◊ Çevresinde olan biten olumsuzluklara bir çözüm üretmeksizin durmadan “vah vah” edebiyatı yapanları takip ettiğinizde dünyanın artık yaşanmaz bir yer olduğuna kanaat getirmeniz kolay.
Öncelikle şurada anlaşalım: Bu hayatı yaşanmaz kılan pek çok olayla karşılaşıyoruz. Her çağın kendine has yeni ve aşılamaz görünen zorlukları olduğunu biliyor ve birebir bugünkünü biz yaşıyoruz, ancak...
Olumsuzluklar konusunda parmak kımıldatma ihtiyacı duymazken, durmaksızın şikayet eden, sosyal medyada kendini “moral bozma makinesi” olarak konumlamış hesaplardan uzak durmak, sağlıklı bir dünya görüşü edinmek için elzem.
Haber kaynaklarımız, kendi seçtiğimiz kişi ve kurumsal hesapların söyledikleri olduğunda, bir süre sonra kendi algımız, gördüklerimizle şekillenmeye başlıyor.
Yani onların söyledikleri “bizim dünyamız, bizim algımız” haline geliyor. Şu durumda kaynağını sorgulamadan kötü haber yayanları, her cümlesiyle ruh karartmayı amaç edinmiş hesapları ayıklamak şart.
Çocukların konser çıkışlarında toplu halde katledildiği bir dünyada akıl sağlığını koruyabilmek için bu ayıklamayı yapmak şart.
◊ Günlük yaşantıda, kadınları bir “cinsel obje” bağlamından çıkaramadan yaşayan adamlara herkes aşina. Sokakta, oturduğunuz restoranda, spor yaparken, kaldırımda yürürken...
1610 yılına kadar dünya, evrenin merkezi olarak ele alınıyordu. Bu keşiften sonra Galileo bir kitap yazdı fakat sonrasında Kilise Engizisyonu baskısı ile “iddialarından” vazgeçmek zorunda kaldı.
Bugün yaşadıklarımız belki konu olarak farklı ama matematiği ne kadar benziyor aslında değil mi? İnsan ve dünya odaklı hayat yaşayan insanoğlu, evrenin merkezinin dünya olmadığını duyduğunda, algı dünyası şaşar... Kabullenemez. Bu büyük değişikliklerle mücadele etmek yerine reddetmeyi tercih eder. O “dünya merkezdir” deyince dünya merkeze dönüşüverecektir çünkü!
Sahi ya, nasıl “Her şey dünyanın etrafında” olmaz? Dünya nasıl evrenin merkezi olmaz?
Bilmez ki, insan da, dünya da evrenin bir parçası, bir detayı aslında. Koca bir bütünde, canlı-cansız kendi gibi sayısız varlıkla, evreni oluşturan bir detay sadece. David Eagleman, Incognito isimli kitabında Galileo’nun keşfinden sonra son 400 yılda geldiğimiz noktayı gayet güzel özetler: “Keşfi izleyen 400 yıl, bizi merkezden daha da uzağa atarak, sonunda 500 milyon gökada grubu, 10 milyar büyük gökada, 100 milyar cüce gökada ve 2000 milyar kere milyar güneş içeren görünür evrende küçük bir nokta olarak yerimizi sağlam biçimde belirledi.”
Gelişen teknoloji yerimizi belirlemiş olabilir ancak geçen 400 yılda insanın değişime olan direnci değişmedi... Bildiğini sandığı ne varsa hepsini bırakmayı öğrenemedi...
Galileo'nun verdiği ders
Galileo’ya Kilise Engizisyonu baskısıyla yazılmış ve “Tamam, sözlerimden vazgeçiyorum, Dünya evrenin merkezidir” demek zorunda bırakıldığı metnin üzerine zorla imza attıran zihniyet başka formlarda yine var...
Neden var?
Tepkiler büyüyünce Durmaz vaziyete uyandı ve ne kadar büyük bir hata yaptığını anladı ancak...
Belki de durup düşünmesi gereken nokta, tepki gelince yaptığı hatayı anladığı an değildi.
Ne yazık ki pek çok insanın günlük diline sirayet etmiş yaralı ifadeler bunlar.
Kişilerin, kendi tercihleri çerçevesinde olmayan özürlülük hallerinin, günlük alaylarda karşımıza çıkması hali...
Özürlü tarafı rencide etmesi ifadenin en büyük sorunu, fakat orada bitmiyor hikaye.
