Bir insanı, o insan yapan şey, içindeki öze olan sadakati oluyor.
O özle bağlantının kopması an meselesi.
‘Kopyala rahat et’ diyen bir sürü insandan, konu komşu arkadaştan ve bunu haykıran binalardan, kurumlardan, söylemlerden sağlam geçmen gerek, özünü sıcacık tutabilmek için.
Nasıl fiziksel kopyalamalar, ‘bu suratta bir şey, bu surata ait değil ama ne!’ gibi duruyorsa, ruhsal ve zihinsel kopyalar da öyle ait değil duruyor ruhlara.
Birbirlerine ve bir şeye aitler belki ama kendilerine değil. İnsanın kendi elini tutabiliyor olması, insanoğluna verilmiş bir hediye hatta bir mesaj gibi geliyor bana.
Kendinle el ele tutuşabiliyor, kendini selamlayabiliyor, hatta ellerini birbirine sürterek ısı bile çıkartabiliyorsun.
Bu konunun şu an dikkatimi çekmesinin sebebi, etrafta bağlantı kopukluğu yaşayan insanlarla karşılaşmam.
Sabahtan sağ bileğime 5 lastik saç bandı koyuyorum.
Amaç hepsini gün sonu sola alabilmek.
Her sakince tepki verebildiğimde, kibarlığımı, saygımı ve merkezimi tutabildiğimde hop bir bant sola.
“Ne gerek var, hem sen bu kadar kendini kaybeden biri misin” diyebilirsiniz...
Evet, öyleyim.
Özellikle annelikte öyleyim.
Ani çıkışlarım oluyor ya da küçük şeylere büyük tepkiler verebiliyorum.
Yüzde yetmiş galip olmak, büyük hediyedir.
Her şeyi, her zaman, her koşulda ve her halinle yüzde yüz iyi yapamazsın.
Yüzde yüz insanın içinde bir canavardır. Seni kemirir. Ayaklarından ufak ufak kemirir.
Her Nil, yüzde otuz eksik ve defolu gelir.
Anne Nil, eş Nil, müzik yapan Nil, yazan Nil, kız çocuğu Nil, kardeş Nil, yoldaş Nil...
Bardak doludur, boştur... Güne göre, bakışına göre, akışına göre değişir onu bilemem.
Bildiğim şu, sen yüzde otuzu rahat bırak!
Size, hayatta beni ferahlatan düşünceleri yazmayı en başından beri borç bildim.
Kaygılar, korkular, kuruntular hep K’yla başlar.
Ardından yürür ve sürekli sana bir şey fısıldarlar.
Nereye gitsen fare gibi peşindedirler ve yoktur susacakları.
Anneni ararsın içinde, saçını okşasın, “Geçecek ben buradayım” desin.
Telaşla çarpan kalbinde, el yordamıyla bir sükûnet taşı ararsın
Lokomotifler geçer yanından, trenlerin ritmi şaşmaz, hayat kırmızıda durmaz.
AAA diye bağırırsın bazen, duyanın da olmaz bazen, bazen değil çoğu zaman.
R
Şöyle hakkıyla düşünmek için, bir koltuk iyi olur.
Sabah gözümü açtığımda genellikle kendimi rüyanın tozundan pasından silkeliyor oluyorum.
“Evde Tek Başına” filmi gibi rüyalar gördüğümden, genellikle “Oh be bunlar gerçek değilmiş” hissiyle uyanıyorum.
Sonra bütün o olanları nasıl da yaşadığımı ve kendime yaşattığımı anlayıp, uzun uzun beynin yapısı ve gerçeklik hakkında düşünüyorum.
Yattığım yerde, gözüm kapalıyken bu kadar gerçekliği kendime yaşatmayı başarıyorsam, gün içinde gözüm açıkken düşündüklerimle kendime neler ediyorum diye düşünüyorum bu sefer.
Bildiniz! Ben düşündüklerimi bile düşünüyorum.
Bu iyi bir şeymiş ama.
Aklımızda ‘kilim’ kod adıyla kalsın bu düşünce.
Ne zaman kendimizi başkalarıyla karşılaştıracak olsak, kendisini hatırlatsın.
Şöyle ki...
İnsan oldu olalı kendisini başkasıyla, benzeriyle karşılaştırdı.
“Onun nesi fazla?” sorusu hep “Benim neyim eksik”e döndü.
“Komşunun bahçesi hep daha yeşil” derler ya, başkasındakilere bakarak, kendi haline hayıflanırsın.
Onların daha çok şeyi, daha fazla arkadaşı, macerası, seveni, şusu busu olur.
Başkaları nasıl yapmışsa yapmış, senden iyi olmuştur bir şekilde.
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sağlığı iyi olsun.
Kalbi ritmini çalsın.
Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun.
Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın.
Ciğerlerinden nefes, bacaklarından güç eksik olmasın.
Sevdikleriyle yan yana olsun.
Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın.
Lafları birbirleriyle başlasın.
Hani pek görmediğiniz ama kalbinizde yerli yerinde duran insanlar vardır ya, onlardandılar.
Zeynep’i çocukluğundan tanıyorum.
Rıza abinin, yüzünü kendine benzettiği ama cıvıl cıvıl ruhunu ellerinde tutamadığı, sözle her şeyi anlatabilen kızı.
Barış’la bir kez çalışmıştık.
Benim kara yatmış gibi bir fotoğrafımı çekmişti.
O fotoğrafa baktığımda, içimde Barış’ın gördüğü o sakin, huzurlu, uslu kızı görüyorum.