Türkiye’nin başlangıçtan itibaren amacı sınırının güvenliğini sağlamak, PKK’nın Türkiye-Suriye sınırdaki varlığını ortan kaldırmaktı. Bunu sağladığı anlaşılan Türkiye-Rusya “mutabakat metni” aynı zamanda Ankara ile Moskova arasında Suriye’deki işbirliğini de yeni bir düzeye taşımış gibi görülüyor.
Barış Pınarı Harekatı ile başlayan gelişmeler Türkiye’nin sınırının hemen güneyinde bir PKK siyasi oluşumunu engellemiştir. Soçi “mutabakat metni” ile Ankara’nın Tel Rıfat ve Münbiç’teki (Fırat’ın Batısındaki) PKK varlığının temizlenmesi konusunda Rusya’nın işbirliğini sağladığı da izlenmektedir.
Barış Pınarı Harekatı ile başlayan gelişmeler, ABD’nin Doğu Suriye’den büyük ölçüde çekilmesi, ABD Başkan Yardımcısı Pence’in Ankara ziyareti sırasında varılan mutabakat, Soçi mutabakatı Suriye’deki dengeleri büyük ölçüde değiştirmektedir. ABD’nin çekilme kararı, Barış Pınarı Harekatı ve Soçi Mutabakatı ile PKK’nın Suriye kolu olan PYD/YPG’nin Doğu Suriye’deki pozisyonu temellerinden sarsılmıştır.
Suriye sorununun siyasi çözümü için Anayasa Komitesi çalışmaları büyük bir önem taşımaktadır. Suriye Anayasa Komitesi nihayet bu ayın sonunda Cenevre’de çalışmalarına başlayacaktır. Suriye’nin, 8 senedir devam eden savaştan sonra, toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini sağlaması dahil sorunlarını çözmesi Anayasa Komitesi’nin başarısına ve Suriye’de gerekli siyasi reformların yapılmasını sağlayacak bir anayasa ortaya çıkartmasına bağlanmaktadır.
Anayasa Komitesinin başarısı ise Suriye’de etkin olan dış güçlerin Komite çalışmalarını desteklemesine bağlıdır. Bu dış güçler arasında Rusya ve Türkiye başta gelmekte; iki ülke Soçi mutabakatında bu hususa da atıf yapmaktadır. Rusya ve Türkiye’nin desteği olmadan Anayasa Komitesinin başarılı olması ve Suriye’de genel siyasi çözüm imkansız görünmektedir.
Rusya’nın pozisyonu Suriye’de 2015’ten bu yana çok güçlenmiştir. Türkiye’nin, Obama Yönetiminden bu yana ABD’nin yaptığı vahim hatalar sebebiyle, güneyindeki (Suriye’deki) gerçek komşusunun artık Rusya olduğu yönünde ileri
sürülen görüşlerde büyük haklılık payı bulunmaktadır. Bu da kaçınılmaz olarak Türkiye’nin Rusya tarafından desteklenen Şam rejimi ile ilişkilerini gündeme getirmektedir.
Ankara’nın Şam rejimiyle ilişkileri oldukça karmaşık ve çok yanı bulunan bir konudur. Rusya’nın sürekli 1998 Adana Mutabakatından söz etmesinin arka planında Ankara ile Şam rejimi arasındaki temasların yaygınlaştırılması isteğinin bulunduğu açıktır. ABD ve Avrupa ülkelerinin Türkiye’yi tamamen karşılarına alan ve aşırıya kaçan tutumları ve Suriye’nin toprak bütünlüğü ve siyasi birliğini doğrudan hedef alan PKK ile işbirliği politikaları karşısında, bu konunun tüm yanları ile Türkiye’de (daha sonraki bir yazımda ele alacağım gibi) tartışılması kaçınılmaz bir durum haline gelmiştir.
Türkiye Barış Pınarı Harekatına ABD ile Güvenli Bölge oluşturulması için yürütülen müzakerelerin sonuç vermemesi üzerine Tel Abyad ile Rasulayn bölgesinde askeri bir operasyona başlamıştı. Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlama konusundaki kararlılığı göstermesi üzerine Trump Yönetimi Türkiye’ye üst düzey bir heyet göndermeye karar verdi.
