ABD İstanbul Başkonsolosluğu çalışanı Metin Topuz’un 5 Ekim’de tutuklanması üzerine ABD’nin Ankara Büyükelçiliği 8 Ekim Pazar günü açıkladı bu kararı; bir gün sonra, yani dün, 9 Ekim, Amerikalıların Kolomb Günü tatiliydi, bunun da hesaba katıldığı sanılıyordu.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dün açıkladığı üzere, Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu kanalıyla ulaşan talimat sonrası Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği de aynı gün içinde, Amerikan kararıyla benzer bir kararı, aynı ifadelerle açıklamıştı.
ABD’nin böyle bir kararı daha önce İran, Yemen, Libya, Suriye gibi ülkelere karşı aldığı düşünülürse, NATO’daki müttefiki Türkiye için açıklamış olması çok ağır bir yaptırımdı ve Amerikan yönetiminin Konsolosluk görevlisinin tutuklanmasına ne kadar tepkili olduğunu gösteriyordu.
Konsolosluk görevlisi Metin Topuz anlaşıldığı kadarıyla uzun yıllardır Başkonsoloslukta çalışıyordu ve polis, bazen de savcılarla irtibat kurmakla görevliydi. Dolayısıyla Fethullahçıların Emniyet ve Adliye’yi adım adım ele geçirmesine göz yumulan yıllar boyunca onlarla da irtibat içinde olmuştu, şimdi de o yüzden tutuklanıyordu.
Ama bunu bir birikim olarak görmek lazım. Daha 2014’te Kobani ile başlayan Suriye-PYD gerilimi, 15 Temmuz askeri darbe girişimiyle üst düzeye çıkan Fethullah Gülen gerilimi, Reza Zarrab ve Halkbank soruşturmaları, korumaları hakkında tutuklama kararı çıkartılması, Erdoğan’ın “ver papazı, al papazı” sözleriyle başlayan Türkiye’nin “Rehin alma siyaseti” izlediği suçlamaları üzerine geliyordu bu olay.
Madalyonun bir yüzünde dün medyanın bir kısmında görülen, onlar üzerinden siyasete sıçrayan “ABD’ye haddini bildirdik” mealindeki yaklaşım var. Buna göre ABD İncirlik’ten çıkarılmalı, gerekirse bütün ilişkiler kesilmeli ve Türkiye ile uğraşmanın faturası ödetilmeliydi.
Madalyonun öte yüzünde TÜSİAD, TOBB ve hatta MÜSİAD’dan gelen itidal çağrıları vardı. İş dünyası ABD ile ticari ve ekonomik ilişkilerin zarar görmesinin Türkiye’ye ağır bir yük getireceğini söylüyordu. Bu durum Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini de olumsuz etkilerdi, diyalog yoluyla çözülmeliydi.
ABD’yi kınamakla birlikte CHP’nin yaklaşımı da diplomatik çabalara ağırlık verilerek krizin daha faza büyümeden çözülmesi yönündeydi.
Neler mi oluyor? Kerkük derken İdlib nereden mi çıktı? Başka sorularınız da mı var? O halde buyurun, beraber bakalım.
Hatırlıyor musunuz? Dışişleri Bakanlığı bundan iki ay kadar önce, 30 Temmuz’da ABD Başkanı Donald Trump’ın IŞİD ile Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk’e sert bir tepki vermişti.
Çünkü McGurk bir gün önce Washington’daki Orta Doğu Enstitüsünde Ankara’nın tüylerini diken diken eden şu sözleri sarf etmişti:
- “Türkiye’nin burnunun dibindeki İdlib El Kaidecilerin 11 Eylül saldırılarından bu yana en büyük yuvası haline gelmiştir. (…) Bunu Türklerle konuşacağız.”
McGurk’ün bu sözlerinin altında öncelikle 23 Temmuz’da (bizde Hatay ile Kilis arasına düşen Afrin bölgesindeki en önemli şehir olan İdlib’in El Kaide bağlantılı Heyet Tahrir ül-Şam isimli terör örgütünün eline geçmiş olması yatıyordu. Türkiye Afrin’deki PKK varlığından tedirgin iken ve AK Parti’ye yakın medya kuruluşları her an Afrin’e askeri operasyon beklentisi yükseltirken, ABD ters köşeden El Kaide vuruşu yapmıştı.
