Çünkü çok daha önemli gelişmeler söz konusu. Örneğin aşağıda sayacağım bütün gelişmelerin 4 Kasım günü olması, sizi bilmem ama benim için tesadüften fazlası:
- Suudi Arabistan yönetimi bir tutuklama ve tasfiye rüzgârıyla sarsıldı. Yalnızca dünyanın en zengin adamlarından, dünyanın kadınların en hiçe sayıldığı ülkesini koyu bir taassupla yönetirken kendisi Batı uygarlığının her nimetinden müsrifçe yararlanan bin Talal değil, örneğin saray muhafızlarının güçlü komutanı dâhil pek çok isim gitti. Görünüşteki gerekçe yolsuzluk operasyonuydu; o kurulun başındaysa Veliaht Prens Muhammed bin Selman vardı. Bu hamlenin veliaht prensin gelecek hamleleri önündeki engelleri temizlemeyi amaçladığı yorumları yapılıyor.
- Aynı gün Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da düzenlediği basın toplantısıyla görevinden istifa ettiğini duyurdu. Daha önce pek örneği görülmemiş bu istifasının gerekçesi olarak da İran’ın Hizbullah üzerinden ülkesini kontrole almaya çalışmasını gösterdi; “Sonumun babam gibi olmasını istemiyorum” dedi. Babası Refik Hariri başbakan iken 2005’te bombalı saldırıyla öldürülmüştü; ancak 2014’te açılan suikast davasında iddianame Hizbullah üzerine kurulmuştu.
- Aynı gün Riyad’a bir balistik füze saldırısı düzenlendi. Açıklamaya göre füze havadayken (bir ihtimal Patriot füzeleri ile) imha edilmiş can kaybına yol açmamıştı. Saldırıyı Yemen’de Suudi Arabistan ile savaşmak için İran’dan destek alan Huti milislerinin üstlendiği duyuruldu.
- Hariri’nin istifasına ilk tepki verenlerden birisi Londra’da bulunan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu oldu. Netanyahu’ya göre bu istifa “Suriye’yi de Lübnan’a çevirmek isteyen İran’ın saldırganlığına karşı” önlem alınması doğrultusunda dünya için bir uyarı işareti sayılmalıydı. Netanyahu geçenlerde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüşerek, Suriye’de Beşar Esad rejimini savunmak için savaşan binlerce İran devrim muhafızı ve Hizbullah güçlerinin İsrail sınırına yaklaşmalarına engel olmasını istemiş, aksi takdirde kendisinin harekete geçeceğini söylemişti.
- İran bu sözlerin altında kalmadı. Önce Dışişleri Sözcüsü Behram Kasemi, Hariri’nin “Siyonist rejim, Suudi Arabistan ve Amerikalıların sahte ve temelsiz suçlamalarının tekrarı” olduğunu söyledi. Ardından İran’ın dini lideri Ali Hamaney’in danışmanı Hüseyin Şeyh ül-İslam, Hariri’nin istifa konuşmasının “ABD Başkanı Donald Trump ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın planlaması” eseri olduğunu öne sürdü.
Bu gelişmelerin ne kadar birbiriyle bağlantılı olduğunu açıklamak için şu ayrıntıyı da eklememiz gerekiyor: Hariri istifasından bir gün önce, 3 Kasım Cuma günü Beyrut’ta İran dini Lideri Hamaney’in özel temsilcisi (ve eski İran Dışişleri Bakanı) Ali Ekber Velayeti ile görüşmüştü. Velayeti aynı gün Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile de Beyrut’ta bir araya gelmişti. Öyle anlaşılıyor ki, Hariri bu görüşmelerin ardından ülkesini terk ederek Suudi Arabistan’a gitti ve orada Suud yetkilileriyle görüştükten sonra istifasını açıkladı.
Türkiye’de ise Beştepe bu gelişmeyi şimdilik Suudi Arabistan’ın iç siyaseti olarak değerlendirmek suretiyle belli bir mesafede kalarak tahlil etmeye çalışıyor.