Özürlülük halini alay olarak kullanabilen kişinin sözleri, kendine ait dünyasına, hayatına, insanlığına dair de çok şey söylüyor.
Tarifsiz bir empati noksanlığı bu.
Bu yazının başlığı bu olabilir ancak size hızlı kilo kaybetmenin sırrını vermeyecek, hızlı kilo kaybetmek için tehlikeli yöntemler deniyorsanız, yaptıklarınızın neye mal olduğunu anlatacağım.
Mayıs ve haziran özellikle kadınlar için yılın en belalı zamanlarıdır: Baharın yaza döndüğü, yazlıkların çıktığı haftalar...
Kışın alınan 3-5 kilonun (veya 8-10!) hayatın en büyük derdi gibi değerlendirildiği, hızlı çözümler öneren hap formunda “çöp”lerin, hızlı diyetlerin ortalara döküldüğü o sorunlu dönem.
En eğitimli kadınların bile düştüğü bir çukur orası...
Hızlıca kilo kaybedip arzu edilen forma kavuşmak o kadar “satılabilir” bir fikir ki, paranın kokusunu alan uyanıklar en aktif zamanlarını bahar aylarında yaşıyor.
Bünyeyi altüst edecek şok diyetlerle, detoks adı altında yapılan tehlikeli uygulamalarla, “besin destek” gibi tehlikesiz açıklamalarla satılan tehlikeli zayıflama ilaçlarıyla çıkıyorlar karşımıza.
24’lük veya 36’lık fotoğraf filmini tab ettirmek üzere fotoğrafçıya bırakır, birkaç gün zor beklerdik yaz fotoğraflarına bakmak için... Koca bir yazdan elimizde kalan topu topu 36 tane fotoğraf... Kimisi bulanık, kimisi yarım, kimisinin sağından koca bir parmak girmiş kadraja... 25-30 fotoğraf çıkarırsak bir filmden, iyiydi. Birinde Polaroid makine görünce heyecandan vefat ediyordum, fotoğrafın “hemen” çıkıyor olması inanılmaz geliyordu.
Teknoloji böyleyken, hayatımızın belirli dönemlerine dair pek az fotoğraf biriktirebildik. Belirli senelerden neredeyse hiç fotoğraf yok... Bende 1991 hiç yaşanmamış gibi mesela, 96 deseniz belki beş tane, hele 90’ların sonu 2000’lerin başından toplasak 30 fotoğrafım yoktur.
2000’ler öncesini düşününce farklı bir galakside yaşamışız gibi geliyor. Bugün ise manzara hayli farklı... Çektiğimiz onlarca fotoğrafı, selfie’yi sığdıracak yer bulamıyoruz, elimizde binlerce fotoğraflık arşiv oluşuveriyor, çoğuna sonra dönüp bakmıyoruz bile.
Yine ne varsa eski fotoğraf albümlerinde... Elinize alıp sayfa sayfa çevirdiğiniz çocukluk albümüne bakmanın keyfi başka nerede var? Dijital fotoğrafları kaybetmek, onları sakladığınız yerde oluşabilecek teknik bir aksiliğe bağlıyken, belki de fotoğrafa eskisi gibi önem atfetmiyoruz, atfedemiyoruz... Zaman gibi gelip geçici hepsi, popüler uygulamalardaki gibi bir süre belirip sonra kaybolacaklar ve arkalarından üzülmeyeceğiz bile.
Zaman uçucu, zaman gelip geçici, zaman her şeyi kendine benzetiyor fakat insan köklenmek istemiyor mu zaman zaman? Anılar sağlamıyor mı o kök salma duygusunu, o istikrar hissini, o bağ kurma halini? Artık çok fotoğrafımız var ama aslında hiç fotoğrafımız yok... Anılarla derinden bağı olmadıkça, ne anlamı var ki fotoğrafın? Çektiğimi unuttuğum ve bir yerlerde sakladığım, dijital hafıza bozulduğunda yok olmuş bir fotoğrafın bir değeri olmuş muydu hiç mesela? Harcadığım zamana değmiş miydi? Bilmiyorum.