McGurk’ün başka iddiaları da vardı. Sanki dünyanın silahını Suriye’ye sokup üstelik PKK’nın Suriye kolu YPG’nin de içinde olduğu gruplara teslim eden kendisi değilmiş gibi, on binlerce silahın Suriye’ye sokulmasına göz yummakla suçluyordu Türkiye’yi.
Dışişleri Bakanlığı Mc Gurk’ten derhal sözlerini geri alması, düzeltmesini istedi.
McGurk sözlerini düzeltmedi bu güne dek, ama Türkiye Idlib’teki El Kaide’ye karşı, son iki yıl içinde Suriye’deki ikinci askeri harekâtını başlatmış bulunuyor.
Türkiye’nin bir yandan terör saldırılarıyla diğer yandan sınırlarındaki savaşlarla başa çıkmaya çalıştığı bir dönemde silah alımı da ciddi bir iş, dış borcun artması da.
Şimşek’e bağlı Hazine rakamlarına göre Türkiye’nin 2017 Temmuz sonu itibarıyla dış borcu 432,5 milyar dolara ulaştı. Böylece AK Parti’nin 2001 ekonomik krizi nedeniyle gidilen 2002 seçimlerinde iktidarı alıp direksiyona geçmesinden bu yana ilk defa Türkiye’nin Gayri Safi Yurt İç Hasılanın yarısını geçti. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre ise yüzde 11’e yaklaşan çekirdek enflasyon böylece 2004 Şubat’ından bu yana en yüksek düzeye ulaştı. Evet, IMF ve Fitch’in Türkiye büyüme tahminlerini yükseltmesi olumlu gelişme, ama bu olumsuz gelişmeler de var ve Mehmet Şimşek bunu en iyi bilecek durumdaki birkaç devlet yetkilisinden biri.
Neticede araç alımında Avrupa şampiyonu oluyoruz, gelirde Avrupa şampiyonu değilken.
Tabii silah alımı deyimce yalnızca S-400’ler akla gelmemeli. İşte Almanya’nın Türkiye’ye silah ihracatını kısıtlama kararı ortada. Dahası, ABD Kongresinde koruma krizi nedeniyle Türkiye’ye tabanca satılmasına izin verilmemesi talebi yapıldı; soğuk espri gibi duruyor ama toplamına bakmak lazım.
Ancak daha önce Maliye Bakanı Naci Ağbal tarafından da dile getirilen bu silah harcamasının vergi artışıyla karşılanması meselesinin şimdi Şimşek tarafından da söylenmesi, tam da Rusya’dan S-400 alımı konusuna denk geldiği için ayrı önem kazandı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan geçenlerde bu hava savunma füzeleri için kaparonun yatırıldığını açıklamıştı.
Ama ne kaparonun ne kadar olduğu, ne kaç füze bataryası için toplam kaç lira ödeneceği, ne de bunların ne zaman teslim edilip nerelere konuşlandırılacağı gibi ayrıntılar açıklanmış durumda. Yalnızca savunma kaynaklarınca yapılan 2,5 milyar dolar gibi bir tahmin var.
Türkiye birkaç yıldır, aslında çok önceden düşünülmüş olması gereken bir hava savunma sistemi tedarik etmeye çalışıyor. O dönem başbakan olan Erdoğan buradaki ölçütleri de sadece alım değil, ortak üretim ve teknoloji transferi olarak açıklamıştı ki, bu da doğru yaklaşımdı.
Fotoğraf, bir haber ajansından gelmiyordu, Melih Gökçek’in bir çalışanının, EGO Genel Müdürü Balamir Gündoğdu’nun Twitter hesabından yayınlanmıştı; “Bakın aramızda hiçbir sorun yok, her şey yolunda” mesajı vermesi amaçlanıyordu belki de.
O arada Gökçek’in AK Parti tarafından istifasının istenmediği bilgisi düştü- haber merkezlerine. Önceki gün istifasını açıklayan AK Partili Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş’in altının oyulduğu iddialarıyla istifası ardından Balıkesir Belediye Başkanı Edip Fuat Uğur, Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz da isyanlardaydı. AK Parti sözcüsü Mahir Yılmaz hiçbir belediye başkanının istifasının istenmediğini açıkladı.