Bu söylemde Kavala’ya bu kesimce atfedilen bir “zararsız deli” kibri de saklıydı. Ne de olsa Kavala, bu kesimin karşı olduğu çoğu şeye karşıydı: Yerleşik düzenin katı sistemine, militarizme, Kemalizme karşıydı. Kürt sorununda siyasi çözümde ısrarlı olması ve kişi hak ve hürriyetlerini dile getirmesi bazen can sıksa solcular arasından çıkan bu ses zararsız ve hatta zaman zaman yararlı bulunuyordu.
AK Parti’nin 2002 ‘de iktidara gelişinden sonra Kavala’nın yakın zamana dek (o zaman başbakan, şimdi) Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti ile büyük bir sorunu da olduğu söylenemez. Zaten ana akım medyadaki eski solcu, sonra liberal bazı etkili kalemleri de aynı çizgideydi.
Kavala’nın yerleşik düzene karşıtlığı, askerin siyasete müdahalesi ve Kemalizme karşı sınırlarda kaldığı müddetçe Erdoğan ve AK Parti açısından da sorun pek sorun yoktu. Hatta Kavala’nın, Ergenekon ve Balyoz gibi davalara olumlu bakışı sempatiyle karşılanıyor, örneğin George Soros’un önayak olduğu Açık Toplum ile ABD ve Avrupa’da Türkiye’yle yakından ilgilenen bazı isimlerle iddia edilen ilişkileri şimdiki gibi sorun olmuyordu. (Gerçi o davalarda bir şeylerin ters gittiğini, örneğin Çetin Doğan özelinde ilk dile getirenlerden biri de o olmuştu.) O davalar şimdi olduğu üzere, devlet içindeki Fethullahçı gizli örgütlenmenin AK Parti’yi devirme planı değil, yolunu açma desteği sayılıyordu; Gülen 2002-2012 arası Erdoğan ve AK Parti’nin yakın destekçisi görülüyordu.
İşler 2013 Haziran’ındaki Gezi protestolarıyla değişmeye başladı. Kavala Gezi’de protestoculardan yana, hükümetin uygulamalarına karşı bir tutum aldı. Aslında bunu yaparken Kavala değişmiş değildi, zaten hep yapageldiği bir işi yapıyor, kendi bakışına göre devlet yetkisinin kötü ve aşırı kullanımına karşı duruyordu. Ancak artık o hep karşı olduğu yerleşik düzenin kontrolünde artık AK Parti vardı, roller değişmeye başlamıştı.
Erdoğan ve AK Parti gözündeyse, Gezi eylemlerinin arkasında kökü dışarıda, özellikle Avrupa’dan yönlendirilen, iktidarı devirme amaçlı solcu, anarşist bir kalkışma vardı. Yine de o aşamada Gezi’nin arkasında Fethullahçıların bulunduğundan söz edilmiyordu ama kökü Avrupa’da liberallerle ara açılmaya başlamıştı; Kavala adı geçtiğinde kaşlar çatılmaya ilk o zaman başlandı.
Ne zaman ki 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının altından Cemaatçi, Fethullahçı olarak bilinen polis, savcı ve hâkimler çıkmaya başladı o zaman dengeler tamamen değişti. Fethullahçıların başrolde olduğu 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminden sonraysa Cumhurbaşkanı Erdoğan Gezi protestoları, MİT kamyonlarının durdurulması, ABD’nin IŞİD’e karşı PKK’nın Suriye koluyla işbirliği yapması ve askeri darbe girişimini, kendisini devirip Türkiye’yi bölmek isteyen aynı büyük planın parçası olduğu söylemine geçti.
Bu söylem aslında darbe girişimi ardından ilan edilen olağanüstü halin baskın siyasi atmosferini de belirler oldu.
