Musa Dede

Biztopya…  

29 Nisan 2018
Anlamlanmayı beklerken sözler birer birer, “bana inanacak bir kavram ver ki kendimi var’edebileyim” demiş idi manzara nazara. O an iki yelpaze açıldı noktadan iki yana. Ve kavuştu.. Göz bebeği kendi kendine konuşmuştu. Bir ucu ütopyaya, diğeri de distopyaya varan anlam, aralarını da derya doldurmuştu. Kelimeler dalga dalga aklın tasvirini yapmaya koyuldu.. Aşık idi manzara nazara, nazar da manzaraya. Yaradan’ın ezgisi çepeçevre yankılanıyordu…

Bugünlerde ütopya kıyısı sakin, dikkat rüzgarları distopyaya doğru esmekte. Aklın dalgaları orada nefsin yalçın kayalıklarını dövmekte.. Gerçekliğin köpük köpük havaya karıştığı bu yerde rüzgarın uğultusu kulakları sağır eder. Sağır kulakların dilsiz halkı herşeyi gören gözün kendilerini görmediğine inanırlar. Ve dolayısıyla sevgisizlik hikayeleri anlatırlar çocuklarına. Ki onlar da duymasınlar, görmesinler. Distopya yurdunu asla terketmesinler. Hepsi birer birer sarp kayalara dönüşsünler.. Burada insanlar atalarının mezarlarına benzer…

 

Ütopya sahillerinde ise tüm olasılıklar kumlar gibi sıcak, kumlar kadar şen. Dalgaları dinler, dinlenirler.. Yurdu çocukluk olanların rüyalarındaki gibi tatlı tatlı sallanan bir sandalda olta tutuyor genç bir adam. Canını takmış oltasının ucuna. Denize daldığında balıklardan duyacağı öyküler karşılığında genç adam da dağ çiçeklerinin kokularından bahsederdi onlara. Kokuların tercümanı, bildiğini bilmeyen balıkların arkadaşı, koca mor bir yunusun karnında gezmeye çıkmış o akşam. Ruhu oltanın kamışıyla, canı balığın akışıyla, henüz duyulmamış, görülmemiş hikayesini yaşamaya…

 

Uzak distopya yurdunda bir kaya kovuğuna kapatılmış sonunu bekleyen genç kızın hikayesini yengeçlerden duyan deniz yıldızı sonrasında kaya balığına anlatmıştı. Denizden ölümüne korktukları için kendilerini yosunlardan yaptıkları iplerle kayalara bağlayan distopya insanlarının ve ipini koparıp halkından ayrılmaya yeltenen kızın hikayesi.. Dilden dile yayılmıştı. İşte bu görülmeye değerdi. Mor yunus kayalıklara vardı. Orada yukarıda kaya kovuğunda hapis, dalgın dalgın ufuklara bakan biri vardı…

 

Düşünüyordu; nasıl da herkes gibi kayalara bağlı yaşarken böyle ipini koparasıya başkalaşmıştı. Muhtemelen aklını kaçırmıştı. Yaşıtı bütün genç kızlar gibi yemeğe kırlangıç yumurtası topluyorken gamsız tasasız, bir gün bir yavrunun yumurtadan çıkışını görmüş, o günden sonra işi gücü bırakmış, yetmemiş yavru kırlangıcı beslemiş, büyütmüş, ona bakmıştı. Ve sevgi dedikleri mahvedici delilik hali bulaşalı beri kuşların seslerini dahi duyar olmuştu. Neredeyse yüzebileceğine, uçabileceğine inanacaktı. Her halükarda artık ipe ihtiyaç olmadığını biliyordu..