Geçen hafta Ankara’ya gelen heyette ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, Dışişleri Bakanı Pompeo, Beyaz Saray Milli Güvenlik Danışmanı O’Brien ve ABD’nin DEAŞ ile Mücadele ve Suriye Özel Temsilcisi Jeffrey bulunuyordu. O’Brien ve Jeffrey Türkiye’ye bir gün önce geldiler ve Ankara’da yoğun müzakereler gerçekleşti.
Sonuçta ortak bir metin üzerinde anlaşıldı ve PYD/YPG’nin Türkiye sınırından Suriye’nin içine doğru, ağır silahlarını ABD’ye teslim ederek, 32 km çekilmesi üzerinde mutabakat sağlandı. PYD/YPG’nin bu çekilmeyi sağlaması ABD’nin sorumluluğundadır.
Türk güçleri Barış Pınarı Harekatı sırasında PYD/YPG’den temizlediği Tel Abyad ve Resulayn şehir merkezlerinin de içinde bulunduğu 1300 km2 kadar bir alanda kalmaya devam etmektedir. Türk yetkililer çok açık bir şekilde 13 maddelik metin uygulanmadığı takdirde Barış Pınarı Harekatına tekrar başlanacağını vurgulamaya özen göstermektedir.
Türkiye ile ABD arasında varılan mutabakatta Barış Pınarı Harekatına 120 saat (5 gün) ara verilmiştir. Bu beş günlük süre bugün akşam sona ermektedir. Mutabakata göre Salı akşam saatlerine kadar PYD/YPG’nin Fırat Nehrinden Irak sınırına kadar sınır bölgesinde Türkiye-Suriye sınırının 32 km güneyine çekilmemesi halinde Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatını başlatma hakkı bulunmaktadır.
Türkiye’nin üst düzey ABD heyeti ile varılan mutabakat uyarınca, PYD/YPG’nin Türkiye’nin kurmak konusunda kararlı olduğunu gösterdiği Güvenli Bölge’den çekilmesini sağlamak için, Barış Pınarı Harekatına ara vermesi diplomasiye hız kazandırmıştır. Unutulmaması gereken husus zaten Ankara’nın ilk önceliğinin, Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayacak bir Güvenli Bölge’yi görüşmeler yoluyla
kurmak olduğudur. ABD ile Ankara’da geçen hafta varılan mutabakat bunun yolunu açmıştır.
Doğal olarak Vaşington’un Suriye’de Ankara’ya verdiği sözleri yerine getirmeme gibi bir geçmişinin olması yine Güvenli Bölge’nin bu kez de görüşmeler yoluyla kurulup kurulamayacağı konusunda şüpheleri arttırmaktadır. Ancak bunu görmek için çok beklemeye de gerek bulunmamakta; varılan mutabakat gereği Türkiye’nin askeri operasyonu durdurma konusunda tanıdığı müddet bugün akşam saatlerinde sona ermektedir.
Türk Ordusu ve Milli Suriye Ordusunun (eski adıyla Özgür Suriye Ordusu) yer yer sınırın 30-35 km güneyinden geçen M-4 kara yoluna kadar indiği; Türkiye’nin harekatın amacı olduğunu açıkladığı hedeflerin bir bölümünü şimdiden gerçekleştirildiği görülüyor.
ABD’nin Doğu Suriye’nin kuzeyindeki bin askerini daha güneye çekme kararının Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatını yürütmesini kolaylaştırdığı ortada. ABD askerlerinin bölgede olmasının ve AB üyesi ülkelerin kendilerine verdiği desteğin Barış Pınarı Harekatını durduramayacağını anlayan PYD/YPG’nin yeni “oyun” ve “tahriklere” giriştiği anlaşılıyor.
ABD’den ümidini kesen terör örgütünün şimdi bir kez daha Rusya ve Şam rejimine döndüğü ve Şam rejimini bölgeye davet ettiği haberleri basında yer alıyor. Zaten az sayıda rejim askeri Kamışlı ve Haseke’de bulunuyor. ABD askerleri hala Fırat Nehri ile Türk harekat bölgesi arasında bulunduğundan Şam rejimi askerlerinin Fırat Nehri’nin kuzeyine geçmesi ihtimali şimdilik zayıf. ABD askerlerinin Ayn İsa’dan çekildiği yönünde verilen haberlerin doğru olmadığı, ABD’nin Türkiye’nin Ayn Al Arab’a (Kobani) girmesini önlemeye çalıştığı ifade ediliyor.
