Ne yazık ki bu, münferit bir adli vaka değil. Sonu karakolda biten kadına yönelik erkek şiddetinin sonucu hep aynı: Serbest bırakılmak. Pek çok kadın, şikayetçi olmaktan çekiniyor, şikayet neticesinde saldırganın savcı tarafından serbest bırakılacağını, kısa vadede ceza almayacağını biliyorlar. Saldırganlar ise taciz ettikleri kadınların şikayetlerini kısa vadede hafif cezalarla atlatacaklarını bildiklerinden hayli rahatlar.
Uzun vadede ise iş başka. Şikayet ve adli süreç söz konusu olduğunda saldırganların ceza alacağı kanunlar mevcut. En büyük sorunlardan biri şu: Gözaltı sonrasında saldırgan adalet karşısına çıkıyor ve savcı tarafından serbest bırakılıyor. İşte, kadınları, saldırganları şikayet etmekten alıkoyan, şikayet etseler bile sonuç alamayacaklarını düşündüren en büyük mesele bu.
İki hafta önce yaşadığım bu çirkin olaydan sonra, saldırganın iki ayrı ceza davası ile pek çok suçtan yargılanması için ailem ve gazetem ile birlikte hukuki süreci başlattık. Uzun vadede gerekli cezaları alacaktır ancak bu, saldırıdan hemen sonra serbest bırakılmış olması gerçeğini değiştirmiyor.
Bu olaydan sonra, medyanın çeşitli alanlarında çalışmakta olan pek çok kadın meslektaşımla görüştüm. Meslektaşlarımı rencide etmemek ve onları taciz eden şahısları cesaretlendirmemek adına isimlerini yazmayacağım ama başlarına gelenleri kendi ağızlarından aktaracağım.
Manzara iç karartıcı. Medyada çalışan kadınlara yönelik neredeyse sistematik bir taciz ve şiddet döngüsü var. Medyada ya da değil, Türkiye’deki tüm kadınlara yönelik erkek şiddetinin kısa vadede caydırıcı bir cezası olmadığı için vakalar sık görülüyor. Ceza almayacaklarını düşünen bu karanlık, yoz adamlar, şikayet edilmedikleri takdirde yıllarca tacizlerini sürdürüyorlar.
Kadın medya mensupları, yıllardır sosyal medya, mail ve fiziksel takiple taciz eden ve hayatlarını cehenneme çeviren bu kişilerin tehdidi altında yaşıyorlar. Aktarılanlardan anlıyoruz ki saldırı ve tacizler, medyada çalışan kadınların neredeyse kaderine dönüşmüş.
Özellikle sosyal medyanın sınırsız iletişim imkanı tanıması ve suç olarak tanımlanan konuların belirsizliği sebebiyle, internet, tacizcilerin at koşturacakları geniş bir alan yaratıyor.
Teknolojinin ve medyanın en büyük probleminin suistimal olduğunu, bugün internetin de en büyük sorununun bu olduğunu ifade ediyordu.
Devrimsel özellikler taşıyan, toplumu oluşturan bireyleri internet öncesi yıllardakine benzemeyen bir biçimde birbirine bağlayan bir dünya kurduk kendimize.
İşte bu dünya, artık bugün herkesin güvenliğini tehdit eden, algı yönetmeye ve yönlendirmeye aracılık eden, yalan haberlerin kontrol edilemez hızda yayılmasına olanak veren bir ortam sunuyor.
Geçen iki yıl içinde Haque’ın teorisinin kendine yeni alanlar açtığını, suistimalden kaçınmanın neredeyse olanaksızlaştığını görüyoruz.
Sosyal medya, artık kullanıcıların bilinçli olarak kendi can güvenliklerini tehlikeye attıkları en büyük araçlardan biri.
Üstelik çoğu zaman bunun farkında bile değiller!
Diyelim ki hastalandınız... Acaba sizi nasıl bir tedavi süreci beklerdi?
Büyük acılar mı çekerdiniz?
Basit bir hastalık yüzünden hayatınız tehlikeye mi girerdi?
Hekimler, son derece iptidai ve bugünkü modern tıpla ilgisi olmayan birtakım aletlerle sizi hayal edemeyeceğiniz bir kabusa mı sürüklerlerdi?
Gelin bu soruların cevaplarını, Edirne’nin en merak uyandıran tarihi yapılarından birinde, 2. Bayezid Külliyesi’nde yer alan Darüşşifa ve Tıp medresesinde arayalım.
2. Bayezid Külliyesi, 2. Bayezid tarafından, 1484-1488 yılları arasında Mimar Hayreddin’e yaptırılmış.
Cami, iki misafirhane, tıp medresesi, imaret, köprü, hamam, değirmen, mehterhane ve muvakkithane bölümlerinden oluşuyormuş.
Traklar’dan Roma İmparatorluğu’na, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan zengin tarihinin izlerini takip ettik ve büyülenerek evimize döndük.
Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye Camisi’nden Edirne Büyük Sinagogu’na, Sveti Elena Konstantin Kilisesi’nden Türk-İslam mimarisinin önemli örneklerinden Üç Şerefeli Cami’ye uzandık.
Pek çok medeniyet ve pek çok inanca ev sahipliği yapan Edirne sokaklarında gezerken, “Keşfet” turlarımızla bir kez daha güzel Türkiye’mizin güzel bir başka şehrini okurlarımıza aktarabilecek olmanın sevincini yaşadık.
Üç gün boyunca Edirne’yle ilgili anlatacak o kadar hikaye biriktirdik ki, bu yazıyı yazmak için masa başına oturduğumda hangisinden başlayacağımı bilemez haldeydim.