 

Yazının Devamını Oku

Damlanın efkarı…  

22 Nisan 2018
Hak gelende zail olanın adıdır “batıl”. Boştur. Doğru ve gerçeğin karşıtıdır. Yokluğuyla vardır, o da mecazen. İçimizde hissettiğimiz o boşluktur işte bize acı veren. Gebedir aslen, dolmak isteyen. Hakikatle…

Bu tesbitin ardından bir arayış başlar ki rehbersiz olmaz. Yoksa neyi referans alacaksın? İlk iş neyin hak neyin batıl olduğunu saptamak değil mi zaten? O da ancak kalpleriyle akletmeyi becerenlerin marifeti. Vicdanlı insanlar; kendileriyle yüzleşmekte cesur, yanlıştan dönmesini bilen, iyi niyetli, fedakar, samimi.. Aklıyla sevebilenler sevilesini…

 

Sevilesi değerleri içinde uyandırmaya başlayan kişiye sınavlar kadar, o vasıfları taşıyan güzel insanlar da tanış olmaya başlar. Ve içteki mücadele dışa da sarkar. Ki aynalan… Kendi hakikatini, dolayısıyla da derununda açığa çıkmayı bekleyen yaradılışın en harika vesilesi “mürşid-i kamil”in kendindeliğini sevişin, dışta da beliresi ve tasdik edilesidir. Keza onu tanıyıp sevemezsen anlaşılır ki sevişin enaniyetle(bencillik) karışıktır. Düzelmesi gereken bazı hasletler bu şekide yansıtılır ve sınanır. Lûtfen farkettiğin potansiyelini zayi edersen bilmem bir daha ne zaman fırsat tanınır?

 

Hakikatin olan mürşidinde senin batıl olan “nefs-i emmare”nin(nefsin kötülüğü emreden boyutu) eriyip yitmesiyle, aynaya bakınca artık (nefsin olan)kendini değil de mürşidini görmeye başladığında, aslına(hakikatine) olan yolculuğunun bu ilk aşaması tamamlanır. Aynı biçimde bu, tevhid(birleme) evrelerinde seyre girişen “salik”in(yolcunun) önceleri herşeyi “fark”(ayrılık) gözlüğüyle görür olma (dolayısıyla sürekli şirk koşma) halinden, artık varoluşu “cem”(birlik) gözlüğüyle görebilmeye geçişinin de bir alametidir. Yol devam edecektir..

 

Ancak birlik niyetiyle “cem’âl”e muhatap olma arzusu, bu yolculuğun usülünce yapılmasına karşı direnen ukala nefsin “ben bilirim, ederim, herşeyin en alasını zaten kendim kendime bulurum” iddiası tarafından fesada uğrarsa, kişinin kendini bazı yanlış anlamalar(hem vesveseler) ve -lûtfen- aldığı bazı manevi lezzetler dolayısıyla “cem” makamında tamam zannedişi onu zındıklığa kadar sürükler. Herşey bir ise, Allah’tan başkası da yoksa, (haşa) “ben Allahım” demeye getirir. Ki bu durumun ne Tasavvuf’taki “seyr-i süluk”(hakikatine yolculuk) usülünce meşruiyeti ne de “vahdet-i vücut”(varlık birliği) anlayışının esasıyla alakası yoktur.

 

Yazının Devamını Oku

Bu günleri Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”na göre okumak…  

15 Nisan 2018
Yakın çevremizde savaş tamtamlarının sesi yükselirken insanlar, tarafların olacaklara dair tutarsız gözüken açıklamaları karşısında şaşırıyor.

Halbuki “Sun Zi”nin, Song Hanedanı(Çin) döneminde yazılmış olup da bütün askeri klasiklerin atası olarak bilinen ve Batı’da da en önemli strateji eserlerinden biri olarak üzerinde birçok çalışma yapılan “Savaş Sanatı”na göre;