Burada Fırat’ın batısındaki Münbiç önem kazanıyor. ABD’nin Münbiç’ten çekilmesinden sonra şehre Rus askerlerinin girdiği yönündeki haberler Suriye’de gelişmelerin ne kadar hızlı geliştiğini gösteriyor. Münbiç ve Ayn al-Arab’daki gelişmelerin Türkiye-ABD-Rusya-Şam rejimi arasında sahada yeni dengeler ve durumlar ortaya çıkartabileceği anlaşılıyor.
Barış Pınarı Harekatı’yla ilgili gelişmeler çok çabuk bir şekilde meydana gelirken, Batı ülkelerinde Türkiye karşıtı propagandalara da hız verildiği, Türkiye’yi harekatı durdurmaya “ikna etme” çalışmalarına girişildiği izleniyor. Batı ülkelerinde belirli kesimler PYD/YPG’yi korumak ve Suriye’deki kısa, orta ve uzun dönemli plan ve projelerini (bir şekilde ve bir ölçüde) kurtarmak için büyük bir çaba içine girmiş görünüyor.
Batı ülkelerinde Barış Pınarı Harekatı’na karşı kullanılan 3 temel argümandan birisi askeri operasyonun DEAŞ ile mücadeleyi zayıflatacağı ve DEAŞ’ın tekrar güç kazanabileceği. Diğer 2 argüman gerçeklerden daha da kopuk. Barış Pınarı Harekatı’nın bölgede yeni göç hareketlerine sebebiyet vereceği ve insani sorunlar yaratacağı iddiası ortaya çıkartılıyor. Üçüncü olarak DEAŞ ile mücadeleyi yürüten PYD/YPG’nin şimdi ortada bırakılmasının Batı’nın “güvenilirliğini” sarstığı savunuluyor.
Bu argümanlar ısrarla savunulur ve Türkiye karşıtı yoğun bir kampanyaya malzeme yapılırken Türkiye-Batı ilişkilerinin tarihi, Türkiye’nin Batı savunması için önemi, PYD/YPG’nin NATO üyesi bir ülkeyi hedef alan acımasız bir terör örgütünün Suriye uzantısı olduğu, Suriye’de iç savaş başladığından beri meydana gelen tüm gelişmeler kesinlikle dikkate alınmıyor. Obama Yönetiminin DEAŞ ile mücadele de yanlış hareket ettiği, yanlış seçimler yaptığı gerçeğinin üzeri de kapatılmaya çalışılıyor.
Ortaya çıkan tablo Türkiye’de Batı Dünyasındaki bazı kesimlerin DEAŞ tehlikesini kullanarak Suriye’de oldubittilere gittikleri ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini hedef aldıkları, Orta Doğu’da sınırları ve bölge haritasını değiştirme amaçlarının gerçek olduğu yönünde. Bu kesimlerin yanlış ve kasıtlı bir şekilde hareket ettikleri, kızgınlık ve tepkilerinin bilgisizlikten değil, sahneye koydukları oyun ve projelerin Barış Pınarı Harekatı’yla bozulması temelinde oluştuğu inancı artık Türkiye’de yerleşmiş gibi.
Türkiye’nin karadaki askeri harekatı Türkiye-Suriye sınırının 120 km kadarlık bir bölgesinde devam ediyor. Türkiye PYD/YPG’nin Suruç ve Nuseybin şehirlerimize yaptığı saldırılara da anında cevap veriyor. Roketler, havan topları ve makinalı tüfeklerle sürdürülen çatışmalar esasında Fırat Nehrinden Irak’a kadar PYD/YPG’nin kontrolündeki uzunluğu 550 km kadar sınırın hemen her bölgesine yayılmış durumda.
PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD/YPG sınırın hemen yanındaki şehirlerimize roket ve havan mermileriyle saldırıyor, sivil halktan kayıplara neden oluyor, Türkiye’deki tepkiyi arttırıyor. Bu durum bile Türkiye’nin Güvenli Bölge kurmaktaki ısrarının ne kadar haklı olduğunu gözler önüne seriyor; sınırının hemen karşı tarafında bir terör örgütünün yerleşmesine izin vermek istememesinin sebeplerini çok açık şekilde gösteriyor.
