Paylaş
Başlık Osmanlıca...
Farsça, (çanak yalayıcı, dalkavuk) demek olan “kâselis”in çoğulu.
Kavga bunun için zaten.
“Kim daha iyi yalayıcı, onu ispat için birbirlerini yiyorlar...”
Zaten Erzurumlu Şair Hâzık da bunu anlatıyor ya meşhur beytinde:
“Kâselisan eder birbirini istiskal / Cümleden olsa da memnun veliyyünimet”
(Çanak yalayıcılar birbirini aşağılar durur / Velinimetleri hepsinden memnun olsa bile...)
Özetleyelim...
Hergün yazamayınca,
Söyleyeceklerimizin çoğu dillenmiş oluyor.
Yine de, bazı şeyleri mevcut bilgi kirliliği çukurundan, çıkartıp özetleyelim:
(1) “Osmanlıca diye bağımsız bir dil yoktur.
Sokaktaki adamın umurunda bile olmayan, kendine -seçkin- diyenlerin kullandığı, bir edebiyat ve sanat dilidir; bu dilin müziği de mevcuttur.
(2) Öğretilmek istenenin adı, (Kur’an’ın arapça okunmasını sağlamak ısrarına yönelik olarak) aramızda eski yazı da dediğimiz Arap alfabesidir.
(3) Bence de kültürel ve tarihi bir gereksinimi karşılamak üzere, Osmanlıca (eski yazı) öğrenilmesi mümkün olmalıdır. (ki zaten mümkün...)
(4) Ama dilde de dinde olduğu gibi “zorunlu ders”, demokratik bir uygulama değildir.
(5) Ve asıl utancımız, Türkçe’yi 150 kelimeyle konuşan kuşakların zavallılığı olmalıdır. Nokta!
E-posta kutumdan, “Turuncî” mahasıyla bir hiciv çıktı; paylaşıyorum:
Sen ehl-i edebsin ki, yakışmaz şanına ecdada tasallut.
Sanmam ki bütün erbab-ı tasavvuf zatını kalb ile ansın...
Eyvah ederim üstüne bir de kızıp küfrüne derse Huda;
“Tuğrul kulumun ismini her dem bâd-ı sabâ kelb ile ansın...”
Anladığım kadarıyla şöyle diyor heccav (hiciv-yergi söyleyen şair):
Sen edep ustasısın, atalara musallat olmak şânına yakışmaz
Bütün tasavvuf yolcularının da seni (son açıklamanı) kalpten desteklediklerini sanmıyorum
Üstüne Allah da ettiğin küfre kızıp şöyle derse eğer, üzülürüm:
“Sabâ rüzgârı, Tuğrul kulumun ismini her zaman kelp ile hatırlatsın...
Paylaş