“Savaş kandırmacalı bir iştir. Bu nedenle vurabilecekken vurmayacakmış gibi, saldıracakken saldırmayacakmış gibi, yaklaşırken uzaklaşıyormuş gibi, uzaklaşıyorken yaklaşıyormuş gibi göstermek gerekir.. Yemle ve kandır, kargaşa çıkart ve ele geçir, dirençliyse ona göre hazırlan, güçlüyse ondan sakın, sinirliyse onu kızdır, tevazu göster ki gerçek sanıp mağrurlaşsın, dinleniyorsa rahatsız et, aralarında birlik varsa ayır, ona hazırlanma fırsatı vermeden saldır, beklemediği anda ortaya çık. Bunlar savaş erbabının başarı sırlarıdır, önceden kestirilemez”…

 

Dolayısıyla sıcak savaş bölgesine yakınlığımız sebebiyle yapılacak şey öncelikle agah olmak ve hesabını iyi yapmak olsa gerektir. Bu konular daha su kaldırıra benzer. Bize de gücümüz, kabiliyetimiz oranında olabileceklere hazırlıklı olmak düşer. Ki filler tepişirken arada ezilen çimler olmanın ötesinde bir mevcudiyet sergileyebilelim birlik bütünlük içerisinde. Barışı istemekle birlikte, “barış isteyen savaşı göze almalıdır” bilinciyle.. Belli mi olur türlü kılıktaki ganimetperestlerin bir sonraki adımlarının nereye atılacağı? Oyunun kurallarını iyi okumalı…

Bu vesileyle “Sun Zi(Tzu)’nin Savaş Sanatı”ndan bazı paylaşımlar yapmak istiyorum bu hafta. İlk bölüm “hesaplama”;

“Savaş bir ülkenin baş sorunu, ölüm kalım yeri, var olma ya da yok olma yoludur; muhasebesiz olmaz. Bu nedenle beş noktayı hesaba katıp ona göre durum değerlendirmesi yapmak gerekir:

1) ‘Yol’ denen şey, halkı yöneticisi ile aynı düşünceyi paylaştırır. Ancak bu takdirde birlikte ölebilirler, birlikte yaşayabilirler ve halk kendini feda etmekten korkmaz.

2) ‘Gök’ denen şey, karanlık/aydınlık, soğuk/sıcak, zaman-mevsimdir.

Yazının Devamını Oku

Urfa Hatırası  

8 Nisan 2018
Balıklı göle karşı…

Nemrut’un ateşinin Hz.İbrahim’i yakmadığı yer burası. Allah’ın yardımıyla ateşin suya dönüştüğü yerde artık kor kor balıklar yüzer, atadan oğula aktarılan hikayeyi resmederler. “O, bana yeter” demişti Halil İbrahim ateşin ortasında Cebrail a.s.’a ve Allah da onu korudu, hem ebedi arkadaşlığıyla şereflendirdi. Altı köşeli yıldız da bu hakiki imanın geometrik remzi; “Şaday” der İbraniler, “Şe Day / O ki Yeter” anlamında. Sağ, sol, ön, arka, yukarısı, aşağısı; her yöndedir vechi, Allah Ya Kafi.. Musevilik’te olsun, İsevilik’te olsun, Muhammedilik’te olsun, onurlandırmadan geçilmez Ata İbrahim’i. İşte burada başlamış bereketli hikayesi…

 

Biz de Nemrud’un yandırdığı ateşe su taşıyan karınca misali, biliyoruz o ateşi söndürmeye kafi gelmeyeceğini bir damla suyumuzun lakin taşıyoruz yine de, tarafımız belli olsun diye. Suyumuz dualarımızdır bugün, mahremine sönmüşse de belki, biz gariplere hala yanar olan o ateşe, uzun yoldan taşıdık da geldik. Peygamberler şehrimiz Ur’a, Urfamıza selam ile.. “Ur” ki Aramice “or” okunur, yani nur; Fransızca ise “altın” anlamına geliyor. Burası için hepsi de doğrudur; keza bereket diyarı Harran’ın tacıdır Urfa, medeniyetin beşiği… Nar, nur olası!