Örneğin Cumhuriyet gazetesine açılan davalarda meslektaşlarımızın hem PKK, hem de Fethullahçı örgüte aynı anda yardım etmekle yargılanabilmesi böyle mümkün oldu.
Amerikalı yetkililer bu terörist saldırının arkasında IŞİD olup olmadığına dair resmi açıklama yapmadı ama bu saldırı bizlerin aklına 2016’yı 2017’ye bağlayan gece İstanbul’da Reina gece kulübünü basıp 39 kişiyi öldüren IŞİD militanı Abdulkadir Masharipov’un da Özbek asıllı olduğunu getirdi.
Mahsaripov, Maşerifov diye de okunabilir, İstanbul polisi tarafından yakalandı ve halen hapiste.
İstanbul polisi bugünlerde bir başka IŞİD eylemini, yapılmadan açığa çıkardı ve ayrıntılarını çözmekle meşgul. Geçtiğimiz hafta (Boğaz’daki değil, diğer) Arnavutköy’de bir çift yakalandı. Resmi olmayan, ancak polis kaynaklı bilgilere göre Türk asıllı Avusturya vatandaşı olan karı-kocanın, motosiklet üzerine yerleştirdikleri patlayıcı ile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında eylem yapmayı planlıyorlardı.
Ancak araştırma derinleştikçe işin rengi değişmeye başladı. IŞİD’ci çift daha geniş kapsamlı eylemler planlayan bir hücrenin elemanları olabilirdi. Yine polis kaynaklarına göre, bu çiftin de içinde bulunduğu hücre büyük bir alışveriş merkezinde şeytani bir planla katliam planlıyor olabilirdi. İstanbul’un en işlek alışveriş merkezlerindeki değişik mağazalardan mikro dalga fırınlar almışlar, sonra bunları arıza çıktığı bahanesiyle beri getirmişler, fırınlar da alışveriş merkezinin emanet deposuna konmuştu. (IŞİD militanlarının alışveriş merkezindeki çalışma düzenine dair ayrıntılı araştırma yaptıkları anlaşılıyor ki bu ayrıntıda bir araştırma içeriden destek almadan yapılamaz.)
Ancak militanlar fırınları geri getirirken içine patlayıcı yerleştirmişlerdi. Patlayıcılar uzaktan kumandayla patlatılacak, onun vereceği can kaybı ve hasarla çıkacak panik sırasında teröristler de intihar yelekleriyle kaçışan kalabalığın ortasında kendilerini havaya uçuracaklardı. (IŞİD bu eylemin bir benzerini 10 Ekim 2015’te Ankara Garı önünde yapmış, 105 kişiyi öldürülmüş, 500 kadarını yaralamıştı.)
IŞİD tarafından 2014 Haziranında baskına uğrayıp uzun süre rehin tutulan eski Musul Başkonsolosu, şimdi CHP milletvekili Öztürk Yılmaz, geçenlerde Suriye’den kaçan IŞİD militanlarının yapacakları yeni eylemler konusunda hem AK Parti hükümetlerini, hem de Batılı hükümetleri uyardı.
Yeni açıklanan bir çalışma bu endişeyi maalesef fazlasıyla haklı çıkarıyor.
Merkezi ABD’de bulunan The Soufan Center isimli araştırma kuruluşu geçenlerde Suriye ve Irak’ta IŞİD saflarında savaşmaya giden ve 2016-2017 yıllarında ülkelerine dönen “yabancı savaşçı” da denilen teröristlerin tahmini sayılarını açıkladı.
Ziyaret Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihindeki belki de en düşük düzeyinde seyrettiği bir zamanda yapılacak ve bu yüzden de beklentiler yüksek olacak.
Türk Amerikan ilişkilerinde son üç küsur yıldır birikmiş bütün sorunlar, Türk ve Amerikan sistemindeki iki numaralar tarafından adeta sihirli değnekle dokunmuş gibi çözülemeyecek belki ama bir süredir beklenen üst düzey diyalogun kurulmasını sağlayabilecek.