Aslında siyasette eski ama eskimeyen bir taktiktir: eğer iş resmiyete dökülmek istenmiyorsa, gitmesi istenen kişinin ismi siyaset kulisine fısıldanır ve çarklar dönmeye başlar, isim yıpranır, koşullar olgunlaşır ve maksat hâsıl olur.
Şu anda görmekte olduğumuz da bu siyaset taktiğinin uygulanması mıdır? O konuda kanıtımız yok ama dün Gökçek’in bir çalışanı tarafından yayınlanan düşman çatlatma fotoğrafından bir gün önce, 3 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleri ortada.
Yine Mahir Ünal’ın, gayet ustaca “Bende bilgi yok ama…” mealindeki açıklamasından dakikalar sonra Erdoğan, bir meslektaşımızın Gökçek’in istifasını sorması üzerine “Şu anda böyle bir şey yok” dedi, “Ama bundan sonra olmayacağı anlamına kesinlikle gelmez”.
Aslında Melih Gökçek’in istifa edeceği, ya da ettirileceği yolundaki iddia ve yorumlar, İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın 22 Eylül’de istifasından bu yana artmıştı, Erdoğan’ın bu şekilde açık kapı bırakmasıyla güçlenmiş oldu. O günlerde Topbaş’ın istifasının “5 Ekim’i bekle” denilerek Erdoğan’ın İran dönüşü sonrasına ve 6-8 Ekim AK Parti Afyon “İstişare Toplantısı” esnasına denk getirilmek istendiği, ancak daha fazla yıpranacağı ihtimaline karşı Topbaş’ın istifasını açıkladığı konuşulmuştu.
Topbaş hakkında 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesi neden ABD’den daha erken dönmediğinden başlayan spekülasyonlar, damadı Ömer Faruk Kavurmacı’nın yasadışı Fethullah Gülen örgütünün iş dünyasındaki yapılanması olan TUSKON yönetiminde bulunması nedeniyle tutuklanmasıyla artmıştı.
Bu vefat, yalnızca Kürt siyaset sahnesini yalnızca Barzani’ye bırakmakla kalmadı, aynı zamanda Barzani’yi gerektiğinde iyi polis - kötü polis oynayacak ortağından da mahrum bıraktı.
İşin ilginç yanı, Talabani’nin vefat ettiği gün Barzani’nin Kerkük’e gitmiş olmasıydı. Malum, Kerkük valisi Necmeddin Kerim referandumdan yana olması nedeniyle Bağdat hükümetinde görevden alınmasına rağmen, fiilen iş başındaydı.
Necmeddin Kerim, Talabani’nin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) partisindeki en yakın arkadaşlarından ve şahsi dostlarındandı ama referandum konusunda Talabani’nin değil, Barzani’nin yanında yer almıştı. Nitekim bir gün önce Talabani’nin eşi Hero Talabani,, referandum nedeniyle Kürdistan Bölgesel Yönetiminin Türkiye ve İran başta olmak üzere uluslararası planda yaşadığı yalnızlıktan dolayı Barzani’yi sorumlu tutmuş, “Hatalarının bedelini halkımız ödüyor” demişti.
Necmeddin Kerim’in bir özelliği daha vardı. Çuval hadisesini hatırlıyorsunuz. Hani Irak’ın ABD tarafından işgalinin başlamasından kısa süre sonra Süleymaniye’de görevli Türk askerlerinin Amerikan askerleri tarafından tutuklanması ile patlayan skandalı… İşte o olayda Türk askerlerini “terörist eyleme hazırlanıyorlar” diye ihbar eden Talabani’nin istihbarat servisiydi. Öne sürdükleri gerekçe ise Necmeddin Kerim’e suikast hazırladıkları iddiasıydı.
Fotoğraf Meclis’in 1 Ekim’de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuşmasıyla 14.00’deki açılışı ardından 16.30 gibi Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın makam odasında yapılan bir çay sohbetinde, çaylar sunulmadan az önce çekilmiş.
Şimdi fotoğrafa dikkatle bakıp eksiği bulmanızı rica edebilir miyim?
“Oturan makam sahipleri arasında kadın yok” diyenler de kazandı ama benim dikkat çekmek istediğim başka bir eksiklik.
Cumhurbaşkanı Erdoğan (ki 16 Nisan 2017 referandumu ardından yapılan 21 Mayıs’ta yapılan AK Parti kongresiyle AK Parti Genel Başkanı sıfatını da almış bulunuyor) Meclis Başkanı Kahramanın makamında oturuyor. Muhtemelen Somali’den yeni dönmüş ve İran’a gitmek üzere olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile yüzünde bir memnuniyet ifadesiyle göz teması kurmuş.