 

Hz.İbrahim’in doğduğu rivayet edilen mağarada yıllar yılı süregelen dua zincirine bir halka da bizden. Biz bir damlacık getirmiştik ancak buranın şifalı suyu gürül gürül akmada çeşmesinden. İçiyoruz kana kana, hamdolsun! Dergah Camiinde Mevlid-i Halil zikrinden.. Sonra da yolumuz sabır peygamberi Hz.Eyüb’ün makamına. Çarşı içinden geçer yolumuz arada ve bakırcılar dövmektedir hala balıklı tepsileri orada. İstersen bu motiflerle anlatabilirdin dilin yettiği her şeyi.. Ciğer alan hikayeleri vardır Urfa’nın.

 

Hz.Eyüp’ün sabır sınavını anlatacak çocuklar uzaklaştırılınca güvenlik görevlileri tarafından, hikayeyi anlatmak da onlara düştü. Bu mekana yakışan edep sabırlı olmaktı. Sabırla dinledik tekrar tekrar hikayeyi ve muradımıza erdik; Hazret’in artık hastalıktan namaz kılamayacak duruma gelinceye ancak şifa dilediği ve niyazının kabul edildiği halvethanesinde bizim de ibadet etmemize izin verildi. Ayağını vurup da şifalı suyun kaynadığı yerden biz de doldurduk kadehlerimizi. Peygamberler şehrinin medeniyetinin tarihi meğer bilinenden de eski..

 

Yazının Devamını Oku

Hatay’dan çıktık yola..  

1 Nisan 2018
Antakya’da bizi ağırlayan, Anadolu’nun ilk camisinin inşasına vesile olan “Habib-i Neccar” Hazretleri idi.

Yanında Aziz Yuhanna(Hz.Yahya), Aziz Pavlus(Hz.Yunus) ve Aziz Petrus(Hz.Şem’un Sefa) ile (hikayeleri Yasin suresinde)… Edeple gelen lütufla gidesiymiş. Nitekim vedalaşma zamanı geldi çattı. Ancak son bir tatlı, çünkü künefeseverler de haklı.. Derken çarşı içinden geçer yolumuz. Ve bir evliya çıkar karşımıza; Muhammed Delati Baba, demirciler çarşısında. Orada avludaki ağacın dibinde sırlı. Ağaçta da demir çiviler saplı. Başağrısını geçirir diyeymiş inanış. Ağaç hoşnut değilmiş fakat, çevirmişler etrafını. Bizden fatihası, diriler hakkı.. Sonra da yola revan olduk tatlı tatlı…

 

Bir ağaçtan bir ağaca gidermişcesine, geldik Samandağı’na, sığındık Musa ağacının gölgesine. Bir efsanedir dilden dile; hani aşağıda iki denizin buluştuğu yerde karşılaşmışlar ya Hazreti Hızır ile, sonra buraya yukarı yürümüşler ve Hz.Musa’nın asasını koyduğu yerden yeşermiş bu ulu çınar. Orada durmuşlar çünkü “ab-ı hayat” kaynarmış ayaklarının altından, asanın yeşermesi de ondan. İçtik çeşmesinden, fakir oldum 21, hanım da 18. Anladık ki sevenlerin hep birbirini genç güzel görmelerine yarayan, muhabbet şarabıymış aslolan. Güzel bir bahar günü, yeşillikler içinde neşeyle, yanda akan dere, elimizde çaylar, mübarek ağacın gölgesinde şükürle; işte ab-ı hayat bu be!

 