Üst düzey resmi kaynaklar, Yıldırım-Pence ziyaretinin “uzun bir süredir” planlanmakta olduğunu, dolayısıyla ne en son ortaya çıkan konsolosluk-vize kriziyle, ya da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump arasındaki iletişimin son zamanlarda kesintiye uğramış olmasıyla doğrudan ilişkisi olmadığını özellikle vurguluyorlar. Ve ne de dün haberin durulması ardından kulislerde fısıldanan Reza Zarrab davasıyla.
Hürriyet’e bilgi veren bir üst düzey kaynak, Yıldırım ve Pence’in ilk olarak 18 Şubat’ta Münih’teki Güvenlik Konferansı çerçevesinde görüştüklerini, Pence’in o zaman yaptığı davet üzerine defalarca konuşulduğunu, ziyaret tarihinin iki defa Trump’ın programındaki değişikliğe, iki defa da ABD’yi vuran kasırga felaketleri nedeniyle değiştirildiğini söyledi.
Açıkça teyit edilmese de öyle anlaşılıyor ki, 7-9 Kasım tarihi önerisi Washington’dan İstanbul Başkonsolosluğu krizi patlamadan önce gelmiş. Çünkü kaynaklar “Bu koşulda gitmenin ne faydası olacağı” üzerine Ankara’da bir iç tartışmanın söz konusu olduğunu söylüyorlar. Ancak sonunda “Böyle zor zamanlarda konuşmak, konuşmamaktan iyidir” görüşü baskın gelmiş ve Pence’in makamına “Geliyoruz” onayı verilmiş.
Başbakan Yıldırım sadece Washington’da Başkan Yardımcısı Pence ile değil, New York’taki iş ve yatırım çevreleriyle de toplantılar yapmak istiyor; bu amaçla yatırımcı kuruluşlar ve etkili iş odaklarıyla toplantılar düzenlenmeye çalışmaları başlamış.
Ortalığı –bir kısmı yalanlanan- “Türkiye’ye yaptırım geliyor” iddiaları sarmışken Yıldırım –ayarlanabildiği takdirde- ABD’deki uluslararası yatırımcılara, ekonomi ekibiyle birlikte Türkiye’deki yatırım ortamını anlatacak. Elbette burada sorulacağı tahmin edilen bağımsız yargı ve olağanüstü halin yatırım ortamına etkisi üzerine sorulara da hazırlık gerekecek.
Ancak siyasi odak, Pence görüşmesinde; birikmiş bekleyen sorunlar ise şöyle özetlenebilir:
Bu davada hala 4 meslektaşımız tutuklu olarak yargılanıyor. Hafta sonu Cumhuriyet operasyonunun başlayıp meslektaşlarımızın içeri alınmasının 365’inci gününü simgeleyen 365 imzalı bir dilekçe kamuoyuna açıklanarak, gazetecilerin tutuklu yargılanmasına son verilmesi istendi, bir de yürüyüş düzenlendi.
Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, araştırmacı gazeteci Ahmet Şık, Cumhuriyet Vakfı Başkanı Akın Atalay ve Emre İper, halen cezaevlerinde tutuklu bulunan gazeteci, yazar ve medya çalışanlarından yalnızca dördü. En son Murat Aksoy’un serbest bırakıldığı 24 Ekim tarihi itibarıyla Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) kayıtlarına göre tutuklu gazeteci, yazar ve medya çalışanı sayısı 153; maalesef bu konuda dünyadaki en kötü örnek hala biziz.
İşin en acı yanlarından birisi, gazeteci ve yazarların görünüşte gazetecilik faaliyetinden değil, “terörizm” gibi, “casusluk” gibi son derece ağır suçlamalara maruz kalmaları.