Türkiye, sınırın 120 km kadarlık bir bölgesinde Tel Abyad-Resulayn arasında 30 ila 35 km kadar derinlikte Güvenli Bölge kurmak üzere başlattığı askeri harekatı daha sonra Fırat Nehrinden Irak sınırına kadar çok daha geniş bir bölgeyi kapsayacak şekilde genişletti. Türkiye’nin sınır güvenliği ihtiyaçlarının ancak bu şekilde karşılanacağı açıktır.
Ankara’nın sınır ötesi askeri harekatına devam ederken, Türkiye’nin bir yandan da, çoğu NATO içinde müttefiki olan bazı ülkelerin uluslararası alanda Türkiye aleyhine başlattıkları kampanyalarla ve konunun diplomasi tarafıyla uğraşmak zorunda bırakılmasının Türk kamuoyunda haklı bir tepkiye sebep olduğu da görülüyor.
Suriye sorunuyla başından beri çok da ilgilenmeyen, Suriye konusuna sadece sığınmacılar meselesi açısından baktığı izlenimi veren Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin askeri operasyonunu “kınamakta” ve Türkiye’yi askeri operasyonu durdurmaya çağırmakta gösterdiği “aceleciliğin” Türkiye’de Avrupa ülkelerine olan tepkiyi arttırdığını görmemek zor.
AB ülkelerinin burada da durmayıp Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni “acil” toplantıya çağırması Türk kamuoyunda haklı olarak bu ülkelerin PYD/YPG’yi koruma içgüdüsü olarak değerlendirildi. Güvenlik Konseyindeki AB ülkeleri (daimi üye olarak Fransa ve İngiltere, geçici üyeler olarak da Almanya, Polonya ve Belçika) geçen hafta BM Güvenlik Konseyi’nin acil olarak toplanmasını sağladılar ve BM yoluyla Türkiye’nin Suriye’deki askeri harekatını durdurmaya çalıştılar.
Güvenlik Konseyi’nin 15 üyesi var. Şu anda bunlardan 5’inin AB üyesi olması bile 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası düzenin ne kadar haksız ve Dünya’daki mevcut dengeleri yansıtmaktan uzak olduğunu gösteriyor. Buna rağmen başını (AB’ni yönlendiren iki ülke) Fransa ile Almanya’nın çektiği bu 5 ülkenin BM’yi Suriye’deki gelişmelere “karıştırma” girişiminin tam bir “başarısızlıkla” sonuçlanması ise konunun oldukça ilginç yanı.
Bu 5 ülke BM Güvenlik Konseyi’ne bir karar tasarısı sunamadıkları gibi, Konseyin konu hakkında “ortak” bir açıklama yapmasını bile sağlayamadılar. Eğer Konsey bu konuda bir karar tasarısı kabul etseydi, bu karar tasarısı bağlayıcı olacak ve Türkiye’yi oldukça güç bir duruma sokabilecekti.
Bu gerçekleşmedi. Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın yaptıkları bir telefon görüşmesinde, Trump Doğu Suriye’de Türkiye-Suriye sınırı boyunca bir Güvenli Bölge kurulmasını önerdi. Türkiye’de bunun üzerine askeri operasyonu erteledi ve ABD ile bu Güvenli Bölgeyi kurmak üzere görüşmelere başladı.
Ancak bu amaçla yürütülen Türkiye-ABD görüşmeleri istenilen sonucu vermedi. Her ne kadar görüşmelerde Türkiye-Suriye sınırı boyunca ortak Türkiye-Suriye hava ve kara devriye faaliyetlerinin başlatılması gibi bazı adımlar atıldıysa da bu Türkiye’nin (güvenlik) ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı. Türk yetkililer Ankara’nın bu adımları “kozmatik” olarak gördüğünü açıkladılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başkan Trump’ın telefon konuşmasında, Trump kurulacak Güvenli Bölge’nin derinliği için 20 mili (32 km) seslendirmişti. Her şeyden önce görüşmeler sırasında ABD tarafı bu deriliği kabul etmeyen bir tutum sergiledi.
Kurulması öngörülen Güvenli Bölge’den PYD/YPG güçlerinin tamamen çekilmesi ve bu bölgenin kontrolünün Türkiye’de olması gibi Ankara’nın istediği hususlarda da ABD tarafının olumlu bir tutum takınmayacağı ortaya çıkmaya başladı. Güvenli Bölge kurulması konusundaki görüşmeler ve atılan adımlar çok yavaştı ve Ankara’nın tedirginliğinin arttığı izlenmekteydi.