Bir sahile indik ki uzun, dalgalar coşkun, deniz çift renkli, yorulmuyor kıyıyı vurmaktan.. Burası mecma’ül bahreyn! Peki sağa mı sola mı şimdi? “Hızır a.s. ile Hz.Musa’nın buluştukları yere nasıl varırız?”.. Dondurmacı çocuk bilmiyor; babası bildi. E çocuk da öğrensin artık, yaşı gelmişti. Ve yol bizi buluşma yerine getirdi. Hızır makamı, huzur makamı… Bir beyaz kaya travertenimsi, tepe gibi, üzerine de kubbeli bir bina yapmışlar, girdik kapısından içeri. Temiz bir havası var yakılan günlüklerle tatlanan ve mekanın etrafını tavaf eder insanlar, hacılar misali. Biz de dönüyoruz şimdi, dualarımız sessiz, sanki hep yokuş aşağı.. 7 tamamlandıkta, kenarda bir mermer silindir taş beklermiş bizi; hemen yattım yere, şifa niyetine, hanım da onunla üstümü ütüledi. Şifalıdır bu taş dediğimde, bıyık altından gülümsemişti. Niyete göreymiş ya kişinin işi. O yol yorgunluğu gitti, ağrı sızı kalmadı.. Hamdolsun, taze bir güç toplandı, Urfa yolu için; çıktık…

 

Adı sanı bilinmez bir otobüs şirketinden bulduk yerimizi; Urfa, Cizre, Nusaybin, gidiyor araç. Biz Urfa’da ineceğiz. Gece biraz serinledi. Yerimiz en öndeydi. Şöförler, muavin.., bir de polis memuru aldık yoldan gideceği yere kadar.. Sohbet o biçim; Öyle ki bundan böyle “Güneydoğu politikasının içini dışını bilirim” diyebilirim. Sigara içmek için müsade istediler, mecbur verdik de bir şartla; içerisi kahvehane gibi dumanaltı olmayacak. Cıgara tüttürünce daha sakin kullanıyor çünkü şoför, kelle koltuktayız ne de olsa.. Sonunda konuşmaktan yoruldular. Neyse ki müzik var; ““Bagrımda bir ataş yaniy, gün geçtikçe alavlaniy, gözlerim yollarda kaliy, gelmez aşık bezirgani / Bu ataşı söndüremem, dünyayı ters döndüremem, intizarım bitmez yaram, arzuhalim bildiremem oyy”… Ve nihayet vardık menzile, belki onca türbe ziyaretinde edemediğimiz içtenlikte bir şükür duası ile. Tevekkeli değilmiş -makbul olması için- “canın buna bağlıymışcasına et duanı” diye nasihat etmeleri bazılarının…

 

Yazının Devamını Oku

Evliyalar yurdu Anadolu’da bir balayı yolculuğu 

25 Mart 2018
Evlenecek çift ve 12 kişi daha; aileler, şahitler..

Ufak bir törenle Antalya’da evlendiler. Ertesi gün çıkılacak yolculuk bir balayı için oldukça sıradışı kabul edilebilirdi. Yeni evlilere eşlik edecek arkadaşları bu seyahate “Hazretlerle Balayı” adını verdiler. Onlar bu tercihe hiç şaşırmamıştı. Zira ilk tanıştıkları dönemi anımsıyorlardı ki adamı “daha ilk buluşmalarda kızı türbelere, derviş sohbetlerine götürme hemen, gezdir tozdur biraz, kaçmasın senden” diye uyarmışlardı. Ancak nafile.. Adam öyle yaptı. Fakat kız da sanki kafadardı. Nitekim ilişkileri bugünlere vardı ve dolayısıyla balayının da bu şekilde planlanması artık normal karşılandı. Hoş, yeri geldiğinde gezip tozmayı da bilirlerdi. Hayatın bir dengesi vardı. Zaten bir denge işi değil miydi evlilik de?

 