Örneğin Cumhuriyet davasının kökeninde, Ocak 2014’te bir jandarmanın, iddiaya göre Suriye’deki rejim muhaliflerine MİT eliyle askeri malzeme taşınmasını durdurup deşifre etmesinin haber yapılması var. Bu operasyonu yürüten asker, savcı ve hâkimler daha sonra yasadışı Fethullahçı örgütlenme içinde yer aldıkları suçlamasıyla kovuşturulmaya başladı.
Savcılar, Fethullahçı gizli örgütlenmenin merkezinde yer aldığı 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasındaki siyasi atmosferde, bu haberlerin yıllardır Fethullahçıların deşifre edilmesi için yayın yapan Cumhuriyet gazetesinin Fethullahçılarla işbirliği yaptığına kanıt saydı. Cumhuriyetin yaptığı haberlerin büyük kısmı aslında daha önce yayınlanmış ama üzerlerine mahkeme tarafından kısıtlanma konuş haberlerin bazı yeni ayrıntılar içeren haliydi.
Savcılık, bu haber malzemesinin Cumhuriyet’in – o zamanki- Genel Yayın Müdürü Can Dündar’a, gazeteci kökenli CHP’li siyasi Enis Berberoğlu tarafından verildiğini, sadece cep telefonlarının sinyal rotası gibi tali bulgularla iddia etti. Berberoğlu bu ve benzeri tutarsız iddialarla, milletvekili seçilmiş olmasına rağmen 14 Haziran 2017’de 25 yıl hapse mahkûm edildi.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Yasemin Öney Cankurtaran dün AK Parti hükümetine acaba Katar eski başbakanı Hamad bin Casim hakkında da soruşturma açılması için yargıyı harekete geçirip geçirmeyeceğini sordu.
Casim, 26 Ekim’de Katar devlet televizyonundaki bir yayında, ABD’nin önayak olmasıyla ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın Suriye’de “ılımlı muhalefet olarak gösterilen ancak Suriye rejimi tarafından terörist sayılan” gruplara silah ve askeri malzeme dâhil destek verdiklerini açıklamıştı. Casim bu silahların bir kısmının El-Kaide’nin Suriye kolu El-Nusra cephesinin eline geçtiğini ancak IŞİD eline geçmediğini, IŞİD’le bir bağlantı olmadığını söylüyordu.
Cumhuriyetimiz 94’üncü yaşına Türkiye’nin ülke olarak stratejik tercihlerine dair ciddi tartışmaların yaşanmakta olduğu bir dönemde bastı. Türkiye, önemli siyasi müttefiki ABD ve önemli ekonomik ortağı AB ile uzaklaşırken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümeti bölgedeki tarihi hasımları Rusya ve İran ile daha yakın işbirliği arayışında. Diğer yandan da iç politikada dindar bir tabana dayanmasına rağmen Müslüman Arap ülkelerinin çoğunun yönetimiyle ters düşmüş görünümde ve bu çelişkilerden yararlanan Kürt milliyetçiliği PKK odaklı tehdidini artırıyor.
Türkiye’nin Batı dünyasından kopmakta olduğu eleştirileri böyle bir ortamda gündeme getiriliyor. O halde Türkiye’nin elindeki stratejik değerlerin ne olduğuna bakma zamanı gelmiş demektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel iki stratejik değeri var.
Bunlardan ilki jeostratejik değerdir; İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” demesi gibi, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın dayattığı bir gerçektir. Bu değer uluslararası siyasette “Türk Boğazları” olarak anılan İstanbul ve Çanakkale boğazlarıdır. Rusya’nın Akdeniz’e geçiş ve Batı donanmalarının da Rusya’ya güneyden erişim kapısıdır. Asırlar boyunca bölgemizdeki pek çok çatışma Boğazlar hâkimiyeti üzerine çıkmıştır aslında.
Cumhuriyetin siyasi ve ekonomik nitelikteki diğer stratejik değeri, Batı dünyasının bir parçası olmasıdır.