Ankara esasen Güvenli Bölge kurulması konusundaki görüşmelerin uzamasını ve Türkiye’nin Doğu Suriye’de yapacağı askeri bir operasyonun engellenmesi için kullanılmasını istemediğini başlangıçtan itibaren ortaya koymuştu. Geçmişte Vaşington, Ankara’ya Suriye konusuyla ilgili birçok sözler vermiş, ancak bu sözler hatta varılan mutabakatlar (Münbiç Mutabakatı dahil) uygulanmamıştı.
Ankara bu oyalama ve geciktirme taktiklerinin şimdi Güvenli Bölge için uygulanmasına ve Türkiye’nin sınırıyla ilgili güvenlik ihtiyaçlarının karşılanmasının engellenmesine izin vermeyeceğini; tek taraflı askeri operasyon seçeneğinin masada olduğunu başından itibaren açıklamaya özen göstermişti.
Nitekim geçen hafta içinde Türk yetkililerin arka arkaya yaptıkları açıklamalar Güvenli Bölge kurulması yönündeki Türkiye-ABD ortak çalışmalarının iyi gitmediğini, ABD’nin Güvenli Bölge ile ilgili Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamadığını ortaya çıkarttı. Türkiye’nin Doğu Suriye’de tek yanlı bir askeri operasyonun kısa bir süre içinde başlayacağı beklentisi tekrar ortaya çıktı.
Türkiye Güvenli Bölge kurulmasını kendi ihtiyaçları için istemekteydi. Ankara ilk önce Fırat Nehrinden Irak sınırına kadar Türkiye-Suriye sınırının güvenliğini sağlamayı amaçlıyordu. Ankara’ya göre Güvenli Bölge’nin kurulması sığınmacılar sorununun (en azından kısmı) çözümü için de bir fırsat olarak kullanılmalıydı. Türkiye, Eylül ayında kurulması planlanan bu güvenli bölgeye 1 milyon Suriyeli sığınmacının yerleştirilmesi yönünde oldukça ayrıntılı bir planı da açıkladı.
Suriye’deki durum Türk dış politikası bakımından en önemli sorun olmayı sürdürüyor. Suriye’de meydana gelen gelişmeler Türkiye’yi bir yandan sınır güvenliği bakımından etkiliyor, Ankara İdlib’de ve Doğu Suriye’deki gelişmeleri kendi güvenliği açısından değerlendirmek ve gerekli gördüğü tedbirleri almak durumunda kalıyor.
Bağımsızlığını kazandığı 1947 yılından bu yana Suriye’de olanlar Türkiye açısından hiçbir zaman bir komşu ülkede olan “iç gelişmeler” olarak kalmadı, kalamadı. Türkiye-Suriye ilişkilerinin geçmişine de baktığımızda durum böyle. Ancak 2011 yılında Arap Baharı Suriye’yi etkilemeye başladığında Türkiye’nin gelişmelere dışardan bakma “lüksü” tamamen ortadan kalktı.
Her şeyden önce Suriye’deki yönetimin Arap Baharı’nın Suriye’ye olan etkileri karşısında siyasi ve ekonomik reformlara gitmek konusunda gösterdiği başarısızlık ve değişim isteyen kendi halkına karşı sınırsız bir şiddete başvurması Suriye’den ülke dışına büyük bir göç hareketini tetikledi.
Bugün ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin sayısı 7 milyona kadar vardı. Suriye’deki savaşın ortaya çıkarttığı sığınmacı krizi Suriye’nin tüm komşularını etkiledi. Türkiye, Lübnan ve Ürdün’de kalabalık Suriyeli sığınmacı grupları oluştu. Suriyeli sığınmacıların sayısı, küçük birer ülke sayılan, Lübnan’da 1,2 milyona, Ürdün’de ise 800 bine kadar yükseldi.
Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı ise zaman içinde büyüdü, 5 milyona kadar ulaştı. Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden sığınmacı sayısı 1,5 milyon civarında. Türkiye’de yaşamlarını sürdüren Suriyelilerin sayısı ise bugün 3,6 milyon kadar. Suriyeliler artık sınır boylarında değil, büyük şehirlerde. İstanbul’da yarım milyon Suriyeli yaşıyor.