Üç aylara girildi, ilk durak Akşehir. Bir derviş kardeşleri karşıladı onları, gece misafir kaldılar, hasret giderdiler. Sabah Nasreddin Hoca’nın türbesi ziyaret edildi. Kah güldüler, kah dualar edildi. Baharda Akşehir bir başka güzeldi. Gelindi sevgili Seyyid Mahmud Hayrani’nin türbe kapısına. Türbedar haberdar edilmiş, beklemekteydi. Onlara kapıyı işaret etti, hal diliyle kapının açılmadığını söylüyordu, hal diliyle çünkü dilsizdi. Herkes birer birer anahtarı denedi. Boşa dönüyordu. “Bunda bir hayır vardır” dedi adam, türbeye bir hizmeti olsun çok istemişti. Akşehirli derviş kardeş bir çilingir numarası edindi, bu saatte gelir miydi ki? Geldi. Kapı açıldı, kilit değiştirildi, Hazret kapının bir anahtarını sevenlerine vermek istemişti. Öyle sanıyorum çünkü çilingirin adı, hem de gerçek adı “Hayrani” idi. Kimsenin “bu bir tesadüftür” demeye dili gitmedi. Ola ki yolculuklarının kilidini Hayrani açmıştı.. “Dervişten hizmet, veliden himmet, Ali’den nimet Efendim”…

 

Konya’da hava güzeldi. Hazretler; Şems-i Tebrizi, Konevi, Mevlana ve Ateşbaz-ı Veli.. Selamlar, sevgiler, herkes için dualar edildi. Bir şey var ki bizimkileri bir kez daha düşündürmüştü; Bazı türbelere girişte ayakkabılara galoş geçirilmesi ne kadar geleneğe uygundu? Doğrusu müze konsepti oraların maneviyatını yansıtmaya çok elverişli değildi. Hele Ateşbaz-ı Veli Hazretleri’nin türbesinin yanına yapılan tuvalet; türbedar orada toprağın altında yatanlar olduğunu haber vermişti. Dinlenmedi. Ve tuvalete girenler yerin altından gelen seslerden rahatsız olageldi.. Nitekim kapatmışlar şimdi tuvaleti, mescide dönüştürülecekmiş. Hayırlısı.. Bizim seyyahların böyle durumlarda yaptığı; gözlerini sırlamak ve Hazretler’in maneviyatını hissetmeye odaklanmak oluyordu. Keza Yaradana edilen duaların böylesi makamlarda daha derinden hissedilir olması bir vakıadır, dostlarının yüzü suyu hürmetine…

 

Aksaray yol üzerinde sürprizliydi. “Yusuf Hakiki Baba”nın türbe kapısında güler yüzlü biri yerleri süpürüyordu; “Siz türbedar mısınız?”, “Evet”, “Türbeyi görebilir miyiz?”, “Beni görmek türbeyi görmek demek zaten”, gülüşmeler.., “Hanımlar girsin içeri, sen de al şunları, etrafı süpürüver bakalım”, adam hemen hamle etti süpürgeye hoş bir gülümsemeyle, “yok, yok, şaka, buyrun böyle”; herhalde bu sınav böyle geçilmişti.. Hakiki Baba, Somuncu Baba’nın oğlu, orası da evleriydi, Hacı Bayram-ı Veli’den tamamlamıştı seyr-i sülukunu. Huzuru pek feyizliydi. Türbedarla sohbet de tatlıydı, konusu dünya gurbetinden gerçek vatana, beka yurduna dönme yolculuğuydu. Durumlarına uygundu. Cafer Efendi onları misafir etmek istedi lakin daha alınacak menzil vardı. Duasıyla yetinildi, bir dahaki sefere sözleşildi.. Sonra da civardaki Külhani Ali Baba türbesi ve Pir Ali Sultan türbelerinde niyaza duruldu. Bakımsızlıklarından anlaşıldı ki bu makamların pek ziyaretçisi yoktu. Ne yazık o halklara ki nice lütuftan faydalanmayı bilmezler, aslında evliyaullah nezdinde ihmal ettikleri kendi maneviyatlarıdır… Allah vefalıları sever!

 

Yazının Devamını Oku

Oldu, oluyor, olacak!

18 Mart 2018
Geçtiğimiz hafta finans piyasasında sıradışı bir hareketlenme yaşanmış. Ekonomistler anlamlandırmaya çalışıyor.. “Milliyet” yazarı “Güngör Uras” da “Anadolu anlatımıyla; ‘dokuz ayın çarşambası bir güne geldi” diye latife ederek dalgalanmanın görünür ekonomik sebep/sonuçlarını güzelce izah ediyor.. Fakir de kendi kendime düşünüyorum; Yahu içimizde dışımızda dalgalanmadık yer mi kaldı ki piyasalar da dalgalanmasın!