Tarihimiz bize şunu gösteriyor: Meclis’in İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki milli kurtuluş hareketine destek vermesi, 1920’de Boğazların kontrolü ve Osmanlı hanedanının payitahtı İstanbul’un İngiliz, Fransız, Yunan kuvvetlerinin işgaline girmeye başlaması ile oldu; birleşik milli Meclis böylelikle 23 Nisan 1920’de kurulabildi.
Rusya’da bir devrimle başa geçen Sovyet yönetiminden İstiklal Savaşı için aldığı desteğe rağmen, Mustafa Kemal’in savaş biter bitmez yaptığı ilk iş, daha kısa süre önce işgallerine karşı savaştığı İngiltere, Fransa, Yunanistan ve İtalya ile ve o dönemin yükselen gücü ABD ile yakın ilişki kurmak oldu.
Yeni Türk devleti, Boğazların kontrolü üzerine 1936 Montreux anlaşmasına, Cumhuriyetin sultanlığın yerini almasına dair 1923 Lozan kuruluş anlaşması kadar değer verdi.
İkisinde de cevap aynı olmuş tabii: Hükümet karışmaz bağımsız Türk yargısının işine.
Zaten Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, 26 Ekim’de “Önce Angela Merkel’e sorarak Erdoğan’a erişimi olan Schröder’den devreye girmesini ben rica ettim. Türk hükümetine de sözünde durduğu için teşekkür ederiz” diyen Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’e 27 Ekim’de cevabını verdi. Pazarlık filan yoktu. Bağımsız Türk yargısına kimse ne yapacağını söyleyemezdi.
Yine de 25 Ekim gecesi İstanbul 35’inci ağır ceza mahkemesinin aralarında Londra merkezli Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye Temsilcisi İdil Eser ve Alman vatandaşı Peter Frank Steudtner’in de bulunduğu sekiz insan hakları savunucusunun serbest bırakılmasının hemen ardından Alman medyasında Schröder haberinin çıkması, birkaç saat sonra da Gabriel’in “sözünde duran Türk hükümetine teşekkür” etmesi pek sık görülmeyen bir durum.
Nitekim daha Adalet Bakanı “pazarlık yok” açıklaması yapmadan önce, 26 Ekim gecesi CNN Türk canlı yayınına katılan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu bu alışılmadık Alman açıklamasına dikkat çekti ve eğer aktivistler Schröder’in devreye girmesiyle bırakıldıysa, bunun Türkiye’de yargı bağımsızlığının bulunmadığını bir kez daha gösterdiğini öne sürdü.
Schröder ilginç bir siyasetçi. Angela Merkel’den önce yıllarca Almanya başbakanlığını yaptıktan sonra Ruslarla çalışmaya başladı. Halen Rus enerji devi Gazprom’un yönetim kademelerinde. Sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan’a değil, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e de rahat erişimi olan bir isim.
İster Almanların iddia ettiği gibi Schröder’in etkisiyle olsun, ister Adalet Bakanının yalanlamasında olduğu gibi –tabii ki onu tercih ederiz- bağımsız mahkemelerimizin kararıyla olsun, burada önemli olan insan hakları savunucularının tutuklu yargılanmasının son bulmuş olması.
Hatırlanacağı gibi Büyükada’da “Zor zamanlarda insan hakları savunuculuğu” semineri için toplanan çoğu Türk, ama değişik ülkelerden 11 hak savunucusu, tercümanlarının polise “bunlar yıkıcı faaliyet, casusluk yapıyor” ihbarı üzerine 5 Temmuz’da tutuklanmıştı.
Hemen ertesi gün AK Parti’ye yakın bazı gazete ve televizyonlarda ağır bir karalama kampanyası başlamış, zanlıların fotoğrafları birinci sayfalarda, ekranlarda “casus, terörist” gibi sıfatlarla yer almıştı. 2013’teki Gezi Parkı eylemlerinden de bunlar sorumluydu ve zaten hem PKK, hem de Fethullahçı gizli örgütle bağları saptanmıştı. Bu atmosfer içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan da Hamburg’taki G20 zirvesi sırasında, gelen ihbarların, bu grubun “15 Temmuz askeri darbesinin devamı” niteliğinde tertipler içinde olduklarını gösterdiğini söylemişti.
