Ben, tembel olduğum için kin tutamam. İçinde kızgınlık duygusu taşımak hamallıktır. Zaten, bunaklığımın bu balayında kime kızdığımı unuttum.
Ama birkaç kişi var ki kafamın çıplak tepesini attırıyorlar. Örneğin Selahattin Duman, mücessem kalıbıyla hababam pire gibi atlayıp hopluyor. Altın kakmalı 7 yıldızlı Arabistan otellerinde, Rio Karnavalı’nda, Newyork’un 4 sezon Aşevi’nde ve bilumum Avrupa şehirlerinin bilumum dilberlerini seyran edip duruyor. Gidecek yer bulamayınca da Bodrum’a kaçıyor.
Hem kız, hem güzel olmasa Ayşe Arman’ın civciv saçını başını yolmak ne keyifli olurdu. Dünyanın dört bucağında sürtüp duruyor.
Maldiv Adaları’nda lebiderya bir ev almış diye duyumlar alıyorum...
E yıllardır bana yazık değil mi yahu!.. Günah be!..
Yatağın kenarından sessizce yere kaydım. Gece nöbetçisi Arzu Hemşire’nin arkasındaki balkonun altından görünmeden sürünerek geçtim. Koridorun sonunda duran tekerlekli sandalyeye atladım. Marşı bastım, hafifçe gaz verip yola çıktım. Köşeyi dönüp asansörlerden birine bindim, kapı çıkışından da gazladım. Vırrnn!.. Vırrnn!.. Gececiler peşime bir koşu kopardılar ama nafile...
Bulgaristan’ın eski yolları yenilenmiş. Ama yine ceza - haraç arası ayakbastı biraz yuro aldılar. Avrupa Birliği’ne girince kullanmak için yuroları şimdiden biriktiriyorlar herhalde...
Viyana’ya varınca sandalyemi araba parkına bıraktım. Bir koşu KazeŞvarz’a gittim. Gencecik bir piyanist Mozart çalıyordu. Beni görünce yine Mozart’ın Türk Marşı’nı çalmaya başladı. Ben de 5 yuroyu piyanonun üstündeki bardağın içine bıraktım. KazeŞvarz’ın hemen bitişiğinde Viyana Konservatuvarı vardır. Kemancısı, flütçüsü, piyanocusu dersten sonra buraya gelip hem çalar hem ufaktan yollarını bulurlardı.
Sonra Viyana Hukuk Fakültesi’ne uğrayıp arkadaşım Prof. Karl Vayz’la hasret giderdim. Fakültedeki konferansımda biraz takıştık sonra seviştikti. Karl,
‘Sen Türk mizahını bizim mizahımızdan çok üstün buluyorsun. Hatta bizimle dalga geçiyorsun. Çünkü, çok haklısın. Ben hergün aynı yemekleri yerim, aynı tramvaya binip evime aynı saatte giderim. Kaç yaşımda emekli olup kaç para alacağımı şimdiden bilirim.
Bizde elektrikler bile kesilmez. Yaşamımızda şaşırmayı ya da korkmayı bilmeyiz. Oysa, Türkiye’ye dönünce havaalanından evine kaç saatte varacağını bilemezsin. Hatta öldürüleceğini bile bilemezsin... Heyecan, korku, ikilem olunca mizah da gelişir.’
Konferanstan sonra Karl’ı bir bara götürdüm. Her kadehten sonra saatine bakıyordu.
‘Barın arkasında seni bulunca çok sevindim Con. Geçen gelişimde sarı, sıska ve küpeli bir oğlan barmenlik yapıyordu. İştahımı kapattığı için sadece 4 duble viski içebilmiştim. Sen emekli olmamış mıydın?’
‘Senin Londra’ya uğradığını duydum. İrlanda’daki köyümden kalkıp geldim. O sıska delikanlı seni sırtında taşıyıp taksi durağına kadar götüremez. Zaten 100 kilo olmana ramak kalmış. Skoç mu? Ayriş mi?’
‘İrlanda... 8 duble olsun.’
Con, tezgaha 8 kadehi sıraladı. Önce kadehleri tek tek kokladım. Sonra da işaret parmağımı teker teker kadehlere daldırdım, parmağımı emdim.
‘Kalanları sen iç Con.’
Con benim viskileri tek tek dikmeye başladı. Keyifle,
‘Ay lav yors daktırs!’ dedi.
Savt Kensingtın’da bir evin kapısını çaldım. Kapıyı çalan şişko saçları daraz daraz, göğüsleri göbeğine değen bir hanım açtı.
‘Heloo...’
‘Heloo...’
‘Mis Ceyn Hemiltın’ı görmek istiyorum.’
‘Niye?’
‘Çok eski bir arkadaşımdır. Ceni ev mi değiştirdi yoksa?’
‘Hayır Ceni hala aynı evde oturuyor. Yani Ceni benim. Siz kimsiniz?’
‘Ceni’nin maziden kalma mavi gözlerine bakıp skuiz mi?.. Ceni 30 yaşında filandı.’ deyip baybay dedim. Ama işin en acıklı yanı Ceni de beni tanımadı... Düşünebiliyor musunuz, kınından çıkmış kılıç gibi (Bu deyim Lütfü Akad’ındır.) saçı burnuna düşmüş herifi tanıyamadı. Bence Ceni’nin bir göz doktoruna ihtiyacı var.
Hazır buralara kadar gelmişken Lizbon’a uğrayıp öyle öpek de gideyim dedim. Kaşığımla fış fış kürek çekip Portekiz’e vardım. Amanın bir baktım ki Lizbon halkının yarıdan fazlası Türk milleti... Hani bir iyiliksever fakir halkına pirinç, un torbası ya da fanila filan dağıtıyor da asil milletimiz itiş kakış birbirlerini tepeleyerek öteberiyi kapışıyor ya Lizbon’un durumu da aynı... Allah korusun Türk milleti takımı şampiyonaya katılsa Portekizliler yer bulabilmek için komşu İspanya’da soluğu alırlardı.
Yönetmenimiz Ertuğrul Özkök ve koordinatörümüz Fikret Ercan’ın diplerine takılıp final gecesine gittim.
Ertuğrul Özkök’ün dünyayı zırt pırt dolanmasına hiç bozulmuyorum. Hatta gazetedeki arkadaşlar yokluğunda yeni angarya icat olmadığı için mutlu bile oluyorlar. Özellikle Neyyire...
‘Sence kim şampiyon olacak?’
Fikret, alçaktan gülümseyen bir bakışla,
‘Yoksa, terettüdün mü var? Portekiz kendi ülkesinde oynuyor. Yunanlar buraya kadar ancak kısmetle, tavşan sopaya çarptı... Ama sen futbol cahili olduğun için Portekizliler’in kaç tane yıldız futbolcusu olduğundan haberin yoktur.’
‘Fikret’çiğim anladığım kadarıyla Portekiz yenilecek.’
‘Niye be?’
‘Sen Beşiktaş Yönetim Kurulu üyesi değil misin?’
‘Evet.’
‘Sen Beşiktaş’ı batırdığın gibi Portekiz’i de batırırsın.’
Fikret’in esmer teni daha karardı. Ertuğrul’la yer değiştirdi.
Ben tam
‘Zito Yunanistaan!’ diye böğürürken Arzu Hemşire önce 4 hap yutturup sonra da kaba etimin en hassas yerine mızrak gibi bir iğne sapladı.