İşyerinde çalışma arkadaşınızla, ailenizle, yeni tanıştığınız veya eski arkadaşlarınızla olan iletişiminizi... Sokakta, tanımadığınız insanlarla olan etkileşiminizi düşünün...
Bazen herkes size karşıymış gibi hissedersiniz, sürekli başınıza aksilikler gelir, herkesle kavga edersiniz. Bazen de su gibi akar hayat, tanımadığınız insanlar hayatınızı kolaylaştırır, gününüzün nasıl geçtiğini anlamazsınız bile.
Neden bir gün dünyanın en güzel günüyken, ertesi gün başınızda kara bulutlar döner durur, bulamazsınız sebebini.
Aslında vaziyet açıktır: Olumsuz hislerin, önyargının, egonuzun, travmaların, peşin hükümlülüğün sizi esir almasına izin vermişsinizdir. Çevrenizi yanlış anlar ve yanlış anlaşılırsınız.
Bazen de tam aksi olur, bir kalabalığın içinde aydınlık hislerle dolarsınız. Belki o kalabalığı oluşturan insanları tanımazsınız ama her verilen selam içtendir, herkes karşılıklı birbirinin kalbine dokunmayı başarır. Güneşli bir gün gibidir, öyle yüksek bir enerji dolaşır çevrenizde.
Gün bittiğinde “Ne güzeldi” diye geçirirsiniz içinizden. Omuzlarınızı düşüren örnekte olduğu gibi, burada olan yüksek duyguların sebebini bulamazsınız.
Aslında sebebi açık. Birbirinden farklı düşünen, hisseden, farklı inançlara ve yaşayışlara sahip insanlar, önyargılardan sıyrılıp yüreklerini açtıklarında, bambaşka deneyimler yaşarlar. Bakın aynı bu şekilde yüreklerini birbirlerine açan insanlar, Tomtom Mahallesi’nde neler yaşıyor şu sıralar...
Pastanın yenecek değil, sergilenme amacıyla yapılmış bir pasta olduğunu ifade etti.
Bir başka örnek: Bir eğitim kurumunun reklam afişinde üzerinde ortadan ikiye kırılmış bir kurşun kalem var ve bu görsele “Yanlış eğitim çok şeyi değiştirir” gibi bir slogan eşlik ediyor.
Kırık kalem, hukuk literatüründe “Hakimin idam kararı verdikten sonra kalemi kırarak verdiği zor karara dair tepkisini ortaya koyması ile ilişkilendirilir. Türk Dil Kurumu, bu ifadeyi “İdam kararı verildiğinde bir daha idam kararı imzalamamak için hakimin kalemini kırması” olarak tanımlar.
Burada “ince” bir göndermeden ziyade, kalem kırmanın en bilinen tanımını göz ardı ederek büyük bir iletişim kazasına imza atılıyor.
İdamla ilgili bir kavram ile çocuk eğitimi, beraber bir afişten bize bakıyor.
Bir başka örnek: Son zamanlarda Twitter’da en çok tepki alan fotoğraflardan birinde, küçük bir erkek çocuğu elinde kolaylıkla cinsel gönderme olarak algılanabilecek bir pankart taşıyor.
Müziğin size mutluluk verebildiğini veya kötü anıları olan bir şarkının sizi iki dakika içinde “Yılların yorgunluğunu sırtımda taşıyorum” haletiruhiyesi içine sokabildiğini biliyorsunuz.
Sevdiğiniz melodi duyduğunuzda hızla bambaşka bir enerji seviyesine doğru yükselme hissini defalarca yaşadınız...
Müzik dinlemediğinizdeyse “kuruduğunuzu” hissediyorsunuz...
Peki kaç yaşında olursanız olun, bir müzik aleti çalmayı öğrenmenin beyninizi geliştirdiğini, sizi bambaşka bir insana dönüştürebildiğini biliyor musunuz?
Belirli bir yaşa geldikten sonra pek çoğumuz beynin gelişen, değişen bir organ olduğunu unutuyoruz.
Gelişim, sadece çocukluk yıllarına aitmiş gibi davranıyor; rutinlerimize, alışkanlıklarımıza yapışıyoruz ve hayatın temposunu ısrarla, istikrarla yapıştığımız davranışların yarattığını sanıyoruz.
Zuhal Topal diyor ki, “Ben yıllar boyunca engelliler için program yaptım, izlenmedi. En çok izlenen evlilik programları.”
Onun sözlerinden yola çıktığımızda, ekrandaki eğilimin belirleyicilerinin izleyiciler olduğu düşünülebilir fakat o iş öyle yürümüyor. İnsanların duygularını kışkırtarak program izletmenin adı “halk bunu istiyor” değil.
Her ne kadar internet çağında yaşıyor ve sosyal medyanın toplum üzerindeki etkilerini konuşuyor olsak da televizyon hâlâ toplum üzerindeki en büyük güç.
Hâlâ en etkili propaganda aracı, hâlâ kültüre şekil veren en önemli öğelerden.
Eğer bir yerde sınır çizmezseniz, televizyon gün gelir en büyük yozlaşma aracına dönüşüverir, ki bu Türkiye’de evlilik programları ile o sınıra ulaştı.
Reality show’ların TV’leri hakimiyeti altına almadığı yıllarda, gündüz kuşaklarında bugünkünden çok daha nitelikli programlar vardı. İnsanların mutsuzluklarından, hayal kırıklıklarından, çatışmalarından, kıskançlıklarından, reyting çıkaran bir sistem yoktu. Ancak pembe dizilerin hayali dünyasında olurdu bu işler.
Bugün farklı dinamikler var... Programlarda itina ile seçilen karakterlerin gerçek duygularından çıkarılan yarı gerçek/yarı kurgu dünya sunuluyor izleyicilere.