PYD/YPG’ye sağladığı milyonlarca dolarlık silah desteği hep bu yanlış politikanın bir parçası olarak gelişiyor.
Vaşington esasen çok uzun bir zamandan beri Türkiye’den gelen “bir terör örgütü ile mücadelenin başka bir terör örgütü ile yapılamayacağı” eleştirilerine kulaklarını zaten kapamış vaziyette. Obama Yönetimi döneminden beri 70 yıllık müttefiki olan bir ülkenin çıkarlarını doğrudan hedef alan bir terör örgütünün Suriye uzantısını açıkça destekliyor ve o örgütü “yerel ortağı” hatta “müttefiki” olarak gördüğünü açıklıyor.
Bugün Türkiye ile ABD’nin Suriye’de karşı karşıya kalmalarının esas müsebbipleri ABD’nin Suriye stratejisini, PKK olduğunu çok iyi bilmelerine rağmen, PYD/YPG ile işbirliği üzerine oturtanlardır. Vaşington, 2014 yılından itibaren Suriye stratejisini PKK üzerine oturtarak, adım adım Doğu Suriye’deki mevcut tablonun ve Türkiye’nin bu tabloya olan reaksiyonunun ortaya çıkartılması yönünde hareket etmiştir.
Türkiye’nin, Vaşington’un bugün artık açık bir şekilde Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini hedef aldığı ortaya çıkan politikalarına itirazları ise oyalama taktikleri, kozmetik bazı değişikliklerle karşılanmak istenmiştir. PYD/YPG‘ye verilen desteğin dönemsel olduğu ve DEAŞ ile mücadele ile sınırlı olduğu yönündeki söylemlerin de gerçek olmadığının ortaya çıkışı Ankara’da ABD’nin Suriye politikasına olan tepkiyi arttırmıştır.
ABD’nin Münbiç Mutabakatı gibi Türkiye’ye verdiği sözleri uygulamaması da sonuçta Ankara’nın Vaşington’a güvenini törpülemiş, DEAŞ’ın ortadan kalkması süreci içinde Vaşington’un PYD/YPG’e sağladığı desteğin artarak sürmesi Ankara’da Doğu Suriye’de ne yapılmak istendiği yönündeki şüpheleri büyütmüştür.
Trump’ın iktidara gelmesinden sonra Vaşington’da Suriye politikası konusunda görüş ayrılıklarının çok daha derinleştiği görülmüş; Trump’ın DEAŞ’la mücadele kisvesi altında, Irak ve Suriye’de yeni siyasi oluşumlar peşinde koşan kesimlere destek vermek istemediği ortaya çıkmaya başlamıştır. Başkan Trump’ın, Avrupalı bazı başkentler tarafından da daha bilinçli bir şekilde desteklenen Suriye’deki yeni siyasi projelerin uygulamaya konulmasının ABD için kaynak ziyanına yol açacağını düşündüğü anlaşılmaktadır.