Dün, 25 Ekim’de Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı Haydar el-Abadi iki ülkenin işbirliği geleceğine övgüler düzerken, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yüzü gülüyordu: Ortak mücadele ve ekonomik işbirliğine vardık.
Oysa çok değil, daha bir yıl kadar önce, 11 Ekim’de Erdoğan, Abadi’ye hitaben “Haddini bil” diye çıkışıyordu; “Zaten benim muhatabım değilsin, kalitemde değilsin. Irak’ta senin bağırman, çağırman hiç de önemli değil, bildiğimizi okuyacağız.” Erdoğan Abadi2nin bir gün önce Başika kampındaki Türk askeri varlığından dolayı kendisini Irak’ın egemenliğini ihlal etmekle suçlayan ve derhal askeri çekilmesini isteyen demecine tepki gösteriyordu.
Erdoğan Türk askerinin Başika kampında IŞİD’e karşı savaşmak üzere Mesud Barzani liderliğindeki Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) peşmergelerine eğitim vermesini, Türk varlığının gerekçesi olarak gösteriyordu. O zamanlar Erdoğan ve Barzani’yi IŞİD’e karşı mücadele yanında birleştiren bir başka “düşman” vardı. PKK, Barzani bölgesindeki Kandil Dağları ile Suriye’de ABD Merkezi Kuvvetler (CENTCOM) desteğiyle kontrol altında tuttuğu “Rojava” arasında coğrafi devamlılığı sağlamak için Sincar ve civarını tam kontrol altına almak istiyor, Türkiye ve KRG de bunu istemiyordu.
Bağdat’ın ise Türkiye-KRG işbirliğine karşı durması için bir nedeni daha vardı: petrol ticareti. Barzani, IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinden birkaç gün sonra, otorite boşluğundan yararlanarak, aslında Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları dışında olan Kerkük’ü ele geçirmişti. Tabii Kerkük ve çevresindeki petrol kuyuları ve Kerkük-Ceyhan petrol boru hattının kontrolü de… Bağdat, Türkiye’nin bu hattan petrol nakliyatına izin vermesini de egemenlik ihlali sayarak uluslararası tahkime başvurmuştu; bu başvuru halen geri alınmış değil.
Bunların yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümetleri Abadi (ve ondan önce de Nuri el-Maliki) başkanlığında Şii ağırlıktaki hükümetleri İran’ın etkisi altında sayıyordu; İran ise Irak ve Suriye’de Türkiye’nin karşı safındaydı.
Bir yıl önceki bu düşmanca tablonun yerini dün Ankara’da kameralara gülümseyip birbiriyle tokalaşan liderlerin fotoğrafları almıştı.
Bu dönüşümü Barzani’nin tek taraflı ilan ettiği 25 Eylül referandumu yoluyla Kürdistan bölgesinin Irak’tan bağımsızlığını alması girişimine borçluyuz. Barzani bu referandumu hemen bütün ülkelerin ama en çok da denize çıkışı olmayan bölgeyi çevreleyen Türk, İran ve Irak hükümetlerinin uyarılarına karşın yaparak üç ülkeyi aleyhine birleştirdi.
Erdoğan, Abadi ve İran lideri Hasan Ruhani, Barzani’nin, üstelik K BY dışında kalan Kerkük gibi şehirleri de içerecek şekilde bağımsızlık girişimine karşı ortak adımlar atma kararı verdi. Bu karar ardından üç ülke hava sahalarını kapattı, Irak hükümeti Kerkük’ü geri aldı, İran Şii milislerin onlardan korkulanı yapmamalarını sağladı.