Kahraman Erdoğan’ın hemen solunda, kendi makam masasının kenarında adeta ilişmiş gibi oturuyor.
Makam önü koltuklarında Başbakan Binali Yıldırım ve MHP lideri Devlet Bahçeli oturuyorlar, Yıldırım düşünceli halde bakışlarını yere dikmiş.
Yıldırım ile Akar arasında Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, onun tam karşısında da yine Akar’a gülümseyerek bakan Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit var.
Bir hafta önce 25 Eylül’de Irak Kürtleri Irak’tan ayrılmak için yine başkentle anlaşmadan referanduma gittiğinde AB Irak ile bütünlüğünün korunması için dayanışma gösterdi mi? Hayır, göstermedi.
Ama aynı AB Katalanları, İspanya’nın bütünlüğünü bozarlarsa AB’den de çıkmış sayılacakları konusunda uyardı mı? Evet, uyardı; tıpkı daha önce İskoçları uyardığı gibi.
Sadece Madrid değil, Brüksel’den Roma’ya bütün Avrupa başkentlerinin AB’nin geleceğiyle birlikte kendi ulus-devletlerinin geleceği konusunda endişe duymaya başladıkları görülebiliyor.
Hissettikleri varoluşsal tehdit İspanya ve Irak referandumları karşısında gösterdikleri çifte standardı da, İspanyol polisinin “barışçı gösteri” sınıfa girecek protestoları 500 yaralıyla bastırmalarına AB’nin tepkisiz kalmasını da kısmen açıklıyor.
Madrid’in onay vermemesine rağmen yapılan Katalan bağımsızlık referandumu İngiliz hükümetinin AB’den çıkmak için “boşanma koşullarını” görüşmeye başladığı sıralarda gündeme geldi.
Şimdiye dek hep büyüyerek gelişen Avrupa Birliği, ilk defa küçülmeye ve azalmaya başladı.
Son tartışmaların odağında bağımsızlık referandumlarının olması da dikkat çekici; yüz yıl sonra Avrupa coğrafyası dört köşesinden milliyetçilik rüzgârlarıyla sarsılmaya başladı yeniden.
Bu köşelerden birinde biz varız, Türkiye var. Hem Ankara, hem Tahran Kürtlerin Bağdat’tan bağımsızlık koparmak için referanduma girmeleri, kendi Kürt ve terörizm sorunları nedeniyle varoluşsal nitelik taşıyor. Bu nedenle NATO’nun ikinci büyük kara gücü Türk ordusu, Irak ordusuyla birlikte Irak sınırında tatbikatta, Suriye sınırına ek birlik sevk ediyor.
Böyle bir ayrıma neden gerek duyulduğu, ölçülerin ne olduğu, nasıl seçildiği üzerine aydınlatıcı bilgiler verdi, birazdan okuyacaksınız. Ama bu arada bir başka gerçek de ortaya çıktı ki, bazı değerler laf kalabalığıyla örtülemiyor, güç dayatarak aşındırılamıyor. Galileo’nun Engizisyon karşısında dünyanın dönmediğini söylemek zorunda kaldığı dönemler geçiyor, dünya dönmeye devam ediyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 26 Eylül’de 10 üniversiteyi “Araştırma Üniversitesi” ilan etmesi çoğu kişi için sürpriz oldu ama meğer üniversite camiasında epeydir konuşuluyormuş.
YÖK Başkanı Yekta Saraç, bu konuda yaptığımız sohbette, çalışmanın 1,5 yıl kadar önce başladığını ve 58 üniversitenin bu kategoride yer almak için başvurduğunu söyledi.
Eleme süreci için önce bir kurul oluşturulmuş, sonra da eleme ilkeleri belirlenmiş.
Seçici Kurul, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı, TÜBİTAK, Kalite Kurulu, Devlet ve Vakıf üniversitesi temsilcilerinden oluşturulmuş.
Bu kurulun ilk elemeyi yaparken ölçütleri şunlar olmuş:
- Bilimsel Atıf Endeksli (SCI) yayın sayısı,
- Uluslararası işbirliği ile yapılan SCI yayın sayısı,