Paylaş
Yoksa sadece sevebilme, başkalarının hisleriyle bağlantı kurabilme becerisi mi?
Herhalde ikincisi. İlk saydıklarım insanı insan yapar mı bilmem ama esneklik, İngilizcede “resilience” denen kavram, yani bir bakıma hem dayanıklı hem de esnek olmak demek. Hayatta kalabilmenin sırrı olsa gerek.
Bizim de artık uzmanlaştığımız yegane konu da herhalde bu... Bu kadar esnek, yani “resilient” olamayanlar uzaklara gittiler, kendilerine daha iyi bir hayat kurma hayaliyle başka ülkelere göç ettiler.
Dar zamanlardan çıkış için iki yol var: Olumsuz koşullarda esnek olmak, çözüm yaratmak... Veya çözümü başka bir yerde aramak.
Üçüncüsü var mı bilemiyorum. Olumsuz koşullarda esneklik iyidir diyemiyorum, herkes kendine iyi gelecek çözümü arıyor neticede.
Bildiğim bir şey var, o da burada kalanların daha fazla esneyecek yerinin kalmamış olduğu.
Türkiye’de yaşıyoruz, burada çalışıyoruz, burada üretiyoruz ve burada doğup büyümüşüz, bizi biz yapan ülkemizde yaşıyoruz.
Ama sürekli fonda bir ses var, hep aynı şeyi söylüyor: “O seni sen yapan yeri arama, değişti artık orası ve buna alış...”
İnsanların “değişim” konusunda yanıldığı bir nokta var. Hayat değişkendir, doğru. İnsanoğlu da hayatın değişken yapısını bilmeli ve buna göre yaşamalıdır.
Doğu kaynaklı pek çok felsefe doğaya bakar, doğanın değişimine atıfta bulunarak hayatın temelinde değişim olduğunu belirtir.
Antik Yunan’da Stoa felsefesi de yine değişkenliğe vurgu yapar.
Değişim doğanın, doğamızın kendisinde var, istikrar ve kalıcılık aramak bir yanılgıdır belki ama insanın tüm hatıraları yok olurken, “Beni ben yapan unsurlar” dediği ne varsa birer birer ortadan zorla kaldırılırken esneklik becerisi de hakikaten bir yerde bitiyor.
İnsan biraz “tanışıklık” istiyor, biraz hatıralara saygı istiyor, biraz medeniyet bekliyor, biraz “aklın yolu birdir” hissi yaşamak istiyor.
Bu beklentiler ise nadiren gerçekleşiyor...
Biçim değiştiren dertler
O tanışıklık hissi yok olunca insan kalbinde bir boşluk hissediyor.
Büyüdüğüm mahalleyi tanıyamıyorum mesela, tüm apartmanlar yıkılıp yeniden yapıldı.
Yaşadığım mahalle de inşaat halinde. Çünkü rant dediğimiz mesele konuyu depremden uzaklaştırdı, rant sağlanabilen mahalleler yıkılıp yeniden yapıldı, sağlanamayanlar olduğu gibi duruyor.
“Milli kentsel dönüşüm” sularında değiliz, öyle olsaydı eğer, rant konuşmazdık. Tehlike olan tüm binalar yıkılıp yapılırdı, yıkılmayanlar güçlendirilirdi. Fakat böyle bir uygulama yok, çünkü dert deprem değil.
Herkesin sevdikleri var, değerleri var, kimseyi ilgilendirmeyen inançları veya inançsızlıkları var, bağlı oldukları başkaları veya çeşitli kavramlar var ama toplumsal açıdan birbirine uzaklaştırılmış kitleler birbirinin değerlerini ezip geçerek kendine çıkış yolu arıyor.
Eskiden de büyük dertleri olan bir ülkeydi Türkiye, dertlerini ortadan kaldırmadan yenilerine dönüştürdü sadece. Vaktiyle, biz üniversite sıralarındayken okulda başörtü yasağı vardı, bir utanç vesikasıydı.
Şimdi yasak şekil, yön ve bağlam değiştirdi, şort giyen kadınlara “Erkekleri azdırmayın” diyen bir zihniyetle paylaşıyoruz sokakları ve kendilerini haklı görerek söylüyorlar bunları.
Suni bir “milli olan” ve “milli olmayan” kavramlar silsilesi üretildi ve bunların dışında kalanlara “Buradan olmayan” muamelesi yapılıyor.
Türkiye, geçmişinde de çok çekti bu suni “bizdensin”, “bizden değilsin”lerden. Kökleri buraya bağlı pek çok insan gitmeye zorlandı, şimdi bu baskı bağlam değiştirdi.
Sosyal medyaya bir bakın, kendini buranın sahibi sananlar, beğenmediklerine “Ben kırmızı rengi severim” rahatlığında “Gidin buradan” diyor.
Kısacık ömrümüzde güzellikleri paylaşmak yerine her gün ayrı dertle boğuşuyoruz.
Kronik mutsuzluk böyle bir şey olsa gerek.
Siz bu girdaptan nasıl çıkıyorsunuz?
Nasıl yöntemleriniz var?
Paylaş