Hayat bazen The Secret Life of Walter Mitty’deki o meşhur sahne gibi. Nadir görülen bir kaplanın fotoğrafını çekmek için yaşam alanında aylarca onu bekleyen fotoğrafçı, uzun ve meşakkatli bir sürecin sonunda hayvanla karşılaştığında, onun fotoğrafını çekmez. Onun yerine bakar uzun uzun, hafızasının derinlerine kazıyana kadar, o anın zevkini alabildiğine çıkarana kadar bakar...
Bazen ben de aynı onun gibi güzel bir gün, güzel bir saat, nefis bir manzara, çok mutlu olduğum bir anda aynısını yaptığımı fark ediyorum. O anı zihnimde biriktirmek, hafızamın derinliğine kazımak, kazırken bundan aşırı zevk almak istiyorum...
Başka bir şey çıksa, büyük bir olay olsa da ertelense diye kendi kendinize hayal kuruyorsunuz...
Ertelense rahat edeceksiniz çünkü, üzerinizden bir yük kalkacak, biraz daha vaktiniz olursa harika bir iş çıkarabileceğinizi düşünüyorsunuz...
Erteleniyor o iş veya kendiniz bir biçimde ertelemeyi başarıyorsunuz...
Sanki kar yağmış ve zor bir sınavın olduğu gün okulu tatil olmuş lise öğrencisi gibi şensiniz... Hava güzel, bahar gelmiş, sırtınızda kambura dönüşmüş olan iş ertelenmiş... Daha ne isteyesiniz?
Sonra o işin ileri ertelendiği tarih geliyor. Bir bakmışsınız ki, o erteleme haberini aldığınız günden bu yana bir adım ilerlememişsiniz...
İşi daha iyi yapmak bir kenara, o işin bulunduğu dokümanlara göz dahi atmamışsınız... Yine geldi mi o ağır his? Yine çöktü mü omuzlar, yine çıktı mı kambur?
Çıktı tabii... Hem de o ilk ertelendiği günden daha fazla, daha ağır bir hisle döndü teslim tarihi baskısı...
Facebook da aynı “hassasiyet”ten engellenebiliyor. Yazılan bir yazı, herhangi bir haberin içindeki ufak bir ima pek çok kişinin hayatını karartan konulara dönüşebiliyor.
Konu yine “yasak”a geliyor. İlla “aradığınız sayfaya ulaşılamıyor” ibaresi görmek gerekmiyor, artık herkesin kafasında doğal bir filtre var.
Derken booking.com meselesi uzun süre meşgul etti gündemi. (Son tahlilde, booking.com’a ulaşabiliyorsunuz ancak Türkiye’den Türkiye’deki otellere rezervasyon yaptıramıyorsunuz. Yurtdışından Türkiye’ye gelecek turistler yine booking.com’dan rezervasyon yaptırabiliyor.)
Tartışmanın alevi söndü ancak son tartışmalar booking.com’un haksız rekabet yarattığı yönünde. Bir arama yaptığınızda ilk önünüze gelen oteller, sitenin otellerle arasındaki ticari ilişkiye bağlı iken, Türkiye’de faaliyet gösterirken vergi ödemeyen bir şirketin böyle bir manipülasyon halinde olması, turizmcilerin en temel itirazını oluşturuyor.
Bu açıdan onlara hak vermek mümkün ancak turizm veya değil, internet üzerindeki benzer tüm oluşumlarda benzer manipülasyon var.
Hepsini yasaklayamayacağımıza göre, bundan kaçınmanın ve böyle krizleri aşmanın yolu yasak üzerinden gitmek olamaz.
İstanbul Ataköy’de renkli dükkanları, eğlence merkezi ve buz pisti olan bir alışveriş merkezi açıldığını duymuş, heyecandan aklımızı yitirmiştik.
Ah o buz pisti...
TRT’de yayınlanan buz pateni müsabakalarını, bilhassa Katarina Witt’i izleyip heveslenir, anne babalarımızın paçalarına yapışırdık “Ne olur bizi buz pateni yapmaya götürün” diye...
Alışveriş merkezleriyle ve dolayısıyla tüketim kültürüyle ilk tanışıklığımız böyle oldu 80’li yıllarda.
Burası, daha sonra pek çok benzer örneğini gördüğümüz, “Amerikan tipi” alışveriş merkezlerinden biriydi...
15. yüzyılda yapılmış, bugün hâlâ faaliyette olan ve dünyanın ilk alışveriş merkezlerinden biri olan Kapalıçarşı’nın bulunduğu kültürün çocukları olarak aslında pek yabancı sayılmazdık böyle mekanlara ama...