Suriye savaşının başından beri Türkiye’ye gelen Suriyeli sayısı, daha sonra Avrupa’ya gidenleri de sayarsak, 5 milyon ve bu rakam birçok Avrupa ülkesinin nüfusundan daha fazla. Türkiye’nin Suriye savaşına ilgisiz kalması sırf bu nedenle bile imkansız. Sırf Suriyeli sığınmacı gerçeği bile Türkiye’nin Suriye sorununu dışardan “izlemesini” imkansız kılıyor.
Bu sebeple 2014 yılında kaleme aldığım (ve Şam’da Büyükelçi olarak görev gördüğüm 5 yıla yakın süre içindeki anılarımı da anlattığım) kitabıma “ İçimizdeki Komşu Suriye” adını vermiştim. Bağımsızlıktan bu yana Suriye’deki siyasi gelişmeleri ve Türkiye-Suriye ilişkilerini anlattığım bu kitabımın adı bile Suriye konusunun Türkiye için artık tamamen bir dış politika sorunu olmaktan çıktığını gösteriyor.
Avrupa ülkelerinin küçük gruplar halindeki Suriyeli sığınmacıları ülkelerine kabul etme konusunda gösterdikleri tutum ve aralarında sürdürdükleri kavga bile kısa bir zamanda Türkiye’nin (daha sonra 1,5 milyonu Türkiye’den ayrılsa da) 5 milyon Suriyeliyi ülkesine kabul etmekle ortaya koyduğu örnek davranışı daha iyi bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bırakın Hutsilerin başkent Sana’dan çıkartılması ve Sana’da Riyad’ın desteklediği Hadi Hükümetinin tekrar yönetime getirilmesi, savaş Suudi Arabistan’a yayılma eğilimine girmiş gibi. İran’a yakın Hutsiler başkent Sana yanında Yemen’in kuzeyini ve Yemen-Suudi Arabistan sınırının büyük bölümünü ellerinde bulundurmaya devam ediyorlar.
Kısa bir süre önce Suudi Arabistan petrol tesislerine insansız hava araçlarıyla (İHA) yapılan saldırıyı Hutsiler üstlenmiş ve Riyad’ı Suudi Arabistan içinde yeni saldırılarda bulunmakla tehdit etmişlerdi. Hutsiler bu hafta başında da Suudi Arabistan’ın Necran bölgesinde yaptıkları kara operasyonunun resimlerini ve ayrıntılarını yayınladılar.
Hutsiler, Suudi Arabistan’ın Necran bölgesinde gerçekleştirdikleri saldırıda Suudi ve koalisyon askerlerinden 500 kadarını öldürdüklerini, 2000 kadarını da esir aldıklarını iddia ettiler; bu askerlerin, imha edilmiş veya ele geçirilmiş zırhlı araçların resimlerini basına verdiler. Öldürülen ve Hutsilerin eline düşen askerlerin büyük çoğunluğunun Suudiler için çarpışan Yemenliler olduğu anlaşılıyor.
Suudi Arabistan bugün Dünya’da en büyük silah alıcısı ülke durumunda bulunuyor; silah alımı için milyarlarca dolar harcıyor. ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez bölgesindeki Arap ülkelerinde binlerce askeri, çok sayıda savaş uçağı, gemisi ve askeri mühimmatı var. ABD’nin bölgeye Patriot hava savunma füzeleri konuşlandırdığı da biliniyor.
Bütün bu askeri varlığa ve hazırlığa rağmen Suudi petrol tesislerine yapılan İHA saldırısının önlenememesi “tartışmalara” ve “eleştirilere” neden oluyor. Hutsilerin daha önce Suudi Arabistan’da havaalanları dahil bir çok hedefe İHA saldırısı düzenlediği, bunların da engellenemediği hatırlarda. Hutsilerin basına verdiği esir koalisyon askerlerini gösteren resimlerin Riyad yönetimi için ciddi bir “mahcubiyet” ve “sıkıntı” kaynağı olacağı da ortada.