Bahar böyledir; dalgalandırır.. Önümüz 21 Mart “Nevruz”; bahar başlangıcıdır. İlkbahar ekinoksu ile tüm Dünya’da gün ve tün eşitlenecek. Bizim(kuzey) yarımkürede “Şeb-i Yelda”(en uzun geceler) tamama erecek. Ve Ortadoğu mitolojisinde uzun gecelerle özdeşleştirilen “kötülük tanrısı Ehrimen”in baskınlığı dengelenecek; nihayet “iyilik ve nur tanrısı Hürmüz”ün umut ve aydınlık dönemi yükselişe geçecek!

 

“Giderayak telaşla yapacağını yapıyor Ehrimen” mi desek? İran üzerinde düşen özel uçaktaki 11 genç kadınımızın kaybını böylece açıklasak.. Ancak biliyoruz ki canı veren de alan da Allah(cc) ve sevdikleriyle sınanır insan. Gittikleri yer buradan daha mı hayırsız? Bilmiyoruz! Biz tanımayanlar, onlardan yansıyan kendimize üzülüyoruz ancak. Daha yapacak çok şeyleri olup da yapamayacaklarına, geride kalanlara, yitik umutlarına, ayrılığa.. İbretlik ölümün amansızlığına… Siz bakmayın ufak bir azgın azınlığın edepsizliğine. Ola ki vardıysa kızlarımızın ayıpları kusurları(ki bize mi kaldı hesabı?), ne malum arkalarından kötü konuşanların günahlarını almalarıyla onları böylece temizlemediği Rabbimizin? Allah rahmet eylesin!

 

Stephen Hawking ise inadına yaşadı. Gökyüzüyle ilgili pek çok keşfin izharına Rahman onu vesile kıldı. İnsanı hayrete düşürecek onca şeyi “ilmel yakîn” derecesinde müşahade etmesine karşın “ateist” olduğu söylenir! Zor bir hayatı vardı. Belki de kızgındı, nazlanmaktaydı. Peki o şevk, o ilim aşkı, o gayret nereden gelmekteydi? Nedense takip edilecek onca yıldız arasından “kara deliklere” odaklanmıştı. Allahu alem! Bakarsın “Hawking ışıması” teoremiyle delillendirdiği “kara deliklerden kaçabilen ışık hüzmeleri”nden biri de o olur. Beka alemine doğru kaydı gitti.. Bilime yaptığı katkıların yüzü suyu hürmetine ona da Allah rahmet eylesin!

 

“Ölümlerden ölüm beğen!” sanki kötü bir masal repliğidir. Ölümleri kıyaslamak nicedir? Hepimizin anası ana, babası baba, sevgilisi sevgili… Velhasıl şehadet ölüm değildir. Dirilerin hali bambaşka. Onlara dualarımız bir olayda değil, her fırsatta! 18 Mart “Çanakkale Deniz Zaferi” vesilesiyle kahraman şehitlerimiz hatıramızda; şimdi de fedakarlıklarıyla, belki de Dünya kaderinin döneceği yerde, etrafımızı teröre boğanlara karşı “Afrin” harekatı son aşamasında. Bizim için küçük bir adım ancak bölgemiz için ne sonuçlar vereceğini de göreceğiz yakında. İnşa’Allah hayırlısıyla…

 

Yazının Devamını Oku

Son Muciz Kelam; Kur’an!

11 Mart 2018
O zamanlar “maji” vardı, firavun hükümdardı. Derken Hz.Musa(as) geldi, mucize, maji’ye galebe çaldı, zalim hükümdar ve yardakçıları suya battı. Elindeki gücü fenalığa kullanan bir medeniyet daha böylece yan yattı. Yaradan’ın herşeyin üzerindeki ilmi ile hükmü aşikare vardı..

Maji, Mısır’dan Yunan’a da geçmişti; “mageia”, “büyücünün sanatı” demekti ve insanı doğaya hükmettirecek ilmin adıydı. Zamanla “maji”nin bir kolu bilime evrilecekti, felsefeyle sanat da ayrı.. Nitekim hikmetle meşgul olanlar arttı; hakimler, hekimler… Medeniyete ölçü oldular…

Hz.İsa geldiğinde Yunan’dan bayrağı devralan Roma hükümeti dünyaya patrondu. İsrailoğulları’ndan İsa(as) hastaları iyileştirdi, ölüleri diriltti, körlerin gözünü açtı; Allah’ın izniyle hiçbir hekimin yapamadığını yapıyordu. Mucizeleri, Rabb’in ilimi ile hükmünün herşeyin üzerinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Nice put helak oldu. Din yayılıyordu..

İsmailoğulları’nın durumu ise daha başkaydı. Kavimci Araplar dağınık yaşarlar, ticaret yapar, sıklıkla da aralarında savaşırlardı. Beytullah putlarla doluydu. Ama bir şey vardı ki enteresandı; hitabet, güzel söz söyleme ve bunların en üst derecesi kabul edilen şiir sanatı, ilimde geri, çoklukla okuma yazma dahi bilmeyen Araplar arasında medeniyet göstergesi sayılırdı. İleriydi. Öyle ki her sene Mekke’ye yakın “Ûkaz” panayırında söz alanında yarışlar yapılır, birinci gelen şiir Kâbe duvarına asılırdı. Hazreti Muhammed’e(sav) peygamberlik geldikte İmrü’l Kays’ın meşhur kasidesi askının en yukarısındaydı..

“Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir”. (Nazım Hikmet)

Resulullah(sav), kalbine inen Kuran ayetlerini zikrettikçe, vahyin yüceliği karşısında tüm şair ve hatipler şaşkın kalmaktaydı. Buna -bazılarının yakıştırmaya çalıştığı gibi- şiir denemezdi, ne de Allah Resulüne şair. Rabbi ayetlerle onu desteklemeye devam etti; “Ve Biz, O’na şiir öğretmedik. Ve (bu), O’na yakışmaz. O(O’na indirilen), sadece zikir ve apaçık Kurân’dır”(Yasin 36;69).

Nihayet kafirlerin ileri gelenlerinden Velid İbn Mugire dahi, Kuran’ı dinledikten sonra kavmine dönüp onun insan sözü olamayacağına yemin verdi; “Sizin içinizde şiirin ne olduğunu benden iyi bilen kimse yoktur. Şiirin her çeşidini ve ve cin şiirlerini hepinizden güzel bilirim. Muhammed’in okuduğu söz, bunların hiçbirine benzemez. O söz, her söze üstün gelir. Ona hiçbir söz karşı çıkamaz”…

Velhasıl Allah’ın emriyle, Musa’nın ejdere dönüşen asasının büyücülerinkini yutması gibi, İsa’nın gösterdiklerinin hekimlerin ilmini aciz bırakması gibi, Muhammed’den(sav) sudur eden Kuran mucizesi de halkın gözündeki bir numaralı itibar vesilesi “belagat ve fesahat” sanatlarının üzerinde, tahtına kuruluverdi.

Aslında edebiyat her zaman ve her yerde insanlık kültürünün can damarlarından başlıcasıydı. İletişim olmadan ne toplumsallık olasıydı, ne de Yaradanı ile iletişimsiz insan tam ve kamil manada “insan” sayılırdı. Edep-erkan bilmeyen toplumlar yabandı. O yüzden “edebiyat” sanatların en hasıydı. Ne de olsa başta söz vardı, yaradılış Allah kelamıydı; herşey “Kun feyekun(Ol der ve olur)” ile başlamıştı.

Yazının Devamını Oku