Hutsilerin daha önce de Haziran ayında Suudi Arabistan’ın güneyindeki Abha şehri havaalanına iki ve Cizan şehri havaalanına da bir kez İHA saldırıları düzenlediği, kayıplara ve havaalanlarının kısa süre içinde olsa kapanmasına
neden olduğu basında yer alan haberler arasında yer alıyor. Geçmişte Suudi başkenti Riyad üzerinde İHA’ların tespit edildiği ve düşürüldüğü de yine basında yer alan haberler arasında.
Suudi petrol tesislerinin İHA’larla hedef alınması bütün Dünya’yı, petrol arz ve talep dengesini ve petrol fiyatlarını ilgilendiriyor. Eylül ayı içinde iki önemli Suudi petrol tesisinin İHA’larla hedef alınmasından önce de benzeri saldırıların gerçekleştirilmeye çalışıldığı biliniyor. Hutsilerin kısa bir süre önce Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri(BAE) sınırına yakın bir bölge de bir petrol çıkartma platformunu hedef aldıkları haberi de basında çıkmıştı.
Bu sene BM Genel Kurulu 74. olağan oturumunu düzenliyor. 17 Eylül’de (üye ülkelerin genel açılış konuşmalarıyla) başlayan BM Genel Kurul olağan toplantısı Aralık ayı sonuna kadar sürecek ve Aralık ayının son haftasında bitecek.
Genel Kurul açılış oturumlarının bitmesi ülkeler adına yapılan genel konuşmaların da sonuçlanması anlamına geliyor. BM Genel Kurul açılış konuşmalarını yapmak, BM ve ülkelerin kendilerince düzenlenen çeşitli etkinliklere katılmak için New York’a giden devlet ve hükümet başkanları ABD’den ayrıldılar bile.
Her üye ülke BM Genel Kurulu’nda kendisi adına açılış konuşmasını yapacak yetkiliyi kendisi seçiyor. Ülkeler daha görünür olmak, Genel Kurul marjında yapılan çok taraflı ve ikili temasları en üst düzeyde yürütmek için genelde BM Genel Kurul’u açılış oturumlarına devlet ve hükümet başkanları düzeyinde katılıyorlar.
Genel Kurul’a devlet ve hükümet başkanı düzeyinde katılmayan ülkelerin Genel Kurul açılış oturumlarındaki konuşmaları bakan düzeyinde veya BM nezdindeki büyükelçileri tarafından da yapılabiliyor. Bu çerçevede hangi ülkenin BM Genel Kurul’a devlet ve hükümet başkanı düzeyinde katılacağı da merak konusu oluyor, konuşuluyor.
Bu yıl BM Genel Kurulu 74. olağan toplantısına gelmeyen liderler arasında dikkat çekenler arasında Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Çi Jingpin ve Rusya Devlet Başkanı Putin de bulunuyor. Pekin’in, ABD’nin New York’ta Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde (Doğu Türkistan) Çin’in işlemeye devam ettiği insan hakları ihlalleri konusunda bir toplantı düzenlemesinden ve bu toplantıya 30 ülkenin katılmasından rahatsızlık duyduğu da anlaşılıyor.
Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temsil ettiği BM Genel Kurulu 2019 yılı olağan açılış oturumu toplantılarına çok sayıda Dünya liderinin katıldığı izlendi. BM Genel Kurul toplantısı için bu yıl New York’a gelen liderler arasında ABD Başkanı Trump, Fransa Cumhurbaşkanı Macron, İran Cumhurbaşkanı Ruhani, İngiltere Başbakanı Johnson ve Almanya Başbakanı Merkel de yer aldı.
Türkiye’de kamuoyunun dikkati doğal olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma kadar, BM Genel Kurulu marjında katıldığı diğer toplantılar ve yaptığı ikili temaslar üzerindeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Genel Kurul’da yaptığı konuşma, özellikle Filistin sorununa yapılan göndermeler ve çözümsüzlükte İsrail’in uzlaşmaz politikalarının çok açık olarak vurgulanması bakımından ilgi topladı, ulusal ve uluslararası basında yankı buldu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında bu sene de BM’ye eleştiriler yöneltti ve BM Güvenlik Konseyi’nin Dünya barış ve istikrarını korumada yetersiz kaldığını vurguladı. Konuşmada BM Güvenlik Konseyi reform çalışmalarının hızlandırılması ve sonuçlandırılması isteği ve Konsey’in Dünya’daki mevcut güç dengesini yansıtan bir şekilde genişletilmesi talebi